28 Nisan 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çiğdem Sezer ve İbrahim Dizman’la 30 yıl 30 Hayat üzerine ‘Kitapla, direnci ve umudu vurguladık’ Bu yıl 12 Eylül’ün otuzuncu yıldönümü. 12 Eylül’de yaşananları unutturmak 12 Eylül’ü yaşatmak demek. Yaşananları yeni kuşaklara hatırlatmamak, işkencelere, gözaltılara, fişlemelere gizli bir suç ortaklığı bir bakıma. Çünkü darbeciler tam da bunu istedi: Hatırlamayan, itiraz etmeyen ve daha iyiyi aramayan bir toplum. Çiğdem Sezer ile İbrahim Dizman, işte bu unutturma çabalarına “yaşanmışlıklarla” karşı çıkan bir kitaba imza attı: 30 Yıl 30 Hayat. Toplumun önünde koşmaya çalışan ve aslında arkalarındaki milyonlarca kişiyi simgeleyen 30 kişinin hayatına “darbe merceği” tuttular. Darbenin hayatlarını nasıl da altüst ettiğini, yaşayanlardan “birinci elden” dinleyip kaleme aldılar, aramızdan ayrılanlar için ise yakınlarının tanıklıklarına başvurdular. İki yazarla kitap üzerine söyleştik. Ë Can GAZALCI öyle bir kitap hazırlama fikri nasıl doğdu? İbrahim Dizman: Çiğdem de ben de 12 Eylül’ü yaşayan kuşaktanız. 1920 yaşlarındaydık. Düşlerimiz bir gecede elimizden alındı. Tanık olduklarımız, gözlediklerimiz, yaşadıklarımız sonraki yaşamımızı da belirledi. Hâlâ da belirliyor. Bizim kuşağımız için 12 Eylül bir kırılma noktası. Bunun başkaları için de öyle olduğunu, hatta daha büyük bir kırılma olduğunu biliyorduk elbette. Bunu yeniden anımsatmak, bilmeyenlere anlatmak istedik. Geçen yıl konuşurken doğmuş bir fikirdi, darbenin 30. yılında yayımlanacağı için de 30 simge ad seçtik. yaratmaktı. Bu amacı gerçekleştirmek için hedef seçtikleri kişiler içinden bazı adları seçmeye çalıştık. Akademisyen, edebiyatçı, sendikacı, gazeteci vb. İsimler ortaya çıktıktan sonra da üzerinde aylarca uğraştınız tabii… Çiğdem Sezer: On aylık oldukça yoğun bir çalışmanın ürünü bu kitap. Yorucu oldu elbette ama buna hazırlıklıydık. Kaynaklardan da yararlandık ama esas olarak o insanların kendileriyle, hayatta olmayanların da birinci derecedeki yakınlarıyla görüştük. Onları dinledik, kaydettik, bu kayıtları çözüp metne dönüştürdük. Yer yer öyküleme tekniğini kullandık. Böylece insani durumları daha sahici verebileceğimizi düşündük. İbrahim Dizman: İlk tepkiler son derece olumlu; okur, kendisini o bireyle bütünleştirebildiğini, trajediyi içselleştirdiğini söylüyor ki bu da bizim amaçladığımız bir şeydi. Bir iki ad dışında, metinler kitaplaştırılmadan önce onlara gönderildi, onayları, itiraz noktaları alındı. Yalnızca kaynaklardan yararlanarak yazdığımız iki ad için de gerçekliğe bağlı kalarak çalıştık. “KONUŞTUKLARIMIZIN UMUDU VE SEVİNCİ BİZE DE YOL GÖSTERDİ” En çok hangi görüşmelerde duygulandınız? Örneğin darbenin ardından cezaevinde dövülerek öldürülen İlhan Erdost’un eşi Gül Erdost’la yaptığınız söyleşideki atmosfer nasıldı? Çiğdem Sezer: Görüşmelerimizin çoğunda yaşadık bu duygusal atmosferi. Bireyin olaya bakışı, içinde bulunduğu psikolojik durum çoğu zaman üslubu da belirledi. Gül Erdost’ta da böyle oldu; son derece dik ve onurlu bir duruşu var hayat karşısında. Babaları öldürüldüğünde küçücük olan kızlarını yetiştirip okutmuş. Kendisi de hâlâ aktif olarak sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyor. Ama bir an geliyor, hüzün, acı neredeyse somut bir nesne gibi dolduruyor ortamı. İbrahim Dizman: Diğerleri için de aynı şey söz konusu. İki çocuğunu yitiren Vecihi Timuroğlu ile konuşurken acıyı elle tutulur bir nesne gibi hissetmemek olanaklı mı? Darbeye direnen tek rektör Erdem Aksoy’un çocukları ile konuşurken, bedel ödemenin ne anlama geldiğini acıyla duyumsamamak olanaklı mı? Ahmet Telli’nin şiirlerinin ardındaki büyük acıları, onunla konuşurken duyumsamamak da mümkün değildi. Süleyman Çelebi’nin, cezaevinden babasının cenazesine elleri kelepçeli getirilişini öğrenmek az sarsıcı değildi. Her bölümde acılar var ama yaşama sevinci, geleceğe ilişkin umutlar da okuru sarıyor… Çiğdem Sezer: Haklısınız. Bir kitapla, parçalanmış hayatları bütünleştirmek olanaksızdı belki ama direnci ve umudu işaret etmek olanaklıydı. Bir yandan yaşatılan acıyı, hukuksuzluğu anlatmak; öte yandan, onca haksızlığa ve acıya karşın vazgeçmeyenler olduğunu göstermek... Giderek bireyselleşen, tekilleşen dünyada bunu vurgulamak önemliydi. Dünya onların umurundaydı hâlâ… Onların umudu, sevinci bize de yol gösterdi belki; inandıkları değerler uğruna mücadele etmiş, bedel ödemişlerdi ve geriye baktıklarında utanılacak bir şey görmüyorlardı, kendi adlarına. Tersine, insan olmanın gereğini yapmışlardı ve hayata devam etmek gerekiyordu... Söyleştiğimiz kişilerden biri şöyle demişti: “Oğlum o günlerde henüz ilkokuldaydı. Sonraları, yaşananları daha iyi kavradı. Şimdi yetişkin bir birey. Bir gün bana dedi ki, baba se ¥ Çiğdem Sezer ve İbrahim Dizman yazım sürecinde “Keşke çok daha önce yapsaydık bu çalışmayı” duygusunu yaşamışlar. Çünkü dönemi yaşayan insanların çoğu bugün ne yazık ki hayatta değil. B uğradığı 12’li iki darbenin de öykülerinin seçkilerini yaptım. Onları hazırlarken yaşadığım en büyük yetersizlik duygusu, darbenin dayattığı yaşamın kişilik üzerindeki etkisini yeterince görememek oldu” (Cumhuriyet Kitap, 19 Ağustos 2010). Kitabınız kurmaca öykülerden değil, gerçek yaşamlardan portreler içeriyor ama Yaşar’ın işaret ettiği boşluğu doldurmak üzere önemli bir adım olduğu da aşikâr. Siz de benzer bir eksiklik hissediyor musunuz? Çiğdem Sezer: O dönem anlatılırken “Şu kadar insan asıldı, öldürüldü, yargılandı, işkence gördü, kayboldu” gibi ifadeler kullanılıyor. Kimdi bu insanlar? Hangi psikolojik, sosyal, ekonomik koşullarda yetişmişlerdi? Hayatta kalanlar, nasıl bir yaşam sürdürdü? Yaşadıkları travmanın toplumsal sonuçları yanında istedik ki o insanların kişisel öyküleri, trajedileri de bilinsin. Hamile bir kadının işkence sırasında karnındaki bebeği gözünüzün önüne getirmeden darbenin, işkencenin, hukuksuzluğun ne olduğunu, nelere mal olacağını anlamak olası mı? Bu durum kuşkusuz o kadının tüm yaşamını etkileyecek iz ler bırakıyor. Evet ama bu izler sağcılara da bırakılmadı mı? Seçtiğiniz isimlerin tamamı sol siyasetten ve düşünce dünyasından geliyor. Sağdan hiç isim seçmemenizin nedenini öğrenebilir miyiz? İbrahim Dizman: Sağcılardan da 12 Eylül’ün eziyetine uğrayanlar vardı kuşkusuz. Darbeciler kendini çok akıllı sanarak sözde bir dengeleme yapmaya çalıştı birkaç ülkücüyü de idam ederek. Kuşkusuz işkence gören, idam edilen herkes aynı acılardan geçti ama sağcılar, yukarıda belirttiğimiz ölçüte uymuyordu; onlarla halk arasında darbecileri ürküten türde bir bağ yoktu. İsimleri belirlerken zorlandınız mı peki? İbrahim Dizman: Zorlanmaz mıyız? Yüzlerce ad vardı. Her birinin yaşadığı ötekinden beterdi, dramatikti. Konuştuğumuz, araştırdığımız yüzlerce adın tümü 12 Eylül’ün gerçek yüzünü ortaya çıkaran yaşanmışlıklardı. Bu nedenle çok zorlandık. Bir ölçüt oluşturmaya çalıştık; 12 Eylül’ün amacı, toplumla aydınların ve gençlerin bağını koparmak, böylece kör, sağır, güdülebilen bir halk “12 EYLÜL TOPLUMLA AYDINLARIN VE GENÇLERİN BAĞINI KOPARMAYA ÇALIŞTI” 12 Eylül ve 12 Mart öykülerinden oluşan antolojiler hazırlayan Hürriyet Yaşar, Fethi Naci’yle ilgili yeni kitabı Yazının Gül Dikeni’ni (İthaki Yayınları, Ağustos 2010) anlattığı söyleşisinin bir yerinde şöyle yakınıyor: “Ülkemizin SAYFA 10 Süleyman Çelebi, cezaevinden babasının cenazesine elleri kelepçeli getirilmişti. 12 Eylül mağdurlarından Kemal Anadol (üstte). CUMHURİYET KİTAP SAYI 1075
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle