04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mustafa Sönmez’le kriz ve küresel ekonomiye dair ‘Türkiye durgunluktan kolay çıkamaz’ Cumhuriyet gazetesi ekonomi yazarlarından Mustafa Sönmez, Petrolİş ve Yordam Kitap’ın işbirliği ile yayımlanan son kitabında 2009 krizinin envanterini çıkarıyor, krizin seyrine ilişkin öngörülerde bulunuyor. Sönmez’le kitabı ve küresel kriz üzerine söyleştik. Ë Nail SATLIGAN on kitabınız hem bir işçi sendikasının, Petrolİş’in yayını olarak hem de Yordam Kitap yayınları arasında çıktı. Bunun, yazar olarak sizin açınızdan anlamı nedir? Petrolİş ile yaklaşık iki yılda bir, Türkiye kapitalizminin yönelimlerini saptamaya, bunun işçi sınıfı için ne anlamlar içerdiğini anlamaya çalışan projeler ürettik. Bunlar, Petrolİş’in yayını olarak üretilip dağıtıldı. İnternet sitesinden ulaşılabilir kılındı. Ancak, hep fark edildi ki, ekonomik nedenlerle sınırlı sayıda basılan ve ücretsiz dağıtılan bu yayından öğrencilerin, birçok sendikanın, aydınlanmak isteyenlerin ya haberi olmuyor ya da ulaşamıyor. Ürünü, kitabı, kitapçı raflarında sergilemek gerekiyordu. Bunun için sendika ile Yordam Kitap’ı buluşturdum ve ürünün kitapçılarda da bulunur, ulaşılabilir olması için işbirliği yolları aradık ve anlaşma sağlandı. Sonuç, bence çok iyi. Sendika kendi yayını olarak bildik adreslerine ulaştırıyor, Yordam Kitap da okuyucuya kitabı sundu, ayrıca ekitap gibi yeni teknolojik bir kanalı kullandı. Önemli olan üretilen bilgiyi olabildiğince çok okurla buluşturmak. Sendikaların, meslek kuruluşlarının, genel okuyucuya hitap eden projelerinde bu tür işbirliklerini denemelerinde büyük yarar var. SICAK PARA, HIZLI ‘BÜYÜME’ Kitap 2008 yılında başlattığınız bir temayı, dünya bunalımının kendisini ve Türkiye ekonomisi üzerindeki etkisini izlemeyi, sürdürüyor. Bu iki yıllık gözlemin sonunda Türkiye’nin dünya ekonomisinin burgaçlarının olumlu (ya da olumsuz) etkilerine açıklık derecesi konusundaki değerlendirmeniz nedir? Türkiye kapitalizmi, özellikle 2000’li yıllarda dünya ekonomisi ile daha da sıkı bir entegrasyon yaşadı. AB’nin bir tür tedarikçi sanayicisi rolü üstlenen Türkiye’nin dış ticaret hacmi bir anda 250 milyar dolarlara yani milli gelirinin yüzde 35’ini aşar duruma geldi. 2000’lerin dünyası için geçerli likidite bolluğundan Türkiye de kabını doldurmayı denedi ve hızla sıcak para, dış kredi, doğrudan yabancı sermaye kullanarak yıllık yüzde 7’leri bulan büyüme hızları gerçekleştirdi. Ancak bu büyümenin omurgası olan sanayinin, dış kaynak çekmek için döviz kuru politikasını düşük, faizi yüksek tutması gerekiyordu. Bu, ucuzcu döviz kuru politikasını, modelin vazgeçilmez bir parametresi durumuna getirdi. Sıcak parayı çekmeye yarayan ama ithalatı da cazip kılan bu kur politikası, büyümenin yüksek SAYFA 20 S olduğu yıllarda ithalatı da hızla arttırdı. İthalatı yapılan ürünlerin arasına hızla, Türkiye’de üretilen veya üretilmesi mümkün tüketim ve ara malları da girmeye başladı. Bu yerli üretimi ve onun istihdamını olumsuz etkilerken sanayiye de istihdam yaratmayan bir karakter bulaştırdı. Böylece, bu büyüme modeli, istihdam yaratmayan, büyümeyi daha çok dış girdi ile gerçekleştiren, ihraç ürünlerinde bile üçte iki büyüklükte ithal girdi kullanan ama sonuçta ciddi cari açıklar vererek kırılganlığı arttıran bir kimlik geliştirdi. En önemli rekabet gücünü ülkedeki, örgütsüz, ucuz işgücü kullanımından alan bu model, bunu daha iyi yapan Asya ülkeleri karşısında dibe doğru yarışla ayakta kalmaya çalışsa da bunda hep zorlanacak. Türkiye kapitalizmi, tedarikçisi olduğu AB’ye ihracatının, küresel krizle birlikte azalması sonucu krizin etkilerini hissetmeye başladı. Kapasite düşüşleri ile artan tensikatlar ve büzülen iç piyasa, sıcak para girişlerini de olumsuz etkileyince, Türkiye 2008 sonlarından itibaren krizi derinden yaşamaya başladı. Yüksek tesirli kur şokları yaşaması mümkün iken, kaynağı bilinmeyen, şaibeli 16 milyar dolarlık dış kaynak girişi, daha büyük yıkımları önledi. AKP iktidarının izlediği genişletici mali politikalar da krizin derinleşmesini yavaşlattı. Ama yine de sonuçta yüzde 5’e yaklaşan bir küçülme, yüzde 14 bandına sıçrayan bir işsizlikle “Teğet’in yıkımı” sokakta derinden yaşandı ve 2009 yılı geride bırakıldı. 2010’da ihracatçının AB dışı pazarlardan kısmi telafiler bulması ve iç talebin yeniden canlandırılması ile bir toparlanma görüntüsü varsa da, AB’nin artan maliye bunalımı, Türkiye’yi durgunluktan kolay kolay çıkaracağa benzemiyor. Bunalım, temel hizmetleri, belediye, eğitim ve sağlık hizmetlerini, nasıl etkiledi? Bunların metalaşması ve ticarileşmesi derinleşti mi? Birer kamu hizmeti olan ve devletin parasız olarak yurttaşlara vermek durumunda olduğu eğitim, sağlık hizmetleri neoliberal AKP iktidarınca hızla özelleştirip ticarileştirilyor; eğitim ve sağlık emekçileri sendikasızlaştırılıp güvencesizleştiriliyor, reel gelirleri düşürülüyor. Türkiye’de 1980 sonrası hâkimiyet kuran neoliberalizm, devletin ekonomik aktör kalmasına hiç tolerans göstermedi ve kamuyu sanayiden, enerjiden birçok ekonomik faaliyetten uzaklaştırdı. Ama sadece bununla kalmadı; kamusal eğitim ve sağlık görevlerini de savsakladı. Bu görevleri piyasaya terk edip hızla metalaşması, ticarileşmesine yöneldi. Bu konuda da epey yol aldığını söylemek mümkün. Daha şimdiden Türkiye gibi, nüfusun yüzde 80’inin ulusal gelirin yarısı ile ge çinmeye çalıştığı bir ülkede eğitimde, sağlıkta dikkate değer bir endüstri oluştu. Özel okulları, vakıf üniversiteleri ile ortaya çıkan eğitim endüstrisini, bunlar için yarışan milyonlarca genci yarışa hazırlayan dershaneleriyle bir “sınav endüstrisi” izledi. AKP iktidarının da iman ettiği neoliberal kapitalizmde, her şey gibi sağlık üstünden de para kazanma ön plana geçmiş durumda. Sağlık hizmeti iyice metalaşıyor. Hasta, bir tüketici; sağlık çalışanı bir “işçi”, hastane sahibi, bir sermayedar olarak rol alıyor. Amaç, çalışana az ödeyerek, girdileri en ekonomik kullanarak, hasta tüketiciye “iyileştirme” hizmetini azami kârla satmak ve sağlık üstünden birikim sağlamak. Bu, özel hastanelerde, gücü yeten tüketicilere yapılabildiği kadar uygulanıyor. Kamu sağlık harcamalarının milli gelire oranı 2009 yılında yüzde 5’e çıktı. Bütçeden sağlığa ayrılan pay artmış görünse de, bu bütçe ilaç ve hizmet satın almalarla ilaç sanayiine ve özel hastanelere, yan sektörlere aktarılıyor. Tedavi masraflarını kişilerin kendilerinin karşılaması özellikle düşük gelirli hane halklarının daha da yoksullaşmasına yol açıyor. Küresel kriz, kent hizmetlerini de olumsuz etkiliyor ve nüfusun yüzde 83’ünü kapsayan belediye hizmetlerinin kalitesi düşüyor. Ulaşım, su, kanalizasyon yatırımları aksadı, bazıları askıya alındı. Kentliye verilen hizmetlerin niceliği ve niteliği düştü. Bunda, AKP iktidarının izlediği neoliberal belediyeciliğin krizle birlikte iflasa doğru gitmesi etkili oldu. Merkezde olduğu gibi, yerelde de kamu hizmetini, özelleştirme, ticarileştirme, taşeronlaştırma prensipleriyle yürütmekte ısrar eden AKP politikalarıyla da bütçe açıklarını tırmandırdı ve darboğaza girdi. Büyük belediyelerin açıkları hızla artıyor ve bu açıkları kentliye ödetmek üzere sürekli yeni yollar deneniyor. “BİRÇOK SENDİKA YÖNETİCİSİ SORUMLULUĞUN ALTINA GİRMEYE NİYETLİ DEĞİL” Bunalımın emekçi kesimler için temsil ettiği tehdidi bir fırsata dönüştürmek için nasıl bir programatik açılım inşa edilebilir? Yaşananlar gösteriyor ki, 2010 ve izleyen daha birçok yıl, krizin yıkımı ve aşılması ile ilgili operasyonlarla uğraştıracak herkesi. Bu dönem, sermaye açısından ol duğu kadar emek açısından da çeşitli tehditleri ve fırsatları barındırıyor. Bu tehditlerin iyi anlaşılması gerekiyor. 2008’de başlayan 2009’da derinleşen küresel kriz, gelişmiş ülkelerde finans krizi yaratırken kısa sürede ateş, reel kesime de sıçradı. Hükümetler, bütçe kaynaklarını finansın çökmemesi için seferber etti. Çeşitli politikalar ile sermayeye sağlanan teşviklerle de kurtarma operasyonları sürdü. Bu önlemler son bulmuş değil. Devletlerin, sermaye için yaptığı ekonomik müdahaleler çok önemli bütçe açıklarına yol açtı. Öyle ki, Yunanistan, Portekiz, İspanya, İrlanda gibi ülkelerin kamu borçları, bir anda bu ülkeleri iflasın eşiğine getirdi. Her ülkede hükümetler, kriz için harcadıkları kaynakların faturasını ağırlıkla çalışan kesime yıkmak istediler ama bu ülkelerde yük daha ağır. Bütçe açıklarını daraltmak için yapılacak yeni borçlanmaların kaynağını bulmak kolay değil. Kırk katır kırk satır misali IMF ile AB’nin zenginleri arasında kaldı Güney Avrupa ülkeleri. Sonuçta, bu ülkelerden başlayarak Avrupa’da emek karşıtı, kemer sıkıcı, sosyal hakları budayacak önlemler uygulanmaya başlanırken emek örgütleri de güçleri oranında direnmeye çalışıyor, kazanımlarından vazgeçmemeye çabalıyorlar. 2010’dan başlayarak, Güney Avrupa’dan itibaren birçok Avrupa ülkesinde kitlelerin direnişi söz konusu. Bu, sendikal bürokrasi cenderesinde atalete sürüklenmiş işçi sınıfı hareketi için bir silkinme, yeniden örgütlenme ve mücadeleye katılım fırsatı da aynı zamanda. Mücadele şimdiden genel grevlere kadar varan çeşitli eylem biçimleriyle yükseltilirken ekonomik demokratik mücadeleyi politik mücadele ile irtibatlandırma çabaları da yeniden yükseliyor. Daha demokratik, daha adil bir düzen arayışları için yeniden kitleler sokağa çıkıyor, tartışmalar alevleniyor. Artan ölçüde, sistemin özüne ilişkin sorgulamalar artıyor. Kapitalizmin geleceğinin olup olmadığı tartışılıyor; daha adil, daha doğaya ve insanlığın geleceğine saygılı, adil bir düzen arayışı her düzeyde, her platformda araştırılıyor. Biz de, daha 2008’in sonlarında derinleşecek krize karşı emeğin bir cephe oluşturması ve bir savunma hattı oluşturması için çağrılar yaptık, krizin gelişme eğilimlerini gösteren dokümanlar hazırladık. Ancak, işçi sendikaları konfederasyonlarının, meslek kuruluşlarının etkin bir örgütlülüğü sağlanamadı. Tekel işçilerinin mücadelesi dalgayı yükseltip emeği yeniden alana çekse de bu dalga da etkinleştirilemedi ve geri çekildi. Ne yazık ki, bizde sendikal yapılar yeterince kalıbının kurumları değil, biraz ağır kaçabilir ama çoğu kof örgütlenme. AKP iktidarı da bunu bildiği için fazla tehdit olarak görmüyor sendikaları. Bir de şu var: Birçok sendika yöneticisi, tarihin önlerine koyduğu sorumluluğun altına girmeye niyetli değil. Hem o kadar donanımlı, hazırlıklı değiller, hem de yeni bir dünyanın mümkün olacağına dair inançları, kararlılıkları yok. O nedenle çalışan sınıfların daha fazla örgütlenmesi ve kurulu yapıları silkelemesi, kof yapılardan kurtulması şart. ? “Teğet”in Yıkımı: Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek/ Mustafa Sönmez/ Petrolİş ve Yordam Kitap Ortak Yayını, 160 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1067
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle