27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

O urat Gülsoy’un yeni romanı Karanlığın Aynasında (Mart 2010, Can yay.) acil serviste gece nöbetini tamamlamak üzere olan doktorla kalp krizi geçirdiği endişesi ile hastaneye gelmiş, aslında panik atak yaşayan bir genç kadının karşılaşmaları ile başlıyor. kuduğum Kitaplar METİN CELÂL Karanlığın Aynasında M Ufak tefek ve çekici kadın olan Ece’nin gizemli ya da mucizevi bir yanı yoktur, sıradan bir hastadır ama doktor Orhan daha onu görmeye giderken “içimdeki heyecan artık hayatın benim için farklı olacağının deliliydi” diye düşünmeye başlamıştır. Orhan, ne kadar fark ettirmemeye çalışsa da Ece’yi görür görmez ondan etkilenir. “Bir şeyler olacak” hissi Orhan’ı tiyatrocu olduğunu anlatan Ece’ye daha da yakınlaştırır. Ece de onun ilgisini karşılıksız bırakmayacağının işaretlerini verir. Artık Orhan’ın içinde bir kıpırtı vardır ve bunun aşktan mı yoksa fizyolojik bir bozukluktan mı olduğuna karar veremez. Bu arada Orhan’ın genç yaşta babasını ve amcasını bir trafik kazasında kaybettiğini, ruhsal durumu iyice bozuk olan kuzeni Sarp ve yengesiyle ilgilenmek durumunda olduğunu, böyle bir sorumluluk hissettiğini öğreniriz. Nöbeti bitince acil serviste bırakıp gittiği kadınla bir daha buluşma umudu yokken, Ece’den tiyatroya davet alır Orhan. Ece’nin başrollerinden birini oynadığı oyunu 24 sayfalık uzun bir bölümde anlatılır. Biz de bu anlatımın gerekliliğini merak ederek roman içinde geniş bir oyun özeti okumuş oluruz. Oyunun bitiminde Ece’yi kutlamak için kuliste bekleyen Orhan oyuncularla birlikte bir tavernaya gider. Ece’yle iyice yakınlaşmışlardır. Orhan onunla mutlu olduğunu düşünür, aşk diye adlandırabileceği duygulara kapılır. Gece beklendiği gibi Ece’nin evinde noktalanır. Sevişirler. Ece’nin sol göğsünün üzerinde akrep dövmesi vardır. Dövmeli memeyi Orhan’ın avuçlamasını isteyen Ece, o halde, çırılçıplak akrep dövmesini yaptırmasının öyküsünü anlatır. Çocukluk yıllarından, ilk aşkından başlar anlatmaya. 50 sayfa süren bu anlatı aslında Ece’nin hayat hikâyesidir. Babası o doğmadan annesini terk etmiş, ortada kalan anne bunamakta olan yaşlı bir kadının bakımını üstlenmiştir. Ece, bu yaşlı kadının köşkünün bahçesinde büyümüştür. Komşu evin çocuğu Haldun da ilk aşkı olmuştur. Ama Haldun’un annesi hemen duruma müdahale etmiş ve bu aşkın yaşanmasını önlemiştir. Ece’nin hayatını da babasını bulup hesap sorma arzusu ve bu kırık aşk hikâyesi belirlemiştir. Ece’nin öyküsünde annesinin kılığına bürünüp babasının kalbini çalmak ve ona acı gerçeği açıklamak niyeti önemli yer tutar. Romanın doğrusal anlatımı da bu noktadan itibaren kırılmaya başlar. Ece’nin ortadan kaybolup Orhan’ın umutsuzca onu aramaya başlaması ile de kronolojiden iyice kopulur ve zamanlar, kimlikler, kişilikler, düşle gerçek birbirine karışmaya başlar. Olayların ve durumların insanların ruh halleri ile değiştiğini fark etmeye başlarız. Gerçeklik kayganlaşmıştır. Ece evde yoktur, cep telefonu cevap vermez. Orhan tiyatro salonunun bulunduğu garip binaya, ilk gecelerinde eğlendikleri tavernaya gider. Artık her şey tamamen farklı gözükmektedir gözüne. Gerçeklikten hayallere, düşlere doğru kaymaya başlar. Düşle gerçek birbirine karışır ve biz anlatıcı Orhan’la birlikte neyin gerçek neyin düş olduğunu ayırdedememeye başlarız. Sarp’ın hastalığı olarak anlatılan şizotipal kişilik bozukluğunun, gerçekliği farklı algılamak, hayali kişiler görmek gibi belirtileri Orhan’da da gördüğümüzü fark ederiz. Sarp’ın hastalığını teşhis eden Orhan’ın doktor arkadaşı Tunç uzun tanımlamalardan sonra sözlerini şöyle bitirir; “Bir romanın içindeyiz, bunların hepsi bir oyun, bu göstermelik bir dünya, asıl dünya başka bir yerde, biz o dünyanın yansımasıyız...” Bu sözler aslında Sarp’ın Orhan’a sık sık söylediklerinin aynısıdır. Çalıştığı hastanenin kapanıp işsiz kalmasını, yengenin ölümü izler ve Orhan, Sarp’a bakması gerektiğini düşünerek yengenin evine yerleşir. Yengesi gibi meze hazırlar, onun yatağında yatar ve yarım bir cümleyle “doktor ve hastası aynı kişiyse” tedavi ayna yardımıyla olacaktır diye düşünür, düşündürür. Roman boyunca Orhan’ın tüm kişilikleri kendinde ya da hayalinde yaşadığının çeşitli işaretleri verilir. Sona doğru bu durum iyice belirginleştirilir. Orhan’ın Ece’yle aynı cüzdanı taşıması ile başlayan işaretler, yengenin evinde Ece’nin annesinin giysilerini giyerek çektirdiği fotoğraflardan oluşan albümü bulması ile iyice netleşir. Sarp “bunlar bir romanın içinde olduğumuzun işaretleri” diyerek baştan beri Orhan’ın yaşadıklarını özetler ve hastalanmakta olduğunu söyler. Orhan da şizofreninin genetik bir özelliği olduğunu, Sarp gibi hastalanmış olabileceğini düşünür. Hastalığın ortaya çıkması için Ece’yle aşk yaşaması ve terk edilmesi gerekmiştir. Sarp ilaçlar içip sürekli uyurken, şizofren değil de romanın kahramanı olduğuna ikna olan, olmak isteyen Orhan da Ece’yle tüm yaşadıklarını yaptığı karton maketlerle yeniden canlandırmaya çalışır. Bu canlandırma Ece’ye giden yolu da gösterecektir. İçinde bulunduğu romanın yapısını çözebilirse neler yaşadığı daha iyi kavrayıp yorumlayacağını, “karanlığın aynasında kendi yüzünü bulacağını” da ummaktadır. Bu deneyim ona içinde birden fazla kişinin olduğunu gösterir. Aynadaki yansısında kendini Ece olarak görür ve bunun gerçek olduğunu fark eder. Ece’nin bedeni içine sıkıştığını çıkması gerektiğini düşünür. “HER ŞEYİN SONUNDAYIM” Tezer Özlü yaşamını yazdıklarına yansıtan yazarlardan. Ferit Edgü’nün “Her şeyin sonundayım”ın girişinde belirttiği gibi “yapıtı içindeki yanardağın lavlarından oluşmuş”. Tezer Özlü’nün bu özelliğini en çok romanları Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde ve Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hissederiz ve yazarın hayat öyküsünü merak ederiz. Kimi günce ve anlatı parçalarından oluşan Kalanlar (1990) ve Leyla Erbil’le mektuplaşmaları (1995) hep bu merak ettiğimiz yaşamdan anıları taşır bize. Tezer Özlü ile Ferit Tezer Özlü Murat Gülsoy Ferit Edgü Edgü’nün mektuplaşmalarından derlenen “Her Şeyin Sonundayım” ( Mart 2010, Sel yay.) da bu tür bir çalışma, biyografiye katkıda bulunuyor. “Sevgili Ferit, Bu sabah mektubunu bulmak, okumak, bana hem yaşamı hem de sonundaki ölümü daha dayanılır kıldı. Birden yüksek dağlar, henüz boz rengi olan yamaçlar, tepelerdeki beyaz kar, sessiz, küçük İsviçre köyleri anlam kazandı ve buraya geldim geleli ilk kez ayağım yere değdi…” diye yazıyor bir mektubunda Tezer Özlü. İki iyi yazarın, yakın dostun içtenlikle kaleme aldığı mektuplar bunlar. Tezer Özlü’nün yaşamındaki iki dönüm noktasına tanıklık ediyoruz. Birincisi 1966 68 arası; ilk eşi Güner Sümer’den ayrılma evresinde hissetiklerini, yaşadıklarını yansıtıyor. İkinci öbek mektuplar da 1984 yılına, Hans Peter Marti ile evliliği, Zürih’e yerleşmesi ve kansere yakalanması gibi önemli olaylara rastlıyor. Bir yandan da Almancada Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yayımlanan romanının Türkçede Yaşamın Ucuna Yolculuk adıyla yayımlanmasının öyküsünü okuyoruz. Ferit Edgü bazı mektupları yaşayan ya da ölmüş kişileri üzmemek için yayımlamamış. Onun dışında bir iki özel isim hariç herhangi bir müdahalede bulunmadığını yazım yanlışlarını düzeltip yayımladığını yazıyor. Kitaba Tezer Özlü’nün fotoğrafları ve bazı mektupların tıpkı basımlarının eklenmesi iyi olmuş. Sondaki zaman dizin de okuduklarımızı anlamlandırmada yardımcı oluyor. Bir de Mübin, Asaf gibi sadece ön adı kullanılan kişilerin tam isimleri ve bazı muğlak kalan yer ve zamanlar açıklayıcı birer dipnotla verilse her şey daha da berraklaşırmış. “Her şeyin sonundayım” mektubun yazarların kaleminde bir edebi tür olduğunun somut kanıtı gibi. Okuduğumuz satırlar yayımlanacağı düşünülmedikleri için hesapsız, kitapsız, içten. Mektuplar ayrıca Tezer Özlü’nün ruh halini, dünyaya bakışını kendi anlatımıyla hissetmemizi sağlıyor. Eserlerini tekrar okumaya özendiriyor. Zaten bu tür kitapların bir işlevi de budur. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1051 SAYFA 12 Fotoğraf: Ara Güler
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle