06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kiran Desai ile ‘Kaybın Türküsü’ adlı romanını konuştuk Raasta roko* Hindistan! Hint asıllı yazar Kıran Desai’nin Kaybın Türküsü adlı yeni romanını okuduğumda şaşırdım doğrusu. Önyargılı değildim ama yine de romanını beklemediğim kadar başarılı bulmuştum. Beklemediğim kadar diyorum çünkü iki dezavantajı vardı gözümde; biri ünlü yazar Anita Desai’nin kızı olması ikincisi de Orhan Pamuk’la birlikteliğiydi. Bakalım, göreceğiz dedim ve gördüm! Usta eleştirmenlerin görüşlerini okumayı da sabırsızlıkla bekliyorum. Doğayla iç içe bir yazar Kıran Desai. Doğa ile ritüel gibi, ayin gibi dans ediyor kelimeleri. Doğu’nun daima içselinde gömülü, konuşlu algısı kimi zaman serkeş de ediyor kalemini. Kurgu dünyasında gerçeğin hırpani izlerini sürüyoruz bu sayede... Kasvetin de en az gün ışığı kadar değerini biliyorsunuz satırlarda ilerlerken. Kançencunga adlı buzdan yontulmuş uzak bir tepede başlıyor roman. Zırdeli bir hayat kovalamacası içinde gelişiyor. Yakında veya uzakta nerede olurlarsa olsunlar, göbekten bağlı ruhların romanı Kaybın Türküsü. Çayın deminde, sloganların harında, özlemin kekreminde, kokmuş peynirin bakterisinde, biberin dil ucundaki acısında, yapboz haritaların yamacında, silahların gölgesinde, acının oyuğunda, hayat mücadelesinde, insan doğasında buluşuyor öyküleri... Her insan bir dünya ise dünyayı okuyoruz Kaybın Türküsü’nde. Kiran Desai ile romanını konuştuk, söyleşinin sonlarına doğru odaya giren Orhan Pamuk’a da bir selam çakarak… SAYFA 4 Ë Gamze AKDEMİR arakterlerin yoğunluğuyla başlamak istiyorum söyleşiye en önce. Ortak ve ayrıksı noktaları konuşalım. Hepsi birbirine nerede olurlarsa olsunlar aslında göbekten bağlı… Biri diğerini düşürüyor söze… Şimdi Sai… Kontrolü elinden her an uçup gidiverecek denli kırılgan ama o ölçüde de azimle hayata tutunan bir karakter… En önce o olsun imlenecek olan… Sai’nin babası bir uzay pilotu. Anne ve babası Delhi’de tanışmış ve sevişerek evlenmişler. İkisi de Batılı eğitim almış, Zerdüşt ve Hindu’nun laik aşkı onlarınki. Cesur ve özgür… Hayalleri vardı herkes gibi. Bir otobüs kazasında öldüler. Kızları Sai o sırada nefret ettiği St. Augustine Manastırı’nda yaşıyor. Akrabaları da reddetmişti annesini ve dolayısıyla onu. Yapayalnız kalmıştı. Sevecenlik dışında her şeyi sineye çekebilen bir yapısı var. İngiliz rahibelerinin yetiştirdiği Batılılaşmış bir Hintli, Hindistan’da yaşayan yabancılaşmış bir Hintli Sai. Tek yakını yanına yerleştiği büyükbabası Yargıç Jemubhai Patel. “HİNDİSTAN CADI KAZANI GİBİ” Yargıç Patel de başlı başına roman olur… Öyle, zaten romandan da epey rol çalıyor. Köpeği Mutt’a gösterdiği şefkati herkeslerden esirgeyen bir adam. Gençliğinde ihtirasla İngilizleşmeye çalışan bir öğrenci. O zaman da şimdiki gibi kötümser ama hiç değilse içi tam ölü değil. Karısından hiçbir zaman memnun olmamış, fazla köylü bulmuş, utanmış, şimdi ait olduğu sınıfın cemiyetine onu hiç sokamamış. Bu yüzden, dövmüş, sövmüş. Köyünde adeta seçilmiş insan ama mo K “NE KADAR FARKLI VE NE KADAR AYNIYIZ...” Bu bağlamda romanınız yer yer bir belgesel havasına da bürünüyor. Farklı insanların, farklı tiplemelerin belgeseli gibi evet... Çünkü Doğulu veya Batılı olan ya da olmayan insanların farklı yollardan göçmen hareketini, sistemle, sistemlerle başa çıkış yöntemlerini yazmayı çok istedim. İnsanlığını bütünüyle kaybetmiş Yargıç karakterinin bakış açısı da bunun içinde. Biju’nun emekçi bakış açısı da. Sai de, Said Said de… Kahramanların hepsi yaşayan insanlar, ben onlara kurgu demiyorum, biliyorum ki bir yerlerde yaşıyorlar ve umuyorum ki başarıyorlar. Sai’nin mücadelelerinden biri aşk mesela… Hatta National Geographic’te resmini gördüğü, hakkında okuduğu o dev mürekkepbalığının yalnızlığı, bu anlamda kendi yalnızlığını çağrıştırıyor Sai’ye... Aşkın olağan durumlarını çağrıştırıyor... Matematik öğretmeni Gyan’a âşık. Aşk’ı tanımlıyor süreç içinde Sai, epey melankolik bir yaklaşımla. Ona göre aşk, duygunun kendisinden çok onun sızısı, beklentisi, inzivası ve çevresindeki şeyler. Empati duygusu hayli güçlü bir roman Kaybın Türküsü... Umuyorum ki öyle. Kendine pay biçmeler, anıştırmalar, çağrışımlar... Ne kadar farklı ve ne kadar aynıyız dedirtiyordur diye umuyorum. Romanda dünyanın farklı köşelerindeki öyküleri birbirinin koşutunda yazarken bunu da amaçladım. Bir ana kahraman da ev; Ço Oyu... Sıkı bir metafor... Evin sesi, soluğu, ıslık çalan boruları, o yarı bozuk tesisatı... Ço Oyu maceraperest bir İskoçyalı tarafından yaptırılmış, azametli ama şimdilerde kırık dökük bir abide gibi... Evdeki her eşya da kalitenin ya yoksul bir taklidi ya da eskimişi, yıpranmışı, parça parça olmuşu... Tıpkı hayatlar gibi... Ço Oyu’yu o bölgedeki benzer evlerden esinlendim. Uzun yılların izlerini üzerinde taşıyan evler bunlar. Dünya değişti, Hindistan değişti ve o evler hâlâ orada, zamana direniyor. Teyzem bu evlerden bir tanesinde yaşıyor mesela. Etraftaki manzaraya, tüm o fotoğrafa baktığınızda geçmişi tüm sınıfları, yaşayışı ve yutulan veya birbirine karışan kültürü görüyorsunuz. Yemekler... Çaylar... Hindistan’ın mücevherleri... Yemekler de insanlarının ruh hallerine eşlik ediyor; bahaKiran Desai kitabının farklı insanların, farklı tiplemelerin belgeseli gibi olduğunu söylüyor. Yukarıda Gamze Akdemir’le... ratlı, körili, acılı, ek ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1074 dernliği sadece ve sadece kendi için benimsemiş. Herkesle bağını koparmış. Hayıflanıp dursa da, surat asıp dursa da, gönüllü bir izolasyon içinde yaşasa da ne mutlu ne de mutsuz! Derinlerindeki ikiyüzlülükle de, suratsız ihtiyarla da, korkularıyla da öyle ya da böyle barışık. Yaşamla kendi yöntemleriyle, kendi boyutu ve kozasında yaşayarak başa çıkmakta ustalaşmış. Aşçı ve göçmen oğlu Biju’nun öykülerini de koşutunda takip ediyoruz roman boyunca… Aşçı, oğlu Biju’yu daima düşünen, özleyen, ömrünce çalışmış ve hep yoksul kalmış, beladan hep uzak kalmaya çalışmış, polisten, sistemden ödü patlayan bir adamcağız. Oğlu Biju ise 19 yaşında, çalışmaya gittiği New York’ta kendini kurtarmaya çalışıyor her göçmen gibi, kendi Amerikan Rüyası’nın peşinde. Nefret ettiği Pakistanlıyla benzer kaderi taşıyan bir emekçi. Çoğu zaman yalnız olsa da bir iki arkadaşı var ki film gibi ve hepsinin kendini kurtarma motivasyonu da farklı… Tabii, tabii… Mesela Said Said… Biju’nun yakın arkadaşı... O da göçmen... Kendi deyimiyle önce Müslüman, sonra Zanzibarlı sonra da müstakbel Amerikalı... Evleniyor yalancıktan bir kızla, adı Toys... Göçmen olmanın zorluklarını yaşasa da umudu, yaşama sevinci inanılmaz derecede diri... Amerika’ya en uyum sağlamış karakter. Biju’nun mutfaktaki bulaşıkçı göçmen arkadaşı, green card’ı (yeşil kart) intikam için almak isteyen Achootan ise öyle değil. Diyor ki; “Senin baban benim ülkeme gelip benim ekmeğimi aldı, şimdi de ben senin ülkene geldim ve ekmeğimi geri alıyorum.” Onun motivasyonu da bu. Sai, Sai’nin aşkı, yargıç, aşçı, Biju, Said Said, Achootan ve diğer karakterleri düşündüğümüzde birbirlerinin neredeyse zıddı olsalar da bütünleniyorlar… Sadece roman çatısı anlamında söylemiyorum… Bu zıtlığı, bu çatışma koşutunda bütünleşmeyi ve size bir yazar olarak sağladığı olanakları sormak istiyorum. Hepsinin öykülerinde bir arayış baskın, hedefleri, hayatla başa çıkma yöntemleri ve duruşları farklı olsa da hayatlarının ipinin ucunu kaçırmak üzere olduğunu hissediyor ve bunun sonucunda panik atak geçirircesine sarılıyorlar hayata... Bir yazar özellikle de bir göçmen yazar olarak arzum karakterleri anlamlı öyküler eşliğinde olabildiğince yalın ele almak, onların önüne seçenekler koyarak mücadelelerini yansıtabilmekti. Kendi gerçekliklerinde insan olmanın olağan ikilemlerini yaşıyorlar. Hindistan coğrafyasında çok çeşitli kitleler, inanışlar, dinler söz konusu ve ne yazık ki çoğu kez de cadı kazanı gibi. Bu, yazara çok sayıda farklı karakter, öykü ve yaklaşım sunuyor. Bir yazar için ne kadar heyecan verici olduğunu tahmin edersiniz.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle