22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ modernite ile Modernite Arasında Türkiye’de belirttiği , başlangıçta ve sonraki on yıllar içinde yaşanan sıkıntı 20. yüzyılın son on yılında aşılmak üzere midir sahi? Her şeyden önce, düşünsel düzeyde yenilenme olduğunu söyleyebiliriz. Katı olan, yerini sürekli değişme yeteneği olana bırakıyor. Bu arada yeni düşüncelerin etkinliğinden de açık biçimde söz etmiyoruz belki. Bunu hem düşünce üretiminin bütün dünyadaki verimsizliğine, hem de bizim büsbütün yabancı olduğumuz eleştiri ve özeleştiri sevmezliğimize bağlayabiliriz. Kuruluş dönemindeki sıkıntılar, kendi modernitesinin yolunu tam olarak görememek, amaçların Batılılaşma biçiminde tanımlanması ve bunun da uygun olmayan koşullar içinde gerçekleştirilmesi yüzündendi. Sonunda tamamlanması elbette olanaksızdı bu modernleşmenin. Ne siyasal, ne toplumsal, ne de külürel ve sanatsal alanda modernizmimizi tamamlayamadık. Yirminci yüzyılın son on yılı için Hasan Bülent Kahraman’ın saptamasına da katılıyorum. Bir çıkış dönemiydi o yıllar. Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılını geride bıraktığımız şu sıralarda da, bu kez en azından kültür alanında yeni bir dünyanın kurulduğunu görüyorum. Belki pek çoklarının tersine, bu dönemin yakın gelecekle ilgili iyimserliğimizi çoğalttığını düşünüyorum. Siyasal hayat için değil belki ama edebiyatımız için. Edebiyat da beni bugün siyasetten daha çok ilgilendiriyor. Nurullah Ataç ve Fethi Naci milatlarını ve kitabınız bağlamında yerleşik imgelerinden de bahseder misiniz? Nurullah Ataç üstüne söylenecek çok şey kalmadı belki, dönemini simgeleyen, sıra dışı bir yazar ama onun da edebiyatımızın büyük modernistleri arasında ilk akla gelen yazarlardan biri olduğu üstünde durulmadı. Öte yandan, o da kendinden emin yargıları sert biçimde dile getirirken bütüncül bir eleştiri anlayışı kurmadı. Gene de her değinisi şiirin, öykünün, romanın nasıl yazılması, dilin nasıl kullanılması gerektiğini gösterdi ki, bunlar da o yılların kılavuzu oldu. Fethi Naci de eleştiriye bağımsız bir tür olarak saygınlığını kazandırdı. Yargılarını çoğu kez sert, çok açık ve kesin sözlerle dile getirmesi pek çoklarınca yadırgandı, bence de yadırganabilir, ama onun bu tutumu, eleştiri ve özeleştiriyi içselleştirememiş edebiyatımız için olumlu anlamda sarsıcı oldu. Taşları yerine oturtan bir eleştirmendi Fethi Naci. Bugün onun gibi yazılması sanırım olanaksız. Bir avuç eleştiri yazarı da Nurullah Ataç ya da Fethi Naci’nin bıraktığı yerden bambaşka bir noktayı nirengi alıyor. “Yazınsal metne sınır koyma zamanları içinde değiliz. Öte yandan, geçmiş kuşakların yeni kuşaklar üstüne düşen gölgesinin ağırlığı kalktıkça, yazınsal metnin sınırları da alabildiğine genişleyecektir. Genç yazarın önünde çözülmeyi bekleyen ilk düğüm budur aslında: kendi yolunu, özgün biçimler içinde bulmak.” Söyleşimizde bu konuyu da mutlaka açmalı… Ben genç kuşakların geçmiş kuşakların gölgesinden bütün bütüne çıkmasından yanayım. Bunu yapan genç yazarın uzaya çıkacağını düşünmüyoruz herhalde. O da sonunda bu edebiyat dünyasının içinden çıkıyor. Dolayısıyla ona ayrıca geçmiş kuşakları dayatmaya gerek yok. Tam tersine, genç yazarların özgürlük alanının genişletilmesi, edebiyatımızın yakın geleceğinin çok yönlü olmasını sağlayacaktır. Yeni anlatım biçimleri deneme konusunda yeterince meraklı olmayan bir edebiyatın buna daha çok gereksinimi var. “EDEBİYATIMIZ ELEŞTİRİYE ÇOK UZAK” Postmodernizmin farkına edebiyatımız ilk nasıl vardı ve postmodernizm ne gibi olanaklar getiriyor? Sanırım Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanının Berna Moran tarafından “post modern bir roman” olarak değerlendirilmesi, asıl dönüm noktası oldu. Bundan önce de konu edilmişti postmodernizm ama sonunda, hem de çok tartışılmış bir kitap vardı, somut bir örnek. Ondan sonra da Orhan Pamuk’un Beyaz Kale ve ardından yazdığı üç roman geldi, herkese pek çok tartışma malzemesi veren romanlar. Orhan Pamuk’u da zaten, “bir milyon Ermeni, otuz bin Kürt” hikâyesi yüzünden önemsiz bulmak yerine, romanlarını beğenin ya da beğenmeyin, yeni bir roman biçimi getirdiği için yazınsal düzeyde değerlendirmenin önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Postmodernizm, yüz elli yıldan beri çok hızlı değişen romanın önüne yeni olanaklar getiriyor. Modernizm hayatın bütünüyle kavranamaz hale geldiği koşulların ürünü olarak edebiyatı değiştirdi; postmodernizm de günümüzün giderek daha çok parçalanmış, büyük toplulukları etkileyip temsil edecek düşünce akımlarının oluşmasına uygun olmayan, bütüncül anlayışlar yerine anlık ve o anı temsil eden gerçeklik kesitlerini öne çıkaran, bireyleri birey olmaktan çıkarıp toplumsal hayatın daha sıradan öğelerine dönüştüren koşulların ürünü. Dolayısıyla edebiyatta da bu koşullara tam uygun yaratım biçimlerine neden oluyor. Bunlar da asıl karşılıklarını romanın dünyasında buluyor. Metinlerarasılığın meşruiyeti bu gerçekliğin ürünü. Metinleri, başı sonu belli, bütün olarak almak yerine, kendi içinde paçalayıp her parçayı ötekilerden bağımsız yaratmaya olanak veren bir yaratım biçimine uydurabiliyor. Yazar, metinden bağımsız bir kişilik olarak dilerseniz metinde yaşayabiliyor. Dili, üslubu, kurguyu, tekniği daha kolaylaştırmanın; okuru metnin içine daha çok çekmenin; edebiyatın iç değerlerini aşağı indirip herkese uygun hale getirmenin ve bunlara benzer bir dizi biçimsel denemenin fırsatlarını vermesi bakımından, postmodern biçimler yeni olanaklar yaratıyor elbette... Peki bizim edebiyatımızda eleştiriyle kurulan ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Bizim edebiyatımızın eleştiriyle gerçek bir ilişkisi hiçbir zaman olmadı. Ne yüzyılın başında oldu bu, kendi aydınlanmasını yapamamış bir kültürün eleştiriyi kurumsallaştırması olası değildi ne de 1960’lardan sonraki görece özgürlük ortamında. Toplumsal arızalarımızdandır eleştiri ve özeleştiri sevmezlik. Düşünsel olarak da yatkın değiliz. Edebiyatımız eleştirinin bir yazınsal tür olarak ne ve nasıl olması gerektiğini anlayamadı. Eleştiriyi yalnızca bir yapıtı inceleyen bir tür olarak gören yazarların eleştiriyle ilişkisinin ne olduğunu soralım, pek bilinmez. Eleştirinin apayrı, bağımsız bir yazınsal tür olduğunu, çözümlediği yapıta bağımlı kalmadan kendini bağımsız bir metin olarak var etmesi gerektiğini sürekli anlatmaya çalışıyorum. Öte yandan, pek çok yazarın kitapları üstüne yazılan eleştirileri anlamakta zorluk çektiğini görmek de artık şaşırtıcı oluyor. Bir dizi konuda pekâlâ benzer yaklaşımlar içinde bulunabileceğiniz, yazdığı öykü ya da romanın düşünsel dayanaklarını açıklamasını istediğiniz bir yazar, yazdığı kitabı üstüne olumsuz bile olmayan birkaç saptamanız üstüne size yukarıdan ders ve akıl vermeye, sizi suçlamaya kalkabiliyor. Demek ki eleştiri kültürüne çok uzağız. Hem yazar olup hem de eleştiriden anlamamak, gerçekten çok tuhaf. Kimileri sıradan insanlar olarak değil de, yazar olarak yaşamaya çalışıyor. Bunlar can sıkıcı, ama ben de hiç kimse için yazmıyorum. Kendim için yazıyorsam, başkaları da akıl verip takaza etmek yerine kendi düşüncelerini yazabilir, bu kadar. Edebiyat dünyamız eleştiriye hâlâ çok uzak ama neyse ki bir avuç yazar, yaratıcı düşüncenin ufuklarını açıp derinleştirerek eleştiriyi yenilemeye çalışıyor, varlıkları yeter. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Modernizm ve PostmodernizmEdebiyatın Dünü ve Yarını/ Semih Gümüş/ Can Yayınları/ 152 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1056 SAYFA 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle