06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ten çocuklar mı bu coğrafyada? Türkiye dahil bu coğrafyada çocuklar, kendi çocukluğunu yaşayamıyor. Çocuklar her şeyden önce abilerinin, anne veya babalarının ya da arkadaşlarının öldürülmesine, yaralanmasına, sakat kalmasına tanık oluyor. Onlar için herşey önemini yitiriyor. Onların oyunu, eğitimi, beslenmesi, hayali ikincil bir değer bile taşıyamıyor. Yıllar önce televizyonda izlediğim Filistinli bir baba oğul’un evlerine giderken, İsrailli askerlerin açtığı ateşle ölen babanın görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyor; ya o çocuk diyorum, yaşıyorsa şimdi ne yapıyor? Bu minval üzere çocuklar bu coğrafya üzerine oynanan oyunlarda baş aktör olarak değil; baş kurban olarak tarih sahnesindeki yerini alıyor. “ŞİİR, YARALI PARMAĞA İŞEMEKTİR” “Kültür” gibi daha pek çok kavramın anlamının egemenlerce değiştirildiğine ilişkin (şiir dahil) kaygılarınız var, belki de daha öte ne dersiniz?.. En başta “kültür” diyelim de sonra kademe kademe ilerletelim egemenlerin kavramları değiştirme, giderek içini tamamen boşaltma meselesini. Emperyalizm, başka alanlardaki sömürü düzeneklerinin daha rahat uygulanması için en uygun zemini kültüre ilişkin (kuşkusuz şiir dahil) araç ve gereçlerle hazırlar. Bilinenlerin tekrarına düşmeden şunca senelik modernizm serüvenimize dönüp bakmak yeterli sanırım. Ama kitap “Ortadoğu’ya Şiirler” alt başlığını taşıdığı için, “oryantalizm”i öne çıkarmalıyım. Biliyoruz ki oryantalizm temel emperyalist niyetleri haklı göstermek üzerine inşa edilmiş bir kurum. Amerikanın Irak işgaliyle oraya “demokrasi” taşıma iddiasını unutmayalım. Sorunuzdaki “kültür” vurgunuza dönersek, kısaca şunu diyebilirim kendi coğrafyasına, kendi kültürüne birer yabancı birey yaratma projesi, bu başta kültür olmak üzere pek çok kavramın değiştirilme ve dönüştürme meselesi. Kendimi de işin içine katarak, “Türkiye ve Ortadoğu aydını da (en azından başlangıçta) teşneymiş bu işe” demekten de kendimi alamıyorum. Son sözü Edward Said’e bırakmak en iyisi: “Bizim asıl yapmamız gereken, hikâyemizin bütün dünyaca bilinmesi ve anlaşılmasını sağlamak.” Alışık olduğumuz (günümüzde özellikle) şiir insanı anlayışı dışında “sorumluluk” ve “vicdan” sahibi bir şair yapınız var. Bunu düzyazılarınızda da görüyorum. Bu bağlamda Meydanda Kalalım’ın şiir anlayışınızı yansıttığına inanıyor musunuz? Şiir poetikanızı da açarak neler söylersiniz? “Alışık olduğumuz şiir insanı anlayışı” tespitinizi önemli buluyorum bir kere. Çünkü sizin, benim, herkesin (şairin ve okurun) bilinçaltına kazınmış bir “şiir insanı” algısı var memleketimizde. Sanki şiir havada, boşlukta bir yerde durup duruyor, eh şairler de buradan şiirler devşiriyor. Tıpkı Nef’i’nin o da bağlamında koparırsak ünlü “tuti mucizei guyem” dizesinde olduğu gibi. Yani şair mucizeler saçan bir papağan. Bağlamından koparıp diyorum, çünkü alt okumalarda Nef’i bu sözleri söyleyenin kendisi olmadığını, bunları kendisine ilahi bir gücün (tanrının) söylettiğini savlar hiç değilse. Ama biz tuttuk bu işi 2000’lere taşıdık. Böyle düşünenler hâlâ var. Onlara karışamam. Zira ben ev sahibine kirayı ¥ ğer. Oyunun baş aktörleri gerçek Yekta Kopan’dan öyküler Bir de Baktım Yoksun Yekta Kopan Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri adlı yapıtıyla 2002 yılında Sait Faik Öykü Armağanı’nı, Karbon Kopya yapıtıyla da Dünya Kitap 2007 Yılı Telif Kitabı Ödülü’nü aldı. Bir de Baktım Yoksun adlı öykü yapıtında altı öykü yer alıyor. Yazar, öykülerini benöyküsel anlatımla, birinci tekil kişi ağzından yazıyor. Her öykünün başında bir alıntıya yer veriyor. Ë Hasan AKARSU armaşık” öyküsünde, Goncagül adlı kedisinin yokluğunu ayırt ederek işine gitmeyip onu aramaya çıkışını ve karşılaştığı durumu anlatıyor. Çevirmen olarak çalışan anlatıcı, o gün yayınevine gitmiyor. Eşi Melek’le Goncagül’ü sokaktan alıp büyüttüklerini anımsıyor. Sacayağı Sokağı’nda bulunan dedesinin evini unutamıyor. O sokakta ünlü bir ev var: Yeşil Ev. Terk edilmiş ve düşlerinin korkulu, büyülü evi olan Yeşil Ev’in bahçesinde kedisini ararken bir düş görüyor. Düşünde, babası oradaki bankta oturuyor ve onu da yanına çağırıyor. Babası, Şişhane’ye doğru gidip yazmak için notlar toplayacağını söylüyor. Söyleşilerinde, babaoğul hesaplaşmasına tanık oluyoruz. Anlatıcı, bir baba düşüyle konuşurken, babasını dinliyor: “ ‘Evet oğlum, sonunda anladın işte.’ Kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa kalktı, kimi zaman arkadaşlarıyla evde içerdi ben çocukken, gecenin bir vakti kalkar teatral hareketlerle anılar anlatırdı, işte beni o zamanlara götüren bir ses tonuyla elini kolunu savurarak konuşmaya başladı. ‘Ben babanın ruhuyum. Geceleri dışarıda dolaşmaya, gündüzleriyse alevlerde çile doldurmaya mahkumum’. Yine aynı şeyi yapıyordu, dalga geçiyordu benimle. ‘Yapma’ dememe aldırmadan devam etti” (s. 26). Babanın gizli geçitten geçerek yazı yazmaya gitmesi, Yeşil Ev’in yürümesi gibi olağanüstülüklerle sürüyor öykü. Anlatıcı, İstanbul’u da kişileştiriyor, konuşturuyor: “Ben de gözümü kapadım. İstanbul konuşmaya başladı. Beşiktaş iskelesinde dişsiz bir adam martıları besliyordu, torbalar dolusu akciğer vardı yanında, martılar havada kapıyorlardı kanlı et parçalarını… Geceleri bir barda otoparkçılık yapan adaölüm haberini alınca İstanbul’a dönüyor ve aradan altı yıl geçse de unutamıyor Yekta’yı. “Kırmızı” adlı öyküde, anlatıcı ile Ayfer’in ilişkisine tanık oluyoruz. Ayfer, kırmızı kabanıyla ilgi çekiyor. Pangaltı’da buluşup Harbiye’den ve İstiklal Caddesi’nden geçerek Tünel’e değin yürüyorlar. “Uzun bir cümlenin içinden geçer gibi” geçiyorlar İstiklal Caddesi’nden. Muzaffer Bey’in dükkânına gidiyorlar, onun özgeçmişini dinliyorlar. Yetmiş üç yaşındaki bu Boşnak, Almanya’da tüm parasını tüketmiş. Ressam Edward Hopper’e tutkun. Ayfer, yazacağı öykünün peşinde olup öyküsünü ve kahramanını belirliyor böylece. Kahramanı anlatıcı olan öyküsünü yazmaya hazırlanıyor. “Battaniye”de, anlatıcıyı, annesini ve kızı Ezgi’yi tanıyoruz. Üçü de bir balıkçı meyhanesinde oturup söyleşiyor, anlatıcı eşinden boşanmış, hüzünlü. Çok rakı içiyor, ölmüş olan babasını anıyor. Kızı Ezgi’nin tiyatroya tutkun oluşuna seviniyor ve evlilik düşü kuruyor. İçkili olarak eve gidiyor, uyuyor ve Ezgi’nin çığlığıyla uyanıyor. Annesi sayrılanmış olup hastanede ölüyor. “Kertenkele”de anlatıcının bunalımları yansıtılıyor. Anlatıcı, bir haftadır sokağa çıkmamış, işyerinden iki hafta izinli. İlk kez çıkıyor; ama kentin hızına yenik düşeceğinden kaygılanıyor. Kendisini kertenkeleye benzetiyor. “İyi Uykular” öyküsünde de ölen babayla anlatıcının hesaplaşması yansıtılıyor. Anlatıcı, “Seni yaşatmam mümkün değil” diyor babasına. Onunla yaşadığı yıllar geçiyor gözünün önünden. Cenaze töreninin nasıl olduğunu anlatıyor babasına. Baba öğüdüne, baba sözüne uyacağına söz veriyor. “Paçasına bulaşan çamuru temizlemek için bile eğilmeyeceğini” söylüyor. ? Bir de Baktım Yoksun/ Yekta Kopan/ Can Yayınları/ 160 s. “S Yekta Kopan mın horultusu yükseldi Dolapdere’deki bir bodrum katından… Aklım Eminönü’ne gittiği anda, aklım babam olduğu anda İstanbul sustu…” (s. 32). “Portobello 22” adlı öykü, adını Londra’da bir yer adından alıyor. George Orwell’in evi de orada bulunuyor. Anlatıcı, altı yıl önce gittiği Londra gezisini (3 Mayıs 2003) yazarak bir yükten kurtulmak istiyor. Adı geçen yerde duraksayıp fotoğraf çekiyor, kitaplara bakıyor, babasını düşlüyor. Babası on dört yaşındayken Berlin’de okuduğu, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı kitabını armağan ediyor ona. Anlatıcı, bu kitabı Orwell’in evinin önünde okurken yanına Türkçe konuşan bir kız geliyor ve onunla tanışıyor. Onun da adı Yekta. Böylece iki cinsiyetli adı taşıyıp birlikte yemek yiyip içiyorlar. Tiyatro oyunu yazan kıza tutuluyor anlatıcı. Ertesi gün Freud’un evi önünde buluşma sözü veriyorlar ama anlatıcı, babasının yetiştirmek zorundayım. Çocuk okutuyorum ve okuttum, faturaları ödemek durumundayım... Kısacası kapitalizmin küresel formuyla tanıştığımız 2000’lerin koşulları herkesi olduğu gibi şairi de bulunduğu yere, konuma göre oraya buraya savurdu. Neticede ben de eskisinden daha fazla içinde bulunduğum topluluğun, sınıfın insanı oldum galiba, şiirimi de kendime yakın olan yerlerden devşirdiklerimle kurdum, kurmaya çalıştım. Sonradan yazdığım tüm şiirlerin habercisi olan ilk kitabım Göl’den bu yana da bu farkındalığı sürdürmeye çalıştım. Sözgelişi, İstanbul Yolcusu Kalmasın’da göç duygusu, Yer Gece Din lenir’de sanayi öncesi yaşamalar, Gümüş Ten Fotoğraf’ta da küçük vilayet ilişkileri özneydi. Fakat Meydanda Kalalım’da dahil poetika bahsinde fazla veya derin bir şey söyleyecek durumda değilim. Zaten bana da düşmez sanısındayım. Belki “şiir de bir yaralı parmağa işemelidir” diye özetleyebilirim. Yalnız herkesin “yaralı parmak” algısı ve işeme biçimi kendine özgü olmalı, o başka. Son olarak günümüz şiiri ve şiir ortamı için ne dersiniz? Bu konuda da bir “Terviye”ye gereksinim var mı? Sorularınızdaki özen sizin de şair olmanızdan kaynaklanıyor, bunu hep hissettirdiniz bana. Ancak bu sorunu zu yanıtlamakta zorlanıyorum. Nedeni ne olabilir diyorum kendi kendime? Ya gerçekten söyleyebileceğim dişe dokunur bir şeyler yok ya da kendimi yetkili görmüyorum, belki de her ikisi. Belki şu denebilir, şiirin bir ortama, bir terviyeye (kurban bayramı arefesinden önceki gün, başka anlamları da var ama şiiri ilgilendirmesi bakımından şunu da almalıyım: Sulama, bol su verme, bir işi yaparken enine boyuna düşünüp taşınma) veya bir öneriye ihtiyacı yoktur, galiba ben tam olarak böyle düşünüyorum. ? Meydanda Kalalım/ Yavuz Özdem/ Şiirden Yayınları/ 60 s. SAYFA 15 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1074
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle