Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Handan Gökçek ve Can Eryümlü’yle kitapları üzerine Ezber bozan romanlar Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama o toplumu uzun vadede dönüştürerek duyarsız, yönetenlerin yap dediğini yapan, tüket dediğini tüketen bir topluma dönüştürebilirsiniz. Bunun için en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Sadece ‘büyüklerinin’ bellettiği düşünce kalıplarının dışına çıkamayan, öğretilen bilgilerden hiç kuşku duymayan, farklı söylemlerin ve davranışların ardında art niyetler arayan, ezber yoluyla zihinleri kelepçelenmiş insanlardan oluşan toplumumuzun sorun çözememe, sorunları bir çile yumağına dönüştürme hastalığı, demokratik düşünce ve davranışları geliştiremeyişimizin en önemli sebebidir. Ezber, hiçbir sınır tanımadan düşünebilmeyi ve böylece yaratıcı zekânın gelişmesini engeller. İki yazar, Handan Gökçek ve Can Eryümlü insanları etnik veya dini nedenlerle birbirine düşürmeye devam eden, kan kokulu parayla beslenen uluslararası emperyal sermayenin, nefret duygusunu nasıl öğrettiğini, koşullar uygun hale getirilince nasıl kitleselleştirilebileceğini, bunların sistemlerle ilişkilerini romanlarında bizlere aktararak ezber bozuyor. Ë Nevzat Süer SEZGİN izler yakın tarihimizi ana tema olarak alan romanlar yazdınız. Neden? Can Eryümlü: Merak… Ben merak edip bilmediğim, anlatılanlarla yetinemediğim, hatta doğruluğundan kuşkulandığım bir takım konuları öğrenmek için okudukça, oluşan birikim kendine bir mecra yaratıp aktı. Nezle gibi… Sonra o notların bir sıraya, sisteme sokulması gerekti. İşte roman o aşamada gelişti. Önce Kalimerhaba İzmir adlı roman çıktı. Ama nezlenin arkası kesilmiyordu. Sakız’ın Gözyaşları geldi ardından. Okuyanlar, hakkında yazanlar bunların birer dostluk romanı olduğunu söylüyor. Mesajı veremedim mi acaba, diye düşünüyorum. Çünkü iki roman da iki ulus arasında dostluğun oluşmayacağını, oluşmaya bırakılmayacağını anlatıyor. Düşünsenize, iki ulus da kendi bağımsızlıklarını birbirleriyle savaşarak kazandı. Bu işte bir enayilik yok mu? Bizi savaştıracakları daha dört, beş ciddi sorun var aramızda. Zaman zaman buzluktan biri, ikisi çıkartılıp canlandırılıyor. Haaydaaa! İki tarafta da ahali ayağa kalkıyor, baltaları topraktan çıkarıyor. İki ulusun da iplerinin kendi ellerinde olmadığının anlatılması gerektiğine olan inancım beni bu uzun vadeli çalışmaya yöneltti. Handan Gökçek: Bu romanın konusu uzun zamandır aklımı kurcalıyordu ve yine uzun zamandır özelikle yakın tarihimizin kalın örtülerle üzerinin örtülmeye çalışıldığını düşünüyordum. Mübadele dönemi üzerine yaptığım bir araştırmada özelikle Bilgi Üniversitesinin Ege’yi Geçerken adlı bir kitabında rastladığım şu bilgi beni bu romanı yazmaya ikna etti diyebilirim: “1923 ve 1998 yılları arasında yayınlanmış 105 Türk yazarına ait rasgele seçilmiş 290 adet roman ve 60 ciltte toplanmış hikâye temel alınarak yapılan bir incelemenin sonucunda 1923 1980 arasında özelikle 1960 yılına kadar, edebiyatta mübadeleyi konu alan kitaplar oldukça azdır. Genellikle mübadele bu kitaplarda yan tema olarak ya da dolaylı bir biSAYFA 4 S Handan Gökçek Can Eryümlü çimde anlatılır. Ayrıca mübadele olayı yazarların siyasi ideolojilerine göre de farklı biçimlerde yorumlanmıştır.” Ayrıca Mübadelenin Türk ve Yunan edebiyatına nasıl yansıdığını anlamak için de her iki ülkenin bu döneminin anlattığı epey roman okudum. İlginçtir. Yunan edebiyatında mübadele 30 Kuşağı edebiyatını yaratmış ve bu kuşağın edebiyatçılarının yaklaşık yüzde sekseni Anadolu kökenli. mübadele birinci kuşak mübadil olan yazarlar tarafından yazılırken “biz” bakış açısıyla yazılmış, ikinci kuşak diğerini “öteki” yapmış üçüncü kuşakta ise öteki “düşman” taraf olmuş. Biliyorum ki edebiyatın tuttuğu tarihin üzeri örtülemiyor bu romanı yazmamın en büyük nedeni de budur. Ülkemin özellikle yakın tarihine uzaktan değil de tam da içinden bakmak istedim. “BİZİM SORUNUMUZ UNUTMAK” Her iki romanda bir bakıma tarihi romanlar sınıfına sokulabilir. Nasıl bir ön çalışma yaptınız? Ne kadar zamanınızı aldı? C.E. Önce okudum tabii. Sonra havasını koklamak, ruhunu hissetmek için gidip gördüm. Gezdim. Araştırdım. On beş yıl süren bir süreç oldu bu. Orada şunu fark ettim: Yunanlılar günlük yaşamlarının bile her aşamasını tarihle yaşar, geçmişle beslenirken biz çoğu konuda kör kütük cahildik. Hangi yöntem daha sağlıklı bir toplum oluşturur bilmiyorum, ama iki tarafın Zerdüştleri böyle buyurmuştu. Bizdeki bilinçli suskunluğun Osmanlı’nın son yüzyılında peşi peşine yaşanan travmaların, inanılmaz trajedilerin, anavatan sayılan Balkanlar’ın yitirilmesinin, çevredeki farklı etnik kökendeki Müslümanların ihmal edilmiş Anadolu’ya doluşturulmasının, o göçmenlerin yarıya yakınının birkaç yıl içinde ölüp gitmesinin unutulması, üzerinin örtülmesi, o acıların sürekli yaşanmaması, artık komşularımız olan eski düşmanlarımızla kan davasının sürdürülmemesi resmi ideolojimiz oldu. Ama bezginleşmiş, neredeyse sıfırı tüketmiş halk da unutmayı seçti. Çocukla rına aktarmadı yaşadıklarını. Ne tarihi araştırma, ne öykü, ne roman çıktı o dönemle ilgili. Bir “Şvayk” yazılamadı bizde örneğin. Dolayısıyla bizim sorunumuz Kürt, Ermeni, Yunan, Bulgar sorunu değil, unutmak oldu. Hastalığımızın adı, amnezi! Ama iki tarafta da üçüncü kuşaktan birtakım zıpçıktılar çıkıp, o konuları deşmese, öylece sürüp gidecekti bizdeki uyurgezerlik, onlardaki hamaset tıkıştırması. H.G. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basılmış Ege’yi Geçerken. Herkül Millas’ın makaleleri. O döneme ait gazete yazıları, haberler. TürkiyeYunanistan Nüfus Mübadelesi, Mihri Belli ve Yanya’nın Gözyaşları, Fazıl Bülent Kocamemi gibi yapıtları okumam gerekti. O döneme ne kadar hâkim olursam kalemimin o kadar rahatlayacağının bilincindeydim. Romanın ilk cümlesini yazmadan önce iki yıl yalnızca okudum. Yazma sırasında da okumaya devam ettim. Ah Mana Mu benim için beş yıl süren güzel bir yolculuktu. O kadar uzun zamandır o karakterlerle yaşadım ki şimdi tuhaf bir boşluk hissediyorum. Terk edilmiş gibiyim, acıyan bir tarafım var. Can Eryümlü’nün Sakız’ın Gözyaşları romanında ve Handan Gökçek’in romanı Ah Mana Mu’da, iki farklı milletin adetleri sık sık vurgulanıyor. Buna neden ihtiyaç duydunuz? Bunu romanlarınıza nasıl yedirdiniz? C.E. Ben ulusları ailelere benzetiyorum. Her ne kadar Balkanlar’daki tüm ülkeler yapay uluslardan oluşmuş olsa da, resmi ideolojiler onları bir kalıba sokup, kendilerine ait görgüler verdi. Çoğunlukla hamaset geçerli de, ideolojilerin amacı o zaten. Yamalı halkları bütünleştirmek. Gene de aynı ülkede yaşayıp birbiriyle anlaşamayan bazı gruplar, komşu bir ülkedeki halkla çok daha yakın hissedebiliyor kendini. O halklar birbirleriyle savaşmaz. Çünkü aynı aileden görürler kendilerini. Onun için politika sokulur araya. “Hayır! Sen bizim aslan ailemizdensin. Onlar tu kaka!” Karımla beni Sakız’da bir dağ köyüne götürmüştü arkadaşlarımız. Orada incir yetişirmiş ama yemeklik olmadığı için imbikten geçirilip suma denilen bir içki yapılırmış ondan. Gittiğimizde sokağa kurulmuş koca bir sofra hazırdı. Bir domuz kesilmiş, mangalda pişiriliyordu. Bizim de geleceğimizi duydukları için koyun eti almışlar. Tatlar karışmasın diye ikinci bir mangal yakmışlar, suma içmezsek diye de Türk rakısı bulmuşlar. Bu incelik ve kibarlık ancak aile bireyleri arasında olur ki, gittiğimiz yer kaba saba dağlıların köyüydü. İnsan her yerde aynı insan. Sevgisiyle, hüznüyle… Bir eski İstanbul şarkısı var. Rum ve Türk gençler boğaza karşı içki içiyor. “İkimiz de içki içip sarhoş oluyor, kavuşamadığımız sevgililerimiz için ağlıyoruz. Tek farkımız senin Allah, benim Hristos demem.” H.G. Bir hikâye anlatmak için, insana, doğaya, olaya, zamana, acıya yaşama dair aklınıza ne gelirse hepsine ihtiyacınız var. Âdetler, gelenekler, görenekler de insana dair onu anlatmak için en iyi unsurlar bence. Romanımda iki farklı milleti anlatıyorum evet ve bu iki milleti anlatabilmeme, karakterleri yaşatabilmeme bu âdetler çok yardımcı oldu. Ayrıca her zaman yeni kültürler, farklı âdetler ilgimi çekmiştir, bunları öykülerimde, romanımda işlemeyi de seviyorum. Romanımda bu âdetleri karakterlerinin yaşamlarının içine yerleştirdim. Örneğin Alkioni kızını evlendirdi¥ ği gece Meryem Ana ikonasının CUMHURİYET KİTAP SAYI 1075