22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Su yürür ağaca, öyküler romanlar çiçek açar den seçtikleri küçük insanları kendilerine öykü karakteri olarak almalarının üzerinde önemle durulmalı! Çünkü bu öykücüler, usta konumunda aldıkları yazarların birer ardılı gibi yola koyulmuş görünseler de tez zamanda kendi özgün seslerini yakalamaya çabalıyor, enikonu bunu başarıyorlar da. Bu doğrultuda son aylarda okuduğum öykülerin çok büyük bölümünde genç öykücülerin bu yönde üdeta gizli bir damar yakaladığı gibisinden öngörüde bulunmak olası geliyor bana. Nitekim Solakoğlu kadar Tarık Güney’in Kırık Bir’deki öyküleri için de böylesi yargıya varabilmek olanaklı. Ankara Kalesi’nin içlerinde kapatılmış halde yaşayan insanları öykülerine buyur ediyor Güney. Kendisi de işçilik yapmış yazarın yoksul yaşamına yönelişine bakarak daha işin başında öykü estetiği üzerinde düşünmeye yönelmeden benimseyiveriyorsunuz onu. Ama sonrasında düşünüyorsunuz tabii; bu öyküler ne’cedir, nasıl verimlerdir? Başlangıçta bir Orhan Kemal ardılı olduğu izlenimi bırakmıyor değil Tarık Güney. Ancak büyük öykü ustasından sıyrılıp kendi yatağında akışa kavuşmakta da gecikmiyor yazar. Öykülerini verimlerken, yoksul yaşamına özgü düzeyli soyutlayımı, özenli dönüştürümüyle dikkati çekiyor çünkü o. Kimi öykülerinde farklı biçemlerle karşılasa da bizi, hatta yer yer kitaba neden alındığı sorusunu üretse de bunlar, küçük insanlarla yoksul kesim yalnızlarının dramatik oluntularıyla sarmaş dolaş bu öyküler dikkati çekiyor yine de. Dikkati çeken bir yan da ele aldığı ortamların küçük, yoksul insanlarına evrensel nitelik yüklemekte, bunları bizde birer karakter olarak yaratmakta gösterdiği hüner yazarın... Bütün bunların ardından Aslı Solakoğlu’nun “Hayata Yetişmek”, “Zil Çalıyor”, Tarık Güney’in “Kumaş”, “Oyun”, “Yokuz” vb. başlıklı öykülerini bu türe karşı ilgi duyacak gençler için önermek isterim doğrusu... Öte yandan şunu dile getirmeyi de görev sayıyorum: Aslı Solakoğlu ile Tarık Güney’in öyküleri, içe işleyen bir sabah müziğiyle bizi buluşturmuşçasına yeni, genç birer işçiemekçi öykücüsü getirmiş de olabilir, kim bilebilir bunu? Bu dile getirişle, genç öykücülerin konuyu düşünmelerinin de yerinde olacağını vurgulayayım dedim kendi payıma... Ağacınıza su yürümemişse eğer, dallarınız tomurlanmamış, çiçekleriniz böcekle kelebekle, arıyla karıncayla oyunlar kurmamışsa, yani çırpı gibi kuruyup kalmışsanız bu bahar şenliğin orta yerinde, davul zurna öykü çıkabileceğini nasıl umarsınız bu kuraklıktan? ÖYKÜYE BÜYÜ KATMA ÇABASINDA ARAYIŞLAR... Öyküye Büyü Katma Çabasında Arayışlar... Ne var ki ister emekçiye, yoksul küçük insana yönelsin, isterse kişinin kapanmışlığı, içe örtünmüşlüğü çerçevesinde bireyin bunalımlarını işlesin öykü yazarı, perdahlayıp cilalarcasına öyküsünü büyüyle karmak, ona büyü giydirmek, öyküyü yaşamla çiçeklendirirken onu adeta muskayla belemek gibi bir estetik zorunlulukla da karşı karşıya... Bir doğruyu anlatmak, bir sözün kavgasını vermek, bir olgusal gerçekliği paylaşmak yetmiyor yani. Bunu bilimciler, gazeteciler, siyasacılar popüler dille, iletişim diliyle ya da kullanmalık dille yapıyor zaten. Genelde sanat, özelde öykü, bu amaç doğrultusunda bir üst dile yaslıyor sırtını; dönüştürümlük, soyutlayımlık dile, diyelim büyüye... Bu çerçevede ilgiyi hak eden iki öykü kitabı duruyor masamda; Zeynep Sönmez’den Kalbin Evi, Şakir Doğan’dan Yorgunum, Bir Bira İçip Gideceğim... Zeynep Sönmez, bir ânı, bunu yaşayanları, buna tanıklık yapanları, bunun dışında kalanları ölümsüzleştirmek üzerine kısa metinlerden oluşan anlatı ırmağı halinde yapılandırıyor öyküsünü. Nasıl bir yaratı, bildik öyküye eklemlenmiş yeni bir tomur mu bu? İlerledikçe okuduklarınız, her biri derin bellek kuyusundan başını uzatıp kendilerini anımsatıyorsa eğer orada durulmalı. Bir öykü var demektir çünkü orada. Yol işaret levhası gibi; dikkat, burada öykü var! Sönmez’in bu ilk öykü kitabıyla kendine çok ayrıksı bir yer edindiği kanısındayım kendi payıma. Ama “Gövde Kalbin Evidir” başlıklı ilk bölümüyle. Ne var ki “Ve Aşk Gövdede Misafir” başlıklı ikinci bölümde yer alan kısa ya da kısa kısa öyküler bunun kadar derin, yoğun bir anlamsallığa uçuramıyor bizi. Yarılmalar, yanılsamalar, anımsamalar, acılar, sızılarla içlidışlı bir öyküleme. İlk bölümde anlatıcı, “kanadı kırık kuş” (31) defterini okura bırakıyor, “sen tamamla” dercesine. İlk kitapla hem bireyin derinliğine inerek bunu katmanlarına ayrıştırabilmek hem bu yansıtımın arkasında sisler içinde de olsa toplum topoğrafyasından kesitler sunabilmek, bütün bunları seçici bir öyküleme biçemine dayandırıp yapılandırmak kolayca altından kalkılacak iş değil! Anlatılanın anlatım biçemiyle örtüşmesi; kapla kapağın buluşmasına benzer bütünsel, sımsıkı bir öykü estetiği de getiriyor yanı sıra. Yürek yakan konuların, sorunsallaşmış kuntlukla, insanı dağlayan bir öykülemeyle önümüze gelişinden söz ederken, bunun kışkırtıcı değil, soğukkanlı bir anlatımla örüntülenmiş olduğunu da ekleyeyim Kalbin Evi’nde. Şakir Doğan’ın ilk romanı Yaratıcım ve Ben (Berfin, 2006) üzerinde de durmuştum “Kitaplar Adası”nda. Bu romanında olduğu gibi ilk öykü kitabıyla da dikkati çekmeyi başarıyor Doğan. Her iki yapıtında da, anlatıda su yüzüne çıkardığı eksik bırakma yaklaşımından ustalıkla yararlandığı görülüyor yazarın. İşaret ettiği nesneyi, kahramanı, evreni değil oradan kalkarak ötekini, bunların dışındakileri gösterme yaklaşımıyla yazar, bir kara anlatıdan izler de sürdürüyor. Dış dünya ile birey arasındaki o derin çatlağı, ikiliği, bireyin bakışı açısından yansıtıp olabildiğince yalın, ancak sıradanlığın basitliğinden uzak öyküler verimliyor. Bu nedenle kalabalıktaki yalnızlığın öyküleri de denebilir bu verimler için... Bunlardan bir bölümü ile kimi genç yazarların öyküleri arasında koşutluklar kurulabilir belki, ama yine de öykücülüğümüzde farklı esinti, kıpırtı yarattığı öne sürülebilir bu örneklerin. Ayrıca bu öyküler, yazarın öykü atmosferi yaratmaktaki hünerini de ele veriyor kanımca. Gerçekten Şakir Doğan, düz anlatımlarla kurup geliştirdiği öyküsünü, giderek öylesine yükseltiyor, doruğa çıkarıyor ki, bir kreşendo eşliğinde uçurumun tepesinde kıpırtısız kalakalıyoruz kimileyin. Olaylar birbirinden kopyalanmış gibi dursa da ortaya çıkan görecelik, öznel bakışla nesnel yaklaşımdaki zor olgusu öyküler aracılığıyla çok iyi yansıtılıyor. Buna benzer bir tutum Tarık Güney’in kimi öykülerinde de görülüyor. Doğan’ın romanını okurken gerçeklik evreninin ya da olgusal yaşam hendesesinin görece çoğulluğu karşısında heyecan duymuştum. Bu heyecanı Tarık Güney’in kimi öyküleriyle birlikte Yorgunum, Bir Bira İçip Gideceğim’deki öykülerde de yaşadığımı söyleyebilirim Doğan’ın. Gerçekten o, geçiş tümceleriyle öykülerini bambaşka ufuklara taşıyıp serüvenlere sürüklerken düşlemci öğelerle gerçeküstücü öğeleri harmanlayıp bu yolla şaşırtıcı evrenler kuran, yanılsamalar eşliğinde bunlara büyü katan bir yazar izlenimi bırakıyor. İlk öykü kitapları burada bitmiyor... Ama haftaya bir başka açıdan sürdürmek istiyorum öykü konusunu... ? SAYFA 21 ahar, birbirinden farklı verimlerle ruhunu gezindiriyor aramızda... Doğa, yanardöner albeniyle, göz çelen kamaşmayla canlanırken ortalık çiçeklenip meyveye duruyor ağırlaşan dallarıyla. Bir öykü zamanı savruluyor havada, çilek, erik, kiraz şenliği halinde... Balıklar kuşlar, ne bileyim böcekler kelebekler havada, suda, toprakta kendilerine yeni koloniler kuruyor bir aşk fırtınası çevresinde. Sanat alanlarında da farklı imzalar yeni ürünleriyle geçit törenine hazırlanıyor sanki. Sonra festivaller, şenlikler, farklı etkinliklerle yaşamımıza katılıyor; kutsanacak birer emek yumağı halinde, güzelim sevinçlerle kol kola... Çıvgınların dip kıyı, kol budak uzanmışlığıyla yaşanan böylesine kıpırdak mevsimlerde öykü okumanın tadı başka oluyor elbette; hele ilk öykü yapıtlarıysa bunlar... İşte yine bir avuç kitap var masamda... Yazarlarından bir ikisinin başka türlerde kimi deneyleri bulunduğu da görülmüyor değil... Ne ki farklı yaşta da olsalar, çiçek yüklü bahar dalları gibi ilk öykü kitaplarıyla okuru selamlayışlarında iç şenlendiren bir hoşluk buluyor insan... B Öykünün bahar dalı halinde uzanmış şu yazarlarıyla çiçek, meyve hevenkleri halinde masamıza sarkıttıkları kitaplarını anayım ilkin: Adnan Özyalçıner’in ustalık yönetiminde Aslı Solakoğlu’dan İç (Daktylos, 2008), Şakir Doğan’dan Yorgunum, Bir Bira İçip Gideceğim (Cinius, 2008), Tarık Güney’den Kırık Bir (Kanguru, 2009), Zeynep Sönmez’den Kalbin Evi (Kanguru, 2010)... ASLI’YLA ADNAN’IN ÖYKÜSÜNDEN ÖYKÜ AŞKINA... “İki Güzel Kalem” başlığıyla bir açıdan İç’in açılımını da yapıyor Lütfiye Aydın: “Çok önemli bir geleneğimiz olan ustaçırak ilişkisinden, hangi yazarlarımız nasıl yetişti kimbilir? Ancak bu karatahtasız, tebeşirsiz okullardan biri olan Adnan Özyalçıner’in soyut okulundan yetişen Aslı Solakoğlu’nu biliyorum. (...)/ İyi ustalar böyledir. Kendisi hiç ayırdında olmadan, dünyanın kimbilir neresindeki bir insana yalnızca okuma zevkini aşılamakla kalmaz, ona yazma virüsünü de tebelleş eder.” (6) Lütfiye Aydın’ın bu sıcak sunuşundan sonra Özyalçıner, “Neden Aslı Solakoğlu?”, Solakoğlu da “Neden Adnan Özyalçıner?” sorularının yanıtını veriyorlar kendilerince. Aslı, Adnan Özyalçıner’in kendisi için bir “model yazar” olduğunu dile getirip şöyle diyor: “Özyalçıner öykülerine konu olan sokaktaki insanın duru ama bir o kadar da zorlu yaşamına ortak olmam, çarpık sistemin tamamını edebiyat aracılığı ile yeniden okumamı ve hayatı estetik bir bakışla sorgulamamı sağladı.” (11, 12) Her iki yazar, birbirlerinden seçtikleri beşer öyküyle yer alıyorlar İç’te. Daha öncelerde 1950 öykücü kuşağının seçkin imzası Adnan Özyalçıner’in öyküleri, öykücülüğü üzerine aralıklarla durmuştum, bu kez ustanın Aslı’dan seçtiği öykülere değineceğim yalnızca... Solakoğlu, toplumsal sorunlara duyarlı bir genç öykücü. Yoksul dış mahalle insanlarının, emekçilerin güçlüklerle örülü yaşamını odaklıyor öykülerinde. Bunların arasına yerleştirdiği kadınlara yönelik bakışındaki derinlik de bir o kadar anlamlı. Bu öykülerde, öykü gerçekliğinin her kezinde uzamla, kahramanla değişen yanlarının temel paydaşlık bağlamında yeniden ele alınış biçimini önemsediğimi belirteyim. Öykülerdeki bir hoş yan da, yoksul yaşamını anlatmak yerine bunun bizde yaratacağı etkiyi pekiştirmeye, bu etkinin yerini bulması için çabalamaya girişmesi... Sonuçta Özyalçıner’le Solakoğlu’nun İç’teki öykü örnekleri, bir öykü buluşmasının somutlanışı olduğu denli öyküye duyulan saygının, sevginin, tutkunun, diyelim bir “öykü aşkı”nın ifadesi olarak da alınmalı! Evet öykü, bir ağaca suyun yürümesinden, dalın çiçeklenişinden, öykü çiçeğinin aşkla ballanışından başka şey değil. Bunlar varsa, öykü de var orada, yoksa zaten yaşam da yok demek, öykü niye açsın böyle bir zifiri karanlıkta? ÖYKÜDE YOKSULA, EMEKÇİYE YENİDEN YER AÇMAK... Genç öykücülerin, toplumumuzun en büyük, en geniş kesimi emekçileri, yoksulları, bu kesim CUMHURİYET KİTAP SAYI 1056
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle