22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ birimiz. Bir Zamanlar Amerika’da ise bana kalırsa, aşkına sahip çıkamayışın taşkafalaşmış acısı var; bu yüzden film şeritleri kalpteki uru gizleyen bir cesarete doğru uzar. Modern yaşam merkezkaç ilişkiler, sakınımlı yakınlıklar üretir hep, yakın çekimli görüntüler üzerinden film kareleriyle birbirine bağlayan yönetmenler de olmasa, zoom bakışlar altındaki her şey belirsizdir neredeyse. Pekinpah’ın, Aronowsky’nin, Jarmush’un, Nolan’ın, Haneke’nin gergin sinemasal tutumları buzlaşmış ilişkilerin kalıntı lehimciliğidir bu açıdan; bizi derunumuzun derinliklerinden koparır ve bir daha yeniden bağlamazlar oraya; böylece yaranın üstü açık kalır ve yaşamsal çaresizliği daha çok duyumsarız (“Bahtımın üstü açık/ ben dışarıdaydım”). Demem o ki, yüzümüze tuttukları ayna öylesine onarıcı bir güce de sahiptir ki, toplumsal ilişkilerin mimarisi onların hendesesi ayarınca ulanır birbirine yeniden. Şiiri filmlerden damıtmak nasıl bir hevestir, çalınmış öpücüklerin izi film bitince de kalır mı duvarda? Cinema Paradiso’nun, sinema sanatının yasaklı tüm film karelerinin şiirine talip olan o müthiş finali! Adeta bir öpücükler, sarılışlar, kuğu açılışları geçidiydi anımsarsanız, toptan bir öç alıştı yaşamın şiirini yasaklayan her suratsız gidişten ve elbette bastırılmış bir hüzün patlayışıydı, her sekansı bunca dayanılmaz kılan… Gelin Kaan İnce’yi de analım bu vesileyle isterseniz: “Asılı kaldım en olmayacak yerinde filmin/ rıhtımda kadın, takar yüzüne, acıya dümen kıran hüznü/ yüzümü.” Diyeceğim; tipik olağan kişiyiz, mutanta ve yüzeye bitişik yaşayan, yan yolları, kestirme zamanları arşınlayan boyuna. Filmler de içinden ağrılı bir sütü damıttığımız bakraçlar oluyor bu durumda. yüzyılda, apaçık bir tercih zorluğu yaşıyor olmamız da pekâlâ anlaşılır bir şey… “GÜNÜMÜZ İNSANI SANAL DOKUNUŞLARIN GÜVENLİ ORTAMINA SIĞINIYOR” Kitabın biraz da “zaman” ve “mekân” kavramları üzerine kurulu. “Zaman: Her şeyi getiren adam/ her şeyi götüren de aynı zamanda” diyorsun. Aslolanın yakınlıktan öte uzaklık olduğu bu dünyada, “getiren ve götüren” madde ve insan ilişkileme paradoksallığında sence şiir nerde? Önemli bir soru gerçekten. Öncelikle mekân konusunda bilinenler şunlar: Yoksul mekânlarının şiirselliği sadeliğindense, zengin mekânlarınınki ilişki yoksulluğundandır. İlkinde ilişkiler ve insanlar eşyayı tamamlar, ikincisinde eşyadır insanı ve onun ilişkilerini tamamlayan. Tiyatrosinema ilişkisinden söz ederken Benjamin’in de aşağı yukarı böyle bir tespiti vardır. Mekân yoksullaştıkça kurdukları ilişkiler bakımından insanlar zenginleşir. Tersi olduğunda ise, yoksullaşırlar. Artık yakınlıkuzaklık kavramları da göreceli şeyler haline geldi. Yakındaki temassızlık, daha uzaklara püskürtüyor insanın gerilimler içinde çınlayan yalnızlığını. Başka bir deyişle, bir zamanlar yakınlık ilişkilerinin ürettiği tazyikin köpüğü en uzak kıyılarda, tenhalarda toplanıp yatışıyor gürültüsüzce. Günümüz insanı yakın çevresindekilerle güçlü fiili ilişkiler, bağlar kurmak yerine, sanal dokunuşların ve seslerin boynu ipten koruyan güvenli ortamına sığınıyor artık; tıpkı bir yazgı gibi. “Bütün sevgililer uzak cehennem” demenin hatası da sevabı da şiir olsa gerek. Antrakta tekrar şiire dönersek, Mahvedici Melek’i yazmış bir şair olarak senden yeni bir melekler kitabı bekleyebilir miyiz? İnsan uzaktayken unutamaz sevdiğini, aşklar yakındayken unutulur, böyle bir şeye inandırmış olduğumdandır epey o dizenin günahı… İblis düşüncelerin çokluğu var oldukça meleksi kanat vuruşları da var olacaktır şiirde hep, bu da ikinci önemli şey, kendimi inandırdığım… En belirgin şekliyle ve hatırladığım kadarıyla, ilk Tarkowsky’de geçen ölümsüz bir replikti ismi sinemada. Mephisto, Nosferatu, Meleğin Düşüşü, hatta bir ölçüde ilk modern şair Baudelaire’in Albatros’u bile yeryüzü insanları arasına düşmüş bir melektir. Sonrasında, biliyorsunuz, bir ara gelip şiire komşu oldu iyiden iyiye, Ece Ayhan’da kanatları yoluk bir kuştu mesela, Kaplanoğlu’nda babasından aşağılara “düş(ürül)müş bir melek”, Nilgün Marmara’da ruha çöken her çığ kendinin meleğiydi bir bakıma, imgesi yer altı sularının lağımlarında kirletilmiş… Vural Bahadır Bayrıl’da ise, yine Tarkowsky’den mülhem, bir Melek Geçti’ydi aramızdan, anımsarsanız. Omzumuza hangisi olduğuna bir an bile bakmaksızın bir meleğin dokunuşunu hissettiğimiz her keresinde, kalemi rüzgâr değirmenlerinin içine savuracak olan da, bir melektir derim. Mademki omuzlarım düşük gezerim, bilinmeyen bir şeyin ağırlığındandır; boşaltmak gerek biriken yükü, gölgesi yeni bir kederin üstüne düşen o saat gelip çattığında… Belki Vigo’nun Julitte’i de olur bu sefer, kim bilir belki Leconte’un Köprüdeki Kız’ı da… ? Orada Olmayan Adam/ Hüseyin Köse/ Artshop Yayıncılık/ 70 s. Cezmi Ersöz’den yeni bir roman Beni Asıl Hayat Aldattı Cezmi Ersöz, Beni Asıl Hayat Aldattı isimli kitabında her şeyi tartışırken hiçbir şeyi çözemeyen, ilişkiye anı katmaktansa ilişkiyi analiz etmeye çalışan ve bu yüzden kişilikleri birbirine dolanan insanların dünyasını anlatıyor. riyle dille getirirken insanın gerçekten çok, öykülerde var olma, onların bir parçası olma arzusunu tüm çıplaklığıyla deşifre ediyor. Ortak acıların kadınları ve erkekleri ortaklaşa bir masal kurabiliyorlar mı? Yazarın yanıtı hayır ve bu “hayır”ı bireyin sistem tarafından kuşatılmışlığıyla da açıklıyor. Geçmişimi dağıtma, bana hatırlattığın çocukluğumu dağıtma sevgili, diyor; benimle yorulsan da dağılsan da hep oyna diyen narsist kişiliklere. Bırakın da ölümümle barışalım derken sevgililere; bazen fısıldayarak, bazen de haykırarak ölüm gerçeğiyle yüzleşmemiz gerektiğini ısrarla vurguluyor. “İnsanın sığınabileceği bir gurbetinin bile olmadığını” yazdığı bir başka satırda, ölüm karşısındaki yalnızlığımızı ve aczimizi suratlarımıza bir tokat gibi çarpıyor. Kitaptaki her metinde, her şiirde ölüm teması özellikle vurgulanmış. Bu durum karamsar bir tablo çizildiği izlenimi verse de, kanımca dikkatli okuyucu için Ersöz’ün en iyimser kitabı Beni Asıl Hayat Aldattı. Kitabında asıl suçlunun bu yalan, ölümlü dünya olduğunu, günahı birbirimizde aramaktansa birbirimizi sevmemiz gerektiğini dikte etmeden, usulca söylüyor yazar. Öyle ki, bir şiirinde “Ölmekten daha acı bir şey daha vardır/ o da hiç ölmemek” dizeleriyle ölüm karşısındaki modern insan tutumunu ironik bir dille gösteriyor. Yazar bir başka yazısında, bazı insanların suçluluk duygusu duymadan söylediği yalanlara değiniyor. Yalancının yalanlarına maruz kalanları ise yalancının boşluk doldurucuları olarak görüyor ve sesleniyor bizlere; yalancılara bile kızmayın. Çağımız insanına kala kala sadece delirme hakkı kaldığını söylerken sevmekten başka çaremiz olmadığını da bağıra bağıra vurguluyor. İlk okuyuşta, yaralı çocuklara, büyük bedenlerdeki küçük çocuklara yazılmış bir kitap gibi görünebilir Beni Asıl Hayat Aldattı. Bizi ölümle barışmaya davetiyedir. Biz insanlar çocuklarımıza pozitif bilimleri, teknolojiyi, birbirilerini savaşlarda nasıl katledeceklerini, birbirlerinin parasını nasıl çalacaklarını ve bunun gibi bir sürü şeyi öğrensinler diye okullar, üniversiteler kuruyoruz ve bu konularda oldukça da geliştiğimiz için büyük bir gururla övünüyoruz. Sevmeyi öğrenmeleri için ne yapıyoruz? İnsanların sevmeyi bilmediğini ortaya seren bir kitap Beni Asıl Hayat Aldattı. ? Beni Asıl Hayat Aldattı/ Cezmi Ersöz/ Tekin Yayınevi/199 s. SAYFA 11 Ë Cem KERTİŞ itap, “Birlikte olduğumuzdan beri her şeyi ama her şeyi tartışıyorduk” diye başlıyor. Öyle ki isimsiz bir kahraman kitabın hemen başında sevgilisine, “Seninle sevişirken bile hep tartıştığımızı hissediyorum” itirafında bulunuyor. İlişikiyi ilişkinin tarafları belirlemeliyken ilişki tarafların belirleyemediği, var olamadığı bir karabasana dönüşüyor yazarın satırlarında. Bir başka söyleyişle, kahramanlar var olmak yerine güçlü olmak derdinde. Bu güçlü olma çabası yüzünden savaş meydanındaki ordular nasıl düşmanı yenmek için şaşırtmacalara, yalan istihbaratlara, hilelere başvuruyorsa kitabın kahramanları da kendilerini oldukları gibi gösterirlerse, ötekine yenileceklerinden korkuyor. İşte bu yenilgi korkusu onları sahte kendilikler yaratmaya götürüyor. İlişki iki sahtenin, iki yalancının ilişkisi oluyor. Ersöz, lirik anlatımıyla bizlere şunu söylemek istiyor gibi: “Siz sevgililer, güçlü görünmek istediğiniz için zayıfsınız.” Bunu söylerken de güçlü görünmek isterken yalnızlaşan insanın derin bir birleşme, benliğinden vazgeçercesine karşısındakiyle kaynaşma isteğini, bir başka deyişle ölme isteğini ustalıkla anlatıyor. Zira, benliğinden (sahte benliğinden) vazgeçmek bir bakıma ölmek demektir. Hiç besleyemedikleri, görmezlikten geldikleri asıl kendiliklerine yabancı insanların kitabı Beni Asıl Hayat Aldattı. K TERCİH ZORLUĞU Biraz politik bir soru olacak ama, aktüel anlamda toplumsal ve kültürel arenaya (savaş, sefalet, yoksulluk, şiddet, ahlak, politika, vs.) ilişkin esaslı bir betimleme yapan şair kimliğinin şiirsel yaratımının gerek içsel yapısına, gerekse söylem ve eylemine bunu yansıtma biçimine, bir ölçüde de bu gücü taşıyabilme ve irade beyanına dair neler söylerdin? Maalesef biz şairler de sosyoloji ve felsefe yapmayı başkalarına (Osman Konuk ve sayıları birkaçı geçmeyenleri dışta tutarak) bırakmış görünüyoruz. Şairin kendi duruşunda insanlığın bütün halleri çizilmiş eski bir plak gibi cızırdıyor hâlâ. Bu acziyete şimdilerde getirilen “mantıksal” açıklama da şu: Küresel güçlerin yaşamın her alanına yayılmış tek boyutlu teorik kurgusal salgınına, iyi niyetli ve bireysel çabaların cılız değiştirebilme kuvvetiyle en fazla nereye kadar karşı konulabilir? Evrensel acıyı kendi kimliğinde dramlaştırmanın, bireysel heyecan ve hezeyanlardan daha önemli olduğu her seferinde bu ve benzeri sorular dayanaksız kalmaya mahkum. Bu bağlamda, günümüzde yazılan şiirin çoğunda bunun tam zıddını saptamak mümkün: Evrensel olanın acısı, her koşulda, bireysel dramlara bitiştiriliyor getirilip. Bence sorunu bu şekilde koymak, çözümün, bir zamanlar bireysel olanın aynı zamanda politik olduğu yollu o eski ama güncelliğini hâlâ büyük ölçüde koruyan öneriye yeniden arka çıkmaktır. Eğer her şey, etik bir duyuş ve davranış sorunuysa ki bence öyleedebiyatın, şiirin temel kaygısı da bu olmalı. Dahası, ahlaki sorunların siyasetin sorunlarının önünde seyrettiği böyle bir ÖLÜMLÜ SEVGİ... Modern insana haykırıyor yazar “aşkın çocukluk mevsimi bitmiş” diyerek. Tıpkı okuyucu gibi o ilkel sevgiyi, anne sevgisini kendisinin de hatırladığını gizlemeyerek tutunamamış âşıklarla empati kurmasını ustaca beceriyor. Kahramanın ölümden kaçtığı için sevdiğini ama sevginin de ölümlü olduğunu çocukluğumuzun kanatıldığı/ ama hemen öpüldüğü o yerde dizelerinde hissettiriyor bizlere. Ersöz, ölümün bizlere en uzak, yabancı olduğu dönemin çocukluğumuz olduğunu ve o dönemde tattığımız sevgiyi de, nefreti de saflıkla ölümsüz sandığımızı işte bu satırlarıyla bizlere ustalıkla düşündürüyor. Cezmi Ersöz, çiftlerin bir masal yaratma isteğini “Yaşanmamış bir masal/aramızdaki yılları birbirine bağlıyor” dizele CUMHURİYET KİTAP SAYI 1074
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle