22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K enç öykücülerle ilk kitaplarını yayımlayan her yaştan öykücünün çıkışında insanı heyecanlandıran bir yan var… Tomurcuğunu patlatıp taçyaprağının ilk kıvrımını güneşte yelpazelendiren çiçek, taçyaprakları dökülürken topluiğne başı gibi silme eriğe duran ağaç ya da burnunun ucunda bu yaprakla birlikte gün gün boy atan sivribiber fidesi… Dizlerini henüz doğrultamamış kuzu, gözlerini açamadan annesini emen yavru, bebeğin ilk ağlayışı, emekleyişi, elbette gülüşü… Her gün yenilerini karşıladığımız bu genç öykücülerden hangileri ileriki yıllara kalır, hangileri öykü bahçemizin hazan yaprakları arasında savrulur gider, kim bilebilir bunu… Ama başını uzatan her genç öykücünün kalıcı olmasa da, adım atışıyla birlikte bu alana bir erke eklediği, bunun bir ölçüde öykünün kuramsal bağlamda gençleşmesine yol açacağı göz ardı edilebilir mi? itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Gençlerin öyküsünden öykünün gençliğine... mek yolunda aktarılan olaya yaslanmıyor yazar, ama öyküye yerleştirdiği düşünsel filiz barındıran suskularla, boşluklarla ya da seyreltmeyle içkinleştirip yoğurarak siyasallaştırıyor öyküsünü. Toplumsal sorunlara öykülerinde açtığı yerle, bunları öykülemede gösterdiği özenli işçilikle dikkati çekiyor. Diyeceğim onun her iki kitabına dağılan öykülerini tek bir kitapta toplasaydık da pek değişen bir şey olmazdı herhalde. Bu yüzden söz konusu öykülerin alana eklediği erke, yazarın dünya görüşüne dayalı bir anlayışın temsilciliği, sürdürücülüğü görevinden, bu bağlamdaki işlevsellikten ödün vermeyiş biçiminde özetlenebilir bana göre. Bunun yanında yazarın yer yer yeni bir Orhan Kemal, Sabahattin Ali anlayışı karmaya, ayrıca bunlarda Haldun Taner’in esintili koridorlarını açmaya çabaladığı öne sürülebilir sanıyorum. NALAN BARBAROSOĞLU... Nalan Barbarosoğlu, kitaplı öykücülüğünü on beş yılda beş kitapla taçlandırırken bunların bir ölçüde ayrıştıkları, ilk üç öykü kitabıyla son iki öykü kitabının görece ayrı durdukları söylenebilir. Barbarosoğlu, öykülerini ses helezonlarıyla kuran bir yazar. Bu nedenle onun ilk üç kitabına yayılan öykülerine dalmak bir öykü burgacından içeri adım atmak anlamına geliyor denebilir. Bu burgaçlar, okuru, öykünün özüne taşıyıcı birer kanal olarak da alınabilir. Hatta öykülerin, temelde bir öykü kesesi içinde oluşup geliştikleri, buradan dışarı pek çıkmadıkları da söylenebilirmiş gibi geliyor bana. Onun öykülerini her okuyuşumda edindiğim izlenim biraz bu yönde. Ama asıl ayrışma Ayçiçekleri ile kendisini gösteriyor. Çünkü başlangıçta bizi hep aynı öykü evreniyle yüz yüze getirdiği düşünülebilir yazarın. Ancak tam ortada yer alan bu üçüncü kitabında döngüsel yapıdan vazgeçerek öykülerine düz, açık uçlu bir biçem kazandırdığı gözden kaçmıyor. Çünkü ilk kez bu kitabında öykücünün dingin anlatıma yoğunlaştığı, tümcelerini ses burgaçlarından arındırdığı, şiirselliği bir yana bırakıp olabiliyorsa şiir kurduğu, bunun ötesinde herhangi şiirsellik harcına kapılarını kapadığı, biçemce yalıtımı, arındırmayı egemen kılıp karşımıza sık ve tok dokulu bir öyküleme çıkardığı öne sürülebilir. Barbarosoğlu’nun bütün bunları, baştan bu yana sürdürüp koruyageldiği aynı öykü evreni içinde, aynı biçimsimge dizilişleri ile aynı imgelemeye dayalı olarak yaptığı da söylenebilir pekâlâ. Baştan itibaren bütün öykülerinde zamanı, uzamı kullanışıyla dikkati çekiyor Barbarosoğlu. Bunlarda birey yalnızlığını bir kadın yalnızlığı biçiminde somutlayışı da önemli. Koyup gidenler, bekleyip karşılayanlar, birbirleriyle sırt sırta duran insanlar; Barbarosoğlu, neredeyse her kezinde buraya çıkarıyor bizi. Bu değişmeyen izlek, kendi içine gömülü sevgiler, sevgisizlikler konservede korunurcasına son iki kitabıyla birlikte bu kez üzerine eklenen yeni damarlarla neredeyse bir doruğa dönüşüyor. Gümüş Gece’deki öykü kişisinin, “Derinine girdiğimi sanan benim derinimi gördün mü?” (26) sözü, birbiriyle bir türlü buluşamayışın kilidi olarak alınabilir herhalde. (“…Kadın ‘dikkat’ ister. ‘Dikkat’, kilit sözcük her kadının yaşamında. Bunu kendileri bilse de bilmese de.” [43]) Gümüş Gece, üzerinde gereğince durulamamış önemli bir öykü kitabı oldu Barbarosoğlu’nun... Bu atılımını Yol Işıkları’nda da sürdürüyor yazar. Bir yalnızlık cenininden yola çıkıp sonrasında yine bir yalnızlık ceninine dönüş onun öyküleri. Sürekli kendi burgacında kendi yalnızlığına doğru yol alışın, kendine dönüşün içe işleyen, trajik öyküleri… ASLI ERDOĞAN... Aslı Erdoğan, öykülerinden önce romanlarıyla çıkan, öykücülüğü, bir ölçüde romancılığının gölgesinde kalmış bir yazarımız… Belki de bu nedenle ilk öykü kitabı Mucizevi Mandarin görece sessizlikle karşılanmış oldu. İlk kitabındaki kimi öykülerde bir anlatı, betimleme uzantısı öne çıkmıyor değildi. Ancak birbirine ilmeklenmiş bu öyküler kolonisinin kendi içinden yükselttiği bir erke de görülebiliyordu enikonu. Denebilir ki anlatma biçiminden çok anlattıklarının çekiciliği ile gizeminden kaynaklanıyordu bu. Bu çekicilikle gizemin, Erdoğan’ın aykırı bakışından kaynaklandığı ortada. Gerçekten öykü kişileri, birbirleriyle ilişkilerinde değil yalnız kendi yalnızlıkları, korkuları, kahramanlıkları içinde de olabildiğince geniş, yaygın bir aykırılık yansıtıyor. Buna yazarın, kışkırtıcı yazma tutumu da eklenebilir. Burada özellikle Aslı Erdoğan’ın temelde çokça yararlandığı ritüel öğesinden söz edilebilir… Nitekim ilk kitaptan yayılan “abartılmış bireyciliğin(.) ve yalnızlığın” (63) tüm öykülerde görünür baskı öğesine dönüştüğü açık. Anlatıcı, ilk gençliğinin çalındığı ülkeden (13) böyle bir kültürün içine yuvarlanırken, bizi çağcıl bir gizemin, uluslar, diller, kültürler üstü bir ritüelin gökkuşağından geçiriyor sanki. “…Kendimden uzaklara doğru yola koyuluyordum ve bir daha geriye dönemeyecektim” (91) diyen anlatıcı için “hayat sigaradan çekilen ilk nefes gibi bir şey”dir (118) yine de. Aslı Erdoğan öykücülüğümüzden içeri böyle girdi. Bu girişte bir bilimcinin, felsefesel değilse de sanatsal dokuyucu olduğu izlenimini bıraktı ayrıca. Düşünsel yoğunlaşma çabasının ardı gelmemekle birlikte bu tutumu içrek öyküler kaleme almasını engellemedi onun. Bir de kimi genç yazarların sırt döndüğü erden dil kurucusu konumuyla kendini koydu. Kurduğu bu dile büyü giydirmeyi başarmaması olanaksızdı artık. Onca yıl sonra yayımladığı ikinci öykü kitabı Taş Bina ve Diğerleri’nde bizi şaşırttığı söylenemez yazarın. Öyle ya, “insan bedeniyle yazmalı, tenin altındaki çıplak, savunmasız bedenle…” (56) O da öyle yaptı; birbirinden ayrılan değil, birbirini bütünleyen bir yapıyla karşılaşıyoruz çünkü iki kitabında da. Örneğin kendi dolambaçlarında geçen “Yitik Gözün Boşluğunda” öyküsünden sonra “Taş Bina”da da birbiriyle yumaklanan düşünsel örgüye dayalı öyküler okuyoruz yine. Bu öyküler toplamıyla öncekinin izlerini süren, ama getirdiği öyküsel yapılarla bunu görece aşan bir eşiğe vardığını gösteriyor Aslı bize. Ancak bu öykülerle farklı bir evrenin kapısını açtığını söyleyebilmek zor yine de yazarın. Demek ki genç yazar olarak yola koyulan pek çok öykücü, olsa olsa ilk kitaplarıyla getirdiklerinin birer pekiştirmesini sunabiliyor bize ancak. En azından burada örneklediğim üç öykücümüz için bunu söylemek olası. Ancak bunun, bir hafifseme nedeni olamayacağını da eklemek isterim. Bir öyküleme serüveninde başlangıçta çıtanın tutturulduğu düzeyin korunup belirginleştirilmesi gerekiyor ilkin… Bu anlamda andığım üç yazar Hürriyet Yaşar, Nalan Barbarosoğlu, Aslı Erdoğan kendi yerlerine sıkı sıkıya yerleşip geldikleri düzeyde tutunmayı başarmış görünüyor. Bu yazarların öykücülüğümüze farklı bir damar kazandırıp kazandıramadıklarına geldiğinde sorun, bu başka bir yan… Her yazarın, hele de ilk kitaplarıyla birlikte, öykücülüğümüzden ya da yazınımızdan cumburlop adım atışlarıyla birlikte özgün bir damar yakaladıkları söylenebilir mi hiç? İleride, tüm kitaplarıyla okumalarımızda büyüttüğümüz öteki öykücülere de uzanacağım öykümüzün gençliği bağlamında… Ama haftaya, başka boyutta konuyu yine öyküyle sürdüreceğim…? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1057 G Peki geçmişte öykücülüğümüzden içeri adım atan genç yazarlar, sonraki yıllarda ne yapıyor, nasıl gelişme gösteriyor? Olgunlaşmak üzereyken tam, dalında kuruyup kalıyor mu öyle ham meyveler gibi? Başkaları bir yana, kendilerine karşı da devrim yapabiliyorlar mı, yoksa bir örnek kendilerini kopyalayan seri öykü üreticilerine mi dönüşüyorlar süreç içinde? Bu açıdan ben, gençlerin ilk öykü verimleri kadar sonraki yıllarda öykücülüğümüz içinde sürdürdükleri serüvenlerini de çok heyecan verici buluyorum doğrusu… Öykücülerin ilk kitaplarıyla gün yüzüne çıktıkları başlangıç noktasından sonra izledikleri yolu, çizdikleri eğriyi, geçtikleri noktaları, dinlendikleri uğrakları, ulaştıkları aşamayı kim merak etmez? Gelin bu bağlamda üç öykücüyü şöyle uzaktan da olsa gözlemeye çalışalım… Örneğin Hürriyet Yaşar (d.1961), Fırat’a Karışan Öyküler’de (2001) bir öyküsüyle ilk kez okur önüne çıkıp ardından ilk öykü kitabı Anlatmaya Biri Gerek’i (Gendaş, 2002), sonrasında Önce Ben Onu Öldürdüm’ü (Can, 2009) yayımladı. Kitaplı öykücülüğünde onuncu yılına vardı Yaşar. Öteki ikisi Nalan Barbarosoğlu (d.1961) ile Aslı Erdoğan (d.1967) olsun… Barbarosoğlu, ilk öykü kitabı Ne Kadar da Güzeldir Gitmek’ten (Oğlak, 1996) sonra Her Ses Bir Ezgi (Can, 2001), Ayçiçekleri (Can, 2002), Gümüş Gece (Alkım, 2004), Yol Işıkları (Everest, 2009) başlıklı kitaplarını yayımlarken yaklaşık on beş yıl içinde beş kitaba ulaştı. Aslı Erdoğan ilk öykü kitabı Mucizevi Mandarin’den (Mitos, 1996) sonra Taş Bina ve Diğerleri’ni (Everest, 2009) yayımladı. Demek on üç yıl içinde iki öykü kitabı yalnızca. Üçü de farklı yaş, farklı aralıklarda kitap yayımlayıp öykücülüğümüze katkıda bulunmuş yazarlar… Peki on, on beş yıl içinde nasıl bir öykü yolu izlemiş dersiniz bu yazarlar? HÜRRİYET YAŞAR... Hürriyet Yaşar, ilk kitabından tanıdığımız öykü yapılandırma anlayışını Önce Ben Onu Öldürdüm’de de sürdürüyor. Öykülerinde kısa, kesik eylem tümceleriyle olanın, anda yaşananın ardına geçerek, insanın iğreti hallerine yöneliyor; bize âna kilitli görünen, ancak o ânın çok dışında ya da ötesinde yaşanmış veya yaşanan başka anları getiriyor. Onun öyküleri, kimi aykırı örneklerine karşın, görünenin anlatılmakla birlikte görünmeyenin alımlanmasına odaklanan verimler. Bu çerçevede Yaşar, öykü kişisinin ruh haline içirdiği dingin, mesafeli duruş temelinde gerek karakterin kendi suskunluğundan gerekse bir yazar olarak anlatımcılığa uzak duran öz tutumundan yararlanarak kaleme alıyor bu öykülerini. Olgusal aktarımlarla derin anlam yumaklarına ulaşmak; işte onun öykücülüğü için verilebilecek kilit tümce. Yazarın “Can” adlı öyküsü bu bağlamda güzel bir örnek: “Öyle parça parça ve öyle bütünleştirici bakıyordu ki, yüzümü kocaman bir dünya sandım.” (71) Bu öyküleme yeni bir anlayışa yaslanmıyor elbette. Ancak onun öyküleri, toplumsal, siyasal olgularla, emekçi yaşamlarıyla içlidışlı olarak anlamlandırmayla örülü ortaya konulduğundan yazarı da, bu yöndeki geleneği kendi haddesinden geçirip daha bir soğurarak geleceğe aktarmaya didinen kavrayışıyla anlam, önem kazanıyor. Ancak Yaşar, siyasal açılımları öyküde kendi içinden bir erke olarak çıkartmak ya da doğurtmak gibi bir tutum da sergiliyor. Bunu gerçekleştirebil SAYFA 36
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle