22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Hüseyin Köse’yle ‘Orada Olmayan Adam’ üzerine ‘Şair, ses ve duyguları montajlar’ İlk kitabı Üzülmüş Evler Kraliçesi ve ikincisi Mahvedici Melek’le okurla buluşan Hüseyin Köse’nin kitapları şiir ağırlıklı olsa da bir yanıyla türötesi özellikler taşır; tıpkı Orada Olmayan Adam gibi. Köse ile üçüncü kitabı Orada Olmayan Adam üzerine konuştuk. Ë Hüseyin ALEMDAR evgili Köse, mademki şu an Yeşilçam’ın ortasında bir yerdeyiz, gel istersen filmler ve yüzlerle iki günlüğüne Orada Olmayan Adam tadında kendimiz olalım: Anayurt Oteli bir Ömer Kavur’dan A Ay bir Reha Erdem’e, Kader ve Masumiyet bir Zeki Demirkubuz’dan Uzak bir Nuri Bilge Ceylan’a şiirsinema iç içeliğinde kitabına nasıl bir fragman çıkarabilirsin? Aslında serüveni somut bir kitap projesiyle sonuçlanmadan hemen önce kim bilir belki de çok önce azaplı var oluş cumhuriyetinin genetiğine kayıtlı bir şeydi, türler ötesi bir vakıaydı Orada Olmayan Adam benim için. Kadim yaşamın gözden düşmüş enfes parıltısıydı ilk zamanlar, sonra biz gitgide bir ve aynı tarzların tekrarından mürekkep rutinlere doğru biriktikçe, daha bir flulaşan hayatın bir ilk nedeni, ardından ta kendisi oluverdi. Bu ülke coğrafyasında bir yolunu bulamayıp da gereği gibi evden kaçamayan kimse, bu kimse bir de yeniyetmeyse doğaldır ki ilkin filmlere ve şiirlere saklar kendini; onlarla yaşar onlarla avunur bir süre. Kaçarken perdeden ve şiirden biriktirdiklerimiz ki genellikle hayat parçalarıdır. İşte, bu her zaman tamamlayıcı ve eksikliğini duyduğumuz hayat ve an parçaları, Lacan’ın demesiyle “objet petit a” bir durumdur denebilir; 25 kare ahlarla eyvahların peliküle dönüşümü. Dahası, adını andığım filmler ve kitaplar için şu bile denebilir: Sinemanın yakın çekimli göz süzmelerine, gerdan kırmalarına karşı bitip tükenmez bir kur ya da kurgu yürüyüşü benim bu çabam. Artık sinemanın mı şiire, yoksa şiirin mi sinemaya taarruz eylediğine ilişkin herhangi bir şey söylemek de yersiz burada bence; kamerayla şiir yazan yönetmenlere, temaşa eden sözcüklerle eşlik eden bir yeniyetme olarak siz bir vicdan dayatması olarak da alabilirsiniz bunu ödenmeye çalışılmış bir borçtur hepsi. Çünkü şöyle demiştim yıllar önce belki de bu kitabı kurgularken: “Bahşişinde SAYFA 10 S Hüseyin Köse’nin ‘Orada Olmayan Adam’ı, biraz da “zaman” ve “mekân” kavramları üzerine kurulu. uzun kaldım, yılların hesabı var bakışın yekununda…” “KESİNLİK DİYE BİR ŞEY YOK HAYATTA” İmgeci şiirde ısrarcı bir duruşun var, müziği olan, eksiltisiz, yer yer upuzun dizelerle yazıyorsun. Açık uçluluk, düşüncenin kapandığı yerlerde neredeyse katı bir kesinliği imliyor. İlk kitabın Üzülmüş Evler Kraliçesi’nde de ezoterik bir yan vardı, hissedilir düzeyde. Böyle bir şiirle okurun kuracağı ilişkiyi nasıl yorumlarsın? Okurunu nasıl tarif edersin ya da? Evet, sanırım ince tartımlı uzun dizelerle sağlanmış, bir müziği, armonisi, prozodisi olan bir şiir, benimkisi. Ağırlıklı olarak da dinlediğim müziğin türünden geliyor olmalı bu. Polifonik müzik, bana kalırsa, polyzemik, bir tür anlamsal örgüye daha uygun. Anlamsal kesinlik ki böyle bir şey kesinlikle yok hayatta paradoksal biçimde, coşkusal çoğulculuğu getiriyor beraberinde. Çabucak dağılıp gitmeye de son derecede müsait bir anlamsal örgü bu, öte yandan. Okuyucu, eğer isterse, şiirsel deneyimin es’lerine, duraklarına basabilme, sokulabilme potansiyeline sahiptir, diye düşünüyorum. Nihayetinde, her şiir bir kişisel deneyim aktarımı yapar okuyucusuna. Söylemeye çalıştığımız şeylerin okuyucuda bir karşılık bulması, her zaman doğru bir zamanlamaya denk gelmeyebilir ama onda anlamını bulan bir başka şeyle de yer değiştirebilir bazen, dolayısıyla, okuyucuda anlamını bulan şeyler de, biz her ne kadar hesaplamış olmasak da bunu çoğun, onun yaşamında kayıtlı olan şeylerdir diye düşünüyorum. Şiirsel anlam, kavramsal düşünebilme yetisine önden seslenir, geriden değil; şair her zaman okuyucusunun önündedir demek istemiyorum, böylesi bir yetiye sahip olmayan okuyucu için upuzun bir zamansal kaymanın sonucunda oluşacaktır anlam, dediğim böyle bir şey. Şiirsinema ilişkisinde Nâzım Hikmet’ten küçük İskender’e, Cahit Irgat’tan Barış Pirhasan’a, Orhon Murat Arıburnu’ndan Murathan Mungan’a, Kâmran Yüce’den Fikret Hakan’a, Nüvit Özdoğru’dan Ömer Erdem’e, Yavuzer Çetinkaya’dan İsmail Kılıçarslan’a birçok şair ve sinemacı “ses ve duygula rı montajlama” odasında inanıyorum ki şiir ve sinemanın arka bahçelerine kısa ve uzun metraj şiir tadında sürekli girip çıkmıştır. Şiirsinema iç içeliğinde, ortak yazgısı şiir ve sinema olan bireylerin yedi halleri, Üçrenk’leri nedir sence? Türlü insan manzaralarını insana içkin manzaralara dönüştüren yetinin adı, sinema. Şairler de k’alaylı sinemacıdır aslında, sözcüklerin gücüyle birikmiş ihmalleri, vakitsiz “kalpzaman” ağrılarını yönetir. “Ses ve duyguları montajlamak”; tam da bu belki yaptıkları, yaptığımız. Sözgelimi h’leri silik basan bir daktilo klavyesi bendeki, içimde duyumsadığım şey, adına hayat dediğimiz ne varsa. Oradan bakıyorum; f’den kalma kırık dökük bir yazgısı var herkesin oradan bakıldığında. Nâzım, İskender, Murathan, Arıburnu ve daha başkaları… Aynanın buz tutmuş yerinde kavruldular. Bireyin düz anlatımsal ve trajik yanlarına demirlemiş replikleri Munch çığlıklarına ulanmış sessizliklere katıp harmanladılar, anınca akla düşen görüntüleri S.O.S. dolaylarında katlanmış bir balkondur. Kırık dökük bir yazgı, nereden bakarsanız; o var Üçrenkler’in üçünde de ve ölümcül tapaj hataları. Müziğin ve şiirin dışına çıkınca sık sık bizi tökezleten bir ağrı... Duası şurdan buradan devşirilmiş kemiklerden kurulu bir gömü taşı, arada kafirun suresi ve başka şeyler. Böyle bir şeyleri anımsatıyor bana Üçrenkler. Bir gün, hiç beklemediğim bir sırada, şu tür bir soru sormuştu bana biri: “Senin mavin ne renk?” diye... Şaşırtıcı bir geri dönüştü, gerilerde bırakmıştı beni, her duygunun kişiye özgü bir renkle damgalanması gerektiğini çok sonra öğrendim; dönemedim ama sembolik düzenin renkleri arasına bir daha… Şimdi daha iyi anlıyorum; o back’ler, pan’lar, tild’ler, pedestal’ler ki, aşkın son dakika dönüşleridir çoğu zaman, hikâyesini diri tutar kişioğlunun, karakterler sahneyi birer ikişer terk ettikçe, kalbin hüzün tabakasında meczup bir koku bırakırlar. Kitaba adını veren film, örneğin; filmin kahramanı hayatta sık sık doğru yerde bulunma cürmünü işlediği için, hep oradaki varlığından uzaklara taşar. Bir de, bazen orada olmamak gerekir, “her cümbüş oradayken.” Filmde adamımız, karısını başka bir herifle basar, yalnızca arabasında ve şapkasının altındayken huzurlu ve güven içindedir, onun yerine evlerde kurtlanmış kabuğundan dışarı fırlamış bir siluet oturur. Vazgeçişin, hiçliğin, sıkıntılı dönenişin oradaki varlığı gibidir adam. Mekânvaroluş ekseninde kurulu bedbinliğin uzamsal belirsizliğini anlatan bir anagram. Çünkü oldukça ahlaksal bir sorundur gerçekten de; bedensel, dokunsal temaslar devam ediyorken hâlâ, zihnen orada olamayış, olamadığını tüm çıplaklığıyla idrak ediş, evlere, insanlara, meskenlerin en özel rutubetlerine olsun sığamayış. “FİLMLER, İÇİNDEN AĞRILI SÜT DAMITTIĞIMIZ BİR BAKRAÇ” Üçrenk demişken, Orada Olmayan Adam’ı Leone ve Kieslowski filmleri Bir Zamanlar Amerika ve Üç Renk: Kırmızı/Mavi/Beyaz üzerinden kitapla, ordan da dünya şiiriyle ilişkilendirebilir miyiz? Şiirsinema birlikteliğinde yeni dünya özgün yapıtlar üretebildi mi? Biliyorsunuz, Üçrenk üçlemesi, üç bireyin yazgısını farklı ama aynı zamanda benzer ontolojik nedenlerle birbiriyle kesiştiren üç benzersiz öykünün orta yerine kurulmuş bir sirk. Her sirk gibi de gerçeğinin taklidini yapar ama inanma güçlüğü çekmeyiz hiç ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1074
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle