04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OKURLARA küsü’ ve ‘Sanat Uzun Hayat Kısa’. İki Zülfü Livaneli yapıtı... ‘Veda’ çocukluk arkadaşı Mustafa’yla, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’le pek çok yaşantıyı paylaşmış, kederine, tasasına ve sevincine şahit olmuş Salih Bozok’un ve Mustafa Kemal’in can kardeşliği konu ediniyor. Kardeşliğin, dostluğun, yurtseverliğin, savaşın, göçün, acıların, kurtuluşun, sevinçlerin öyküsü anlatılıyor iç içe, omuz omuza. “Sanat Uzun Hayat Kısa” adlı kitabı ise çok boyutlu bir sanatçının okuyarak, besteler yaparak, filmler çekerek, romanlar yazarak ve hepsini halkla iletişim halinde üreterek yaşarken birikmiş sözlerinin süzülmesinden oluşuyor. Bu denemeler kitabında Livaneli, yıllar boyunca biriktirdiği bilgiler, karşılaştığı gerçeklikler, tanık olduğu durumlar arasında ilgiler kurarak, kimi sorunlar üstünde düşündüklerini paylaşıyor okurlarıyla. Gamze Akdemir, Livaneli ile iki kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. H. Anna Suh’ın derlemesi “Leonardo’nun Defterleri”, büyük ustanın resimlerinin gölgesinde kalan notlarını, çizim ve eskizlerini gündeme getiriyor. Toplamda dört bin sayfayı bulan elyazmaları, dehanın yaşam biçemini yansıtmasının yanında derinlemesine bilgi birikimini de ortaya koyuyor. Büyük oranda kendini yetiştiren Leonardo’nun, gözlem gücü ve deneyle beslediği zekâsının en önemli belgesi de yine elyazmaları. Kitabı Ali Bulunmaz değerlendirdi. Bol kitaplı günler... ‘VedaBir Dostluğun Öy P ervasız Pertavsız ENİS BATUR Bruno Taut, bir peşrev notu ‘içeriden’ nakledilmişti. Şu var: Onlar, hayranlıklarıyla ve cahillikleriyle aşağıya çekiyorlardı adamı, ben yukarı kaldırıyordum. İki kefeyle birden haşır neşir olmanın sonucuydu bu. Ek sorun: Fatih Şeker’in dili, bana son söyleşide kurduğum cümleyi anımsattı: Ben Türk Dil Devrimi’nden yanayım, Osmanlıcanın ortaokul sıralarından başlayarak öğretilmemesini kabullenilmez buluyorum. İbnülemin ile ilgili bir biyografiye önsöz yazmanın doğal yolu köhne bir dile sahip olmaktan geçmemeli. Bütünüyle özenti bir dil bu. Ne sokakta ne kitle iletişim araçlarında ne üst sınıflarda, ne alt katmanlarda rastlanan, anakronik bir yaklaşım. Sanıyorlar ki molla sanacağız kendilerini, ağdalı sözcük seçimlerine bakarak. Tam tersine, ucuzun ucuzu bir nostalji edası görüyorum böyle yazanlarda. Bu da, bir terazi sorunu ayrıca: İki dil kefesinden birine bunca kapalıysa kişi, çağdışı kalmaya yazgılı. am Zinciri, daha öntanışma aşamasında imgelemimi ateşledi. Minör gibi görünüyor, büyük ve derin belge. Ufak topluluk, ama gergin bir düşgücü, protest ve dramatik bir kesit. Bruno Taut’un Türkiye’de bu denli boş geçilmesini anlamak olanaksız. Üçdört yıl önce, tasarımdan Uğur Tanyeli’ye sözettiğimde, Uğur bu alanın en ciddi bilirkişisidir, herhangi bir araştırma aklına gelmedi. C Gene de bir ara iyice bakmam, birilerine daha danışmam gerekir. 1936’da, Japonya’dan Türkiye’ye geçmiş. İstanbul, Ankara ve Trabzon’da yapılar dikmiş. Yıllardır takılıp kaldığım, ilk köprünün ayağında iyi durumda bekleyen ev özel mülkiyetmiş. Cam Zinciri’nin etkisiyle yeniden hız kazandı tasarım. Mimarın DüşüKulübe’ye doğru mu, yoksa bağımsız bir (yeni) ziyaretler dizisi mi bekliyor beni? Bu soruları, Satie evini ve Giverny’yi düşünerek peydahladım. Ve “Gautheanum”u hesaba katarak. Şimdilik, en akıllı tutum ilk yolu seçmek gibi görünüyor. Tabii, iz sürerken nelere ulaşabileceğim de bağlayıcı önemde. En azından şu belli: Sıkı bir çekim operasyonu yapmalıyım ev üzerinde. 8 mm de çekerim ayrıca. 1938’de İstanbul’da ölmüş, 58’inde (sic!). Neden, bilemiyorum. İstanbul’da gömülmüş olabilir mi? (Sonrasında : Evet, hem de Edirnekapı Şehitliğinde !) Almanca öğrenmemiş olmamın ne büyük aptallık, iradesizlik, yanılgı olduğunu bininci kez görüyorum. SERSERİ OTLAR Alain Resnais gibi soyu tükenmiş ustalar, sinamaseverde bir tür koşullanma yaratıyor: İzleyeceğiniz filmin bir başyapıt, olmadı güçlü bir yapıt çıkacağından neredeyse emin, geçiyorsunuz ekran karşısına. Son filmi Les Herbes Folles/Serseri Otlar’ı görmeye bu duygularla gittim, düşkırıklığına uğramış çıktım sinema salonundan. Sonuç, Resnais’nin ileri yaşına (yanılmıyorsam 90 dolaylarında) bağlanabilir mi? “Son olgunluk dönemi” konusu üzerinde duruluyor sık sık; bir genelleme yapılamaz sanırım ama arkadaki büyük birikim, ‘kazanılmış yetiler’ hafife alınası veriler sayılamaz: Karşınıza çıkacak yapıt, X+1 etiketini taşıyordur, X’den elde ettiğinizin yüksekliği ve derinliğiyle orantılı bir beklenti içine girmenizde şaşılası bir yan yoktur. İlk kez düşkırıklığına uğradım Resnais’nin sinemasında/n. Bugüne dek, işlediği konulardan, kurduğu öykülerden çok anlatım özelliklerinin kılı kırk yaran boyutundan etkilendiğimi düşünüyordum, görüşümü sarsan bu olmadı oysa: Tam tersine, Serseri Otlar’ın zaafları öyküsünün kayıp gitmesinde ama erkek karakterinin etrafında doğup tıkanan belirsizliklerde ortaya çıkıyor. Tamıtamına nedir, nasıl biridir, ne istiyordur hayattan, ne türden tasalarla geldiği hale gelmiştir: Havada kalmış. Şüphesiz, bildik tanıdık anlatım inceliklerinden, alışılagelmiş anlatım ustalıklarından uzaklaşmamış yönetmen; gelgelelim, bana kalırsa, filminin uçlarını denkleştirememiş, sarkan uçlar bırakmış kenarlarda ‘iyi ya, serseri otlar böyledir işte’ diyenler çıkabilir belki de bana fazla inandırıcı gelmeyecek bir yorum olur bu. Çok yaşlanan durmalı mı? Böylesi kuralların peşine en son takılacak kişilerden biri olurdum herhalde. Kural aramam da düşünür, düşünedururum. Çok uzun yaşayan yaratıcı kişi nüfusu düşüktür. Aralarından, ileri yaşta okkalı bir yapıt çıkarmış örnek gelmiyor aklıma ama bu olmadığı anlamına gelmez. Pound, 80’ine varmadan havlu atmıştı. Beckett, 80’ine yaklaşırken yazma sıkıntılarının arttığından yakınmıştı. Antonioni, yalnızca çok yaşlanmamıştı, bir de özürlü konumundaydı; gene de film yapmaya çalıştı da, ortaya ne çıktı? Dağlarca, 90 sonrası sıkı şiirler yazabildi ama Berk’te ciddi düşüş vardı. Sözün özü, kuralı yok. Ya da: Kuralı olsa bile, istisnaları da var. Her şey bir yana: “Serseri Otlar” meselesi yakıcı. Şüphesiz bundan fazlasını veriyor Resnais’nin filmi, oysa bunun için bile görülmeye değerdi. ? TAUT VE İBNÜLEMİN Son bir ay içinde, kimi yoğunlaşmalar: Bir kefede Bruno Taut ya da Gödel, ötekinde Dr. İzeddin, İbnülemin ya da Velioğlu. Yarılma mı, değil bana kalırsa: Denge böyle oluşmuş, yıllardır, bende; iki dünyaya bakıyorum, iki farklı pencereden. İç içe geçtikleri oluyor, ayrı ayrı durdukları da. En büyük ortaklıkları benim! Taut ve İbnülemin yan yana ilerlerken düşündüm. Çektikleri hiçbir çizginin kesişmediği doğru. Bende neyi çeldikleri belirleyici. Yazar mıyım, bir şeyler yazacak mıyım, bilmiyorum (büyük olasılıkla bir kısa senaryo çıkacaktır Taut’un evinden); yazacak olursam, peş peşe gelebilirler bir kitabımda: Duyargalarım yönlendirdiği için. Yadırganıp yadırganmayacağı, nicedir tasam olmuyor kimin ne düşüneceği. Gören oluyorsa, görüldüğünü gördüğümde, seviniyorum hepsi bu. İşin komik yanı: Taut üzerine yazdığımda, mimarların çoğu; İbnülemin’i yazdığımda, sağcıların çoğu farkına varmazlar, haberleri olmaz, bir biçimde haberleri olsa anlamazlar da. Yahya Kemal hakkında yazdıklarımı görmemişlerdir örneğin; Beşir Ayvazoğlu bile. Oysa, kusura bakmasınlar, papağan gibi tekrarlanmıştır her yargı, hiçbiri öznel bakış geliştirememiş, büyük olasılıkla Tanpınar’ın kitabını da anlamamıştır. (Diklendiklerine de, onayladıklarına da rastlamadım). Fatih Şeker’in, Hüseyin Vassaf’ın İbnülemin biyografisine yazdığı uzun giriş yazısını okudum dün. Tam bir geçmiş tapıncı, manasızın manasızı bir ‘passéisme’ egemen her satırına. Sakal konusuna giriyor sözgelimi, İbnülemin güya Müslümanlığın olmazsa olmaz göstergesi sayarmış, altı çiziliyor, iyi de neden kendisi bırakmamış, düşünmüyor Şeker. Onca örnek arasından biri. Modernite yanlış, Cumhuriyet çöl, yitirilmiş cennet var sanki arkalarında, sanki biz körüz Tarih önünde. İbnülemin’i de göremiyor böyle olunca: O zaviyeden bakıldığında göz gözü görmüyor! Otuz yıl önce İbnülemin’in ansiklopedik özgünlüğüyle ilgili yazdığım paragraflar, başka bir yakadan bakıldığında tablonun ne denli farklı yorumlanabileceğinin küçük kanıtlarıydı. Şüphesiz, Tanpınar’ın olağanüstü portre denemesinden etkilenmiştim; ama İbnülemin’in perspektifiyle Ben Jonson’un sözlük anlayışını buluştururken, “öteki kefe”den aldıklarımdan yararlanıyordum. Sağcıların, İbnülemin’i sahiplenişime içerlediklerini, “had”dimi aştığıma ilişkin homurdanmalar ürettiklerini biliyorum, TURHAN GÜNAY eposta: [email protected] [email protected] Bruno Taut ve ‘Cam Kulübe’si (yukarıda). İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0(212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Reklam Müdürü: Eylem Çevik?Tel: 0 (212) 25198 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1067 SAYFA 3
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle