22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ sızıyor. Yeşil Peri Gecesi’nin anafikri bu. Olmamış gibi yapmak, görmezden gelmek, dolaylı olmak bizim hem toplumsal karakterimiz hem de acıyan yanımız ya da benim için yıllar içinde bir mesele haline geldi. Siyasetten gündelik ilişkilere kadar akıl almaz ölçüde ikiyüzlü yaşıyoruz. Kimi zaman küçük ya da büyük çıkarlar, kimi zaman iyi niyetler bu toplumu ikiyüzlü yaşamaya itiyor. En dürüstümüz bile bir an durup samimiyetle “acaba hiç ikiyüzlü davrandım mı?” diye kendine sorsa, en az bir kere “evet” diyecektir ama hemen gerekçelendirecektir: “Şu nedenle yaptım.” Yani Şener Şen’in Banker Bilo filmindeki ölümsüz repliği gibi “Yaptım ama sor bi kere niye yaptım?” Günahlarımızı unutma, gömme eğilimindeyiz. Tarihimiz bunun açık örneği. Bu konuya çok kafa yoran bazı kişiler gibi ben de bizi Batı toplumlarından ayıran en önemli unsurlardan birinin itiraf etmemek olduğunu düşünüyorum. Hıristiyanlığın temelinde bulunan günah çıkarma, itiraf eylemi, suç ve ceza ilişkisini hayatın odağına koyuyor. Bunun tartışılması gereken yanları yok mu? Elbette var. Ingmar Bergman pek çok filminde bunu tartışır örneğin. Ama bütün aksayan yanlarına rağmen itiraf insanı açıklığa, berraklığa dolayısıyla toplumu insancıl bir düzene ve hadi çok iddialı olalım demokrasiye götürüyor. Oysa bizde unutalım gitsin anlayışı var, üstelik çoğu zaman iyi niyetle. Bizde itiraf müessesesinin olmayışını kurumaya bırakılan çıbanlara benzetiyorum. Teninizde çıban çıkarsa iki yol var: Ya acı çekmeyi göze alıp çıbanı keser, cerahati akıtırsınız ya da kurumaya bırakırsınız. Ama çıban aslında kurumaz, kiste dönüşür, kalıcılaşır ve varlığını sürekli hissettirir. Bizim bireysel ilişkilerimiz de toplumsal tarihimiz de kiste dönüşmüş çıbanlarla doludur. Türkiye’nin resmi tarihi yokmuş gibi yapılan toplumsal günahların tarihidir. Ermeni tehcirinden 67 Eylül olaylarına, 12 Eylül’den Maraş olaylarına, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardan pek çok gencin idamına, Dersim katliamından Madımak yangınına kadar her biri artık varlığını inkâr edemediğimiz büyük günahlar. Bütün bunlar bir araya gelince karşımıza bir utanç tarihi çıkıyor. Günahlarımızla, utançlarımızla yüzleşecek cesaretimiz yok. Ama bu nedenle huzurumuz da yok. Dersim katliamı nihayet kısmen konuşulur hale geliyor ama 1937’de Dersim’i bombalayanlardan biri olduğu için madalyayla ödüllendirilen Sabiha Gökçen’in adının İstanbul gibi bir şehrin ikinci havaalanına verilmiş olmasından duyduğumuz rahatsızlığı yeterince açık konuşamıyoruz. Hâlâ pek çok kişi (üstelik de akıl fikir sahibi olduğu düşünülen) Madımak’ta yakılarak ölenler anıldığında “eski defterleri açmayın” diye bağırabiliyor. Sadece utanılacak değil gülünç de bir tarih yazıyoruz. Youtube hakkımızda olumsuz görüntüler içerdiği için yasaklanıyor ama Youtube’u bir tek biz izleyemiyoruz. Yani bizim hakkımızda söylenenleri bütün dünya görüyor ama bizi yönetenler hayır siz bakmayacaksınız diyebiliyor. Neyi kimden saklıyoruz? Durumumuz öyle gülünç ki biri sizin için burnu çarpık diyor diye evinizdeki aynaları yasaklıyorsunuz, buna benziyor. Burnunuz gerçekten çarpıksa görün, aynaları yok etmek burnunuzu düzeltmez. Bu nedenle eski defterleri açalım, yüzleşelim, kisti kesip çıkaralım. Evet, acı çekeceğiz ama huzur bulacağız. Huzur için acı çekmeye değmez mi? Hayatta bir kurban olarak var olmuştu. Kurban olmayı kabul etmeyebilirdi ama etmişti… Mağdur ve romantik görünmek de hoşuna gidiyordu. Neden yeğliyor bunu? Çünkü kolay. O paragrafın tamamını hatırlayacak olursak, YPG’nin kadını kurban olmamak istiyorsak cesareti seçmemiz gerektiğini söylüyor. Ama cesaret kolay bir şey mi? Hiç sanmam. Cesur olamadığımız için ikiyüzlü değil miyiz? Romanın son bölümünde kadına yardım eli uzatan Selda da cesaretin ancak göstermemiz gerektiği zaman imkânsız olduğunu anladığımız bir erdem olduğunu söylüyor. Mağduriyetten çıkışın gerçekleştiği an, bu imkânsızlığı kırdığımız andır, bir sonraki adımı atabilmektir. Cesaret, tek ama en güç adımdır. Çünkü cesur olup adım atmakla iş bitmez, tıpkı bu romanda kadının hikâyesinde olduğu gibi yüzleşmenin veya ifşa etmenin getireceği sonuçlarla baş etmek gerekir. Zaten bu sonuçlardan korktuğumuz için, baş edemeyeceğimizi, altında kalacağımızı düşündüğümüz için cesaret edemeyiz. YPG’de kadın için bu cesaretin sonrası bir ölümkalım meselesidir ve anlatıcı kadın sonuçta insandır ve ölümden korktuğunu söyler. “ŞİDDET, HAYATIN VAZGEÇİLMEZ ÖĞESİ HALİNDE...” Annesine öfkeli... Et benli, yüzünde bomba patlamış amcası Süleyman ile babasını aldattığı için annesine öfkeli en çok... Baba kaybının üzerine annesizlik yaşadığı için öfkeli... Babası... Annesini öldüresiye dövdüğüne şahit olmuştu... Annesinin sonradan boşayacağı ikinci kocası, üvey babası Ekrem ve bir o kadar manyak tutucu oğluyla yaşıyorlar, dayak yiyor onlardan. Annesi Ekrem’den sonra Can’la yaşıyor... Sahtekâr bir Türk’le yaşıyor derken... Dayak yiyince kaçıyor ve tanıştığı Alman şoförle evleniyor. Manevi ve fiziksel şiddet olgusu hiç eksilmiyor yapıtta ve şiddetin lanetlenmişliğinin yanı sıra o batası kanıksanmışlığı da dudak uçuklatıyor… Şiddet yazık ki hayatın vazgeçilmez bir öğesi hâlâ ve romana yansıması da tesadüf olmasa gerek… Anlatır mısınız? Bir tanıklık sonucunda mı yazdım diye soruyorsanız, evet, yeryüzünde bu çağda yaşayan herkes kadar ben de kadın ve şiddet ikilisinin tanığıyım. Şiddete maruz kalan kadınların hikâyeleri giderek artıyor. Her gün en az bir kadına yönelik şiddet haberi okuyoruz gazetelerde, hatta bazen üç dört olay aynı gün cereyan ediyor. Bazen kanımızı donduruyor, adam hamile karısının burnunu kesiyor örneğin. Uzmanlar basına yansıyanların buzdağının ucunun ucu olduğunu söylüyorlar. Bu, şiddetin günümüzde daha çok yaşandığı anlamına gelmiyor. Çeşitli sosyal düzenlemeler ve anlayış değişikliği nedeniyle daha çok haberdar oluyoruz, yoksa kadına ve çocuklara yönelik şiddet hiç yeni bir şey değil. Duyduklarımız da genellikle alt sınıf hikâyeleri. Alt sınıf kadınların hayatında şiddet öylesine yaygın ki insanlık onuru tümüyle çiğneniyor. Fazlasıyla Ayfer Tunç’un kitabında manevi ve fiziksel şiddet olgusu hiç eksilmiyor. Şiddetin lanetlenmişliğinin yanı sıra kanıksanmışlığı da dudak uçuklatıyor… Şiddet yazık ki hayatın vazgeçilmez bir öğesi hâlâ ve romana yansıması da tesadüf değil… gurur incitici, kadının kendine olan saygısını harap edici, travmatik hikâyeler olduğu için üst sınıf kadınları “olmamış gibi” yapıyor. Üst sınıfın şiddetinde kaba şiddet kadar aşağılama, dövmekten alınan marazi bir zevk, kadının gönüllüsü olmadığı bir sadist ilişki kokusu oluyor genellikle. Örneğin bir adam (gerçek bu anlattığım) karısını adamakıllı dövdükten sonra, duvara yüz kere “ben yanlış bir şey yaptım” diye yazmasını emretmiş. İşin acıklı yanı kadın da yazmış. Bütün bunlar Ortaçağın çocuk eğitme hikâyelerine benziyor. Kadını cezayla yola getirilmesi gereken çocuğumsu bir varlık olarak görmek üstünde iktidar kurmanın en zavallıca yolu. Bu kadar çok şiddet konulu habere maruz kalmak, yığınla makale okumak, pek çok hikâye dinlemek ve pek çoğunun gizli kaldığını bilmek bende ciddi bir rahatsızlık yarattı. Bu nedenle tanıdığım kadınların yüzlerinde en ufak bir bere görsem “Acaba o da mı?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Ama bu kitapta şiddet ana konu değil, vahim bir sonuç. Çünkü bu türden bir travmalar serisini anlatıyorsanız şiddetin varlığını işaret etmeden anlatmak mümkün değildir çünkü iktidarın olduğu yerde şiddet az ya da çok muhakkak var. APSENTİN VAADİ... Yeşil Peri gecesiydi diyor... Tam da çıplak resimlerinin olduğu Phoenix adlı dergiyi amcasına ulaştırıp ezberini bozduğu günü... Sonra yakın arkadaşı, daha sonraları kanserden elinde vefat eden Gün ve Kubi ile evde felekten obur bir gece de Yeşil Peri gecesi… Apsent cahiliydi hepsi... Yeşil Peri’yi bolca hüzün gelgitleriyle içmiştiler, kafalar iyi, ruhlar sakince, umursamazcaydı... Yeşil Peri kıyaktı! Yeşil Peri itiraftı, deşarjdı, kaygılardan sıyrılabilinen nadir anlardı, ne dersen o idi... Yeşil Peri berbat hayatta, güzel olan nadir anlar mıydı? Açar mısınız yeşil peri gecesinin anlamını? Yeşil peri apsente verilen adlardan biri. Apsent pelinotundan elde edilen, vücutta marihuanaya benzer bir etki yaratan, özellikle 19. yüzyılda halisünasyon gördürdüğü, daha doğrusu kafa yaptığı için çok popüler olmuş, sonra da öldürücü oluşu nedeniyle yasaklanmış bir içki. Bugün de apsent var ama yeni içeriğiyle öldürücü değil. Prag’a gidip de apsent almadan dönen çok az örneğin. Ama bu romanda apsenti daha doğrusu yeşil periyi kullanmamın gerekçesi apsentin vaadidir, yani halisünasyon. Romanda sanrı sözcüğünü tercih ettim. Sanrı kadın ve yakın arkadaşı Gün için acımasız hayattan kaçmanın bir yolu, tıpkı kocası Osman ve budala arkadaşlarının gündelik gerçekten kaçmak için esrara sığınmaları gibi. Kafa yapıcı maddelerin tercih sebebidir bu, bir süreliğine gerçeklikten kaçmak. Gerçeklik başedilmesi gereken durumlar ve irade gerektiren kararlar içerir ve zayıflar için hayat acı vericidir. Belli bir kuşak ve sınıfın gerçekten kaçışlarını, iradelerini eriten bir sanrılar dünyasına gömülmek arzularını vurgulamak için apsentin romantik adı olan Yeşil Peri’yi tercih ettim. “Ezcümle, herkes varlığındaki boşluğu doldurmak istiyor. Dolduramadan ölüyor. Ama uğraşma boşuna, o boşluk dolmaz! Varolmanın boşluğu o! Dolsa biz, biz olmayız!” Finale doğru ilginç bir tespit… Temel soruların yanıtlarından biri olduğu söylenebilir. Bu sorunun bir psikolojik bir de felsefi zemini var. Psikolojik zemin benim diğer yapıtlarımda da sık sık başvurduğum bir alan. Örneğin TaşKâğıtMakas ya da Evvelotel’de varoluş boşluğuna ilişkine pek çok gönderme var. Bu boşluk benim edebiyatımın temelini oluşturuyor. Varlığımızdaki boşluğa hepimiz farklı isimler koyarız, mesela ruh ikizidir bunun adı veya elmanın öbür yarısıdır. Aşkın bu kadar yüceltilmesinin veya her türlü kopuş, ayrılık ve kaybetmenin bu kadar feryat figan sergilenmesinin nedeni budur. Popüler kültür bu boşluklarımızı pek güzel sömürür. Bu boşluğu illa ki aşk gibi basit bir tema ile doldurmak şart değildir. Bir aidiyete bağlanma da bu boşluğu doldurma çabalarındandır. İdeolojiler bu anlamda kuvvetli bir işlev görürler. Felsefi olarak da çok kurcalanan, üstünde düşünce üretilen bir zemindir bu boşluk. YPG’de sık sık atıfta bulunduğum Bir kitabının adı Doğmuş Olmanın Sakıncası olan Cioran örneğin, yazılarının hemen hepsinde bu boşluğu anlama çabası var. Son sorum Turhan Ağabeyden: “Nedir yeni tasarılar Ayfer? Dizi çalışmalarından tam anlamıyla özüne yani edebiyata tıpkı bu romanınla olduğu gibi böyle dönmeni bekliyoruz…” Siz de lütfen Turhan’a iletin, bana haksızlık etmesin, altı senede dört kitap yayımladım. Ayrıca da müjde, uzun bir süre TV yok... ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Yeşi Peri Gecesi/ Ayfer Tunç/ Can Yayınları/ 472 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1075
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle