05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Serdar Çakan’la ‘Güvercin Beslemek’ üzerine ‘Romanım tamamen kurgu’ Iraklı genç Ekrem ve ablası Süreyya, Saddam’ın devrilmesinden hemen sonra kurşuna dizilen babası ve çocukları uğruna kendini feda eden annesini geride bırakarak Türkiye’ye kaçmıştı. Bu yalnız iki kardeş, Türkiye’ye vardıklarında kendilerini yepyeni bir hayatın karşılayacağına inanıyorlardı. Oysa, kaderlerinin karanlık Serdar Çakan tarafı burada da peşlerini bırakmayacaktı. Serdar Çakan ilk romanı Güvercin Beslemek‘te, okurunu Irak ile Türkiye arasında gezdirirken sıradan bir insanın başından geçen bir dramı aktarıyor bize. Çakan’la romanını konuştuk. Ë Neşe YAZICI er şeyden önce edebiyat dünyasına hoş geldin diyerek başlamak istiyorum. Bize öncelikle edebiyata olan merakını anlatır mısın? Yazmakla ilgili merakların başlama yaşını bilirsiniz. On beş? Belki on altı... Ben de o yaşlarda defterler dolusu ama kısa kısa, tek sayfalık yazılar yazmış, arkadaşlarıma okutmuş, onlarla yazdıklarım üzerine tartışmış ve sonra tekrar tekrar yazmaya devam etmiştim. Ancak üniversite sınavına hazırlık ile başlayan ve okul, mezuniyet, askerlik, iş, evlilik, çocuk sahibi olmak şeklinde en kısa yoldan tarif edilebilecek ve şimdi bulunduğum yerden geriye baktığımda hızla akıp geçtiğine hayretler ettiğim kuruluş dönemimde defterleri ve kâğıtları çekmecelerde saklamıştım. 2007 yılıydı. Hangisi olduğunu hatırlamadığım bir gün tekrar ama bu kez uzun uzun yazmaya karar verdim. Edebiyata her zaman merakım vardı. Yılda onon beş edebiyat kitabı okuma hedefimi yakalamaya çalışırım. Genelde bir yerli bir yabancı okumaya gayret ederim. Son birkaç yıldır fazlasını yapabiliyorum. Genç biri gibi konuşmuyorsun, bunlar kaybolan yıllar ardından yapılan ahlar, vahlar değil herhalde... Asla hayır! Kaybolan bir şey yok. Yazmak için okumanın ve yazmanın gerek şart olduğuna inanıyorum. Ne kadar “kurgu bu” desen de yazılmış bir kitap, mutlak olarak bir birikim içerir. Kendinden hiç bahsetmedin. Ben yaşa takıldım hâlâ... Yaş 36! Gerisini herkes bilir zaten. Bir eksik bir fazla fark etmez. Adapazarı doğumluyum. Üniversite ve askerlik hariç hep oradaydım. Kitap da orada geçiyor zaten. Öyle olmasa Adapazarı seçimi çok anlaşılır olmazdı değil mi? Buna benzer bir eleştiriyi ilk editörüm yapmıştı. Oysa Adapazarı, trenle bir ucundan İstanbul’a mıhlamış belki de tek şehir. Çok eskilere dayanan bu bağlantı yaşayanların hayat tarzını da birbirine yaklaştırır. Adapazarlılar göç etmeden İstanbullu olabilmek gibi bir meziyete sahiptir. Kurgulama aşamasında özellikle şeçmedim ama her zaman insanların doğup büyüdüğü yere olan bir borcu olduğuna inanırdım. Bu kitapla bunu ödemek adına bir adım atmış olmayı isterim. Ne derler, nasıl derler; “şehrimi seviyorum!” Yazmak çok vaktini alıyor mu? Hayatında kapsadığı yeri merak ediyorum aslında? Yazmak dışında düzenli bir işim var. Yani geçimimi yazarak karşılamıyorum. Yazarlık ciddi bir uğraş, hobi diyerek anlamını bozmak istemiyorum ama tatil günleri, hafta sonları ve bazı uzun geceler dışında daha fazlasını yapmaya vaktim yok maalesef. Bunun dışında çocuklar için okul maçlarında futbol hakemliği yapıyorum, üniversitede yüksek lisansımı tamamlıyorum, imkân bulduğum her vakit tenis oynuyor, bölge turnuvalarına katılıyorum. Kitap hakkında konuşalım mı biraz; konu üzerinde uzun bir çalışma süreci geçirdin mi? Ya da kimi yazarda olduğu gibi, yazarken konu kendi kendini mi oluşturdu? Hikâyen gerçek olaylara dayanıyor mu? Güvercin Beslemek’i kaleme almak sekiz ay kadar sürdü. Baskı aşaması da üç ay kadar... Neredeyse 2009 yılının tamamında elimin altındaydı diyebilirim. Ben tarz olarak önce karakterleri oluşturmayı seviyorum. İşe en az üç karakterin, kişilik özelliklerini ve hayat görüşlerini belirleyerek başlıyorum sonra bu karakterleri biryerlerde buluşturuyorum. Karakterlere her türlü kurguyu yaşatabilirsiniz. Mesela, Süreyya romandakinden farklı olarak Hintli, alt klandan, fakir bir ailenin üvey kızı veya ABD’li bir petrol zengininin karısı olabilirdi. Esas itibarıyla önemli olan, Süreyya’nın kaya gibi sert görüntüsünün altındaki kırılgan ruh yapısı. Okuyucunun merak ettiği ve yazarın da işlemesi gereken malzeme bence bu olmalı. Bu roman tamamen kurgu ve “kesinlikle gerçek bir hayattan alınmamıştır!” Bunu özellikle söylemek istiyorum. Romanın içindeki hiçbir karakter ve yaşam tarzı gerçekte var olan birinin aynası değildir. Ama mekânlar, bildik, tanıdık yerlerdir. Tabii depremden önceki hallerine daha fazla benzer. Okumaktan hoşlandığın yazarlar kim? Örnek aldığın veya etkilendiğin bir yazar var mı? Rus edebiyatını takdir ediyorum ama televizyonla büyüyen bizler için aşırı sayılabilecek betimlemeci tarzları bazen okumayı zorlaştırabiliyor. Ben sanırım Stendhal, Flaubert, Balzac gibi Fransız yazarlarını beğeniyorum çünkü onların eserlerini okuyunca mutlu oluyorum. Daha yakına gelirsek, Vasconcelos, biraz daha gelirsek Halit Hüseyni gibi yazarları da çok beğeniyorum. Gerçi onları herkes beğeniyor, öyle değil mi? İleriye dönük olarak yapmayı planladığın başka yazınsal çalışma var mı? Elbette var. Baharla birlikte yeniden başlayacağım. İlk iki karakterim hazır. ? Güvercin Beslemek/ Serdar Çakan/ Cinius Yayınları/ 144 s. H ¥ metle fethedilen İstanbul’un kaybedilmesi, yeniden Hıristiyan dünyanın eline geçme korkusu, doğuda Şah İsmail batıda Venedik arasında artan baskı, Sultan Bayezid’in kaçak kardeşi Cem Sultan’la birlikte iyice gerilen dış ilişkiler... Kurguya dahil olan karakter zenginliği de romanı dikkate değer kılan unsurlardan. Bir an Şehzade’nin yaşadıklarına şahit olurken, diğer bir an yeniçerilerin veya tüccarların arasında dolaşıyor, Şah İsmail ya da Valide’nin iç konuşmalarına ortak olurken türlü entrikaların döndüğü haremde cariyelerin ve de haremağalarının iç dünyalarını tanıma fırsatı buluyoruz. Romanın ve aynı zamanda gerçek tarihin bir parçası olan bu insanlar haline geliyoruz bir bakıma. Bu açıdan kitabın verili yargılardan çok okuyucunun yorumuna dayandığını söylemek de yanlış olmaz herhalde. Trabzon’daki Kuzgun, Şair Mihri, Molla Sarıgürz, İspanya kraliçesi İsabella, Gürcü güzeli, Macar asıllı cariye Gülnevâ, Hekim Ferşat Efendi, Şeyh Hamdullah, Dilfiruz Kalfa, Karanfil Ağa ve daha pek çokları… Anadolu’daki Türkmen isyanları, Şah İsmail’in harekât hazırlıkları, şehzadelerin taht mücadelesi, cariyelerin şehzadeleri elde edip onlara bir veliaht doğurma çabalarının anaforlarına karışıp gidiyor okuyucunun gözleri önünde. Okuduklarımız aslında büyük oranda aşina olduğumuz konular olsa da sahnelemedeki çarpıcılık, okuyucuda bütün bunlarla ilk defa karşılaşmış izlenimini bile yaratıyor. Romanın dili de içeriğiyle uyum içinde. Bir yandan eski İstanbul’daki Topkapı Sarayı’nda II. Bayezid’e, Amasya’da Şehzade’ye, Trabzon’da Kuzgun’a, Hıristiyanlaşan İspanya’dan kaçan Yahudi mülteciler Sarah ve Jacop’a kulak verirken gerek karakterlerin iç ve dış konuşmaları gerekse karakterler dışında olayın ve mekânın tasviri anlatılmak isteneni ustalıkla aktarıyor. Her sahneden önce mekân ve tarihin belirtilmesinin yanı sıra bu özellik de okuyucunun anlatıya olan güvenini arttırıyor. Bir tarih ve dönem romanı olan Şehzade, II. Bayezid dönemine edebi bir ışık tutarken karakter zenginliği, kurgunun kıvraklığı ve ince işlenmiş diliyle okurlara üç yüz elli sayfalık bir maceradan çok daha fazlasını vaat ediyor. Tarihin tozlu sayfaları arasında yolculuk yaparken genç şehzadenin güçlü karakterine, yerinde kararlarına ve etrafıyla iyi ilişkilerine rağmen, onun hazin sonuna, daha doğduğunda biçilmiş rolden, kaderinden kaçamadığına şahit olacaksınız. Ya yırtıcının pençesindeki hayatlar sizin çalınmış hayatlarınız olsaydı? Şehzade/ Hülya Baygın/ İmleç Kitap/ 360 s. Hülya Baygın CUMHURİYET KİTAP SAYI 1057 SAYFA 35
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle