Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K in ömrün yükünü sırtlamış bir yazar sanki Muzaffer İzgü. Etkinlikten etkinliğe koşan günümüz Nasreddin Hocalarından biri. Deyiş yerindeyse yedi canlı bir söylen kahramanı… Yüzü, duruşu, koşuşturması böyle geliyor gözlerimin önüne… Oturumlar, konuşmalar, imzalar, sonra çocuklarla, gençlerle kurduğu içtenlikli ilişkiler… Düğün evine dönüveriyor o geldiğinde salon… Konfetiler mi getiriyor peşi sıra, yıldızlar mı bilinmez artık… Yüreciğinde hüzünlü sevinçler, gırtlağında boğum boğum duygular… Geldiği gibi gidici ama… Bitirdi miydi işini, dönmede gözü. Öyle ya, yazı masasında öyküleri bekliyordur evde yazılacak, okuma masasında kitapları serilidir okunacak. Sevgili eşi Günsel İzgü’yü yalnız bırakmaması gerekiyordur bu arada. Yüz elliye varan kitap veriminin, nasıl bir yaşama karşılık geldiğini sezer gibi olursunuz o zaman… Ardındaki bunca üretime dayalı hüner neyin nesi dersiniz? Düşünür, bir yanıt bulmaya çalışırsınız. Bütün bir yaşam verilerek derilmiş olmasın bunca ürün?… SAYFA 24 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Muzaffer İzgü’den Atilla Polat’a gülmece yazınımız... dip vurgunuyla sona eriyor. Yanı sıra öykülerdeki şaşırtıcı, çarpıcı sonlarla kitapların okunma havı da tazeleniyor enikonu. O, bu yanıyla tamı tamına örnek bir halk yazarı. Bir kolu Ahmet Mithat’la Hüseyin Rahmi’ye gidiyor, öteki kolu Aziz Nesin’le Rıfat Ilgaz’a uzanıyor. Gerçekten onların bu geleneğini sürdüren önemli bir ardıl bu anlamda. Romanlarında da oyunlarında da bu tutumunu sürdürüyor hep. Sonuçta Muzaffer İzgü, halk yazınımızda kitaplarını on yıllar boyu benimsetmiş, bunları birer çekim merkezi haline getirmiş yanını koruyor. Halkımıza reva görülen sadaka anlayışına dayalı “kömür dağıtımı”nın dağıtıcıları için “kömür marşı” kaleme alışı, yeni bir tür olarak “hükümet çiftetellisi”ni bulgulayışı hep bu halk yazarlığının yansımaları… GÜLMECE SANATINDAKİ BÜYÜLÜ DÖNÜŞÜM... Tüm sanat dallarında yaşanan dönüşüme koşut bir olgunun gülmecede de yaşandığı açık… Gerçekten öyküde, romanda, tiyatroda, sinemada, belgeselde, müzikte, resimde yaşanan büyük dönüşümün bir benzerinin gülmecede, karikatürde yaşandığı söylenebilir… Gülmece yazınımızın 1950’lerde üç farklı damar üzerinde yapılandığı gözleniyor. İlki Aziz NesinRıfat Ilgaz kavrayışından beslenen damar olarak öne çıkıyor. İkincisi Haldun Taner yönünde ilerleyen alaysamalı, burkulmalı damar olarak belirginlik kazanıyor. Üçüncüsü ise Tahsin Yücel’in başını çektiği aykırı gerçekçilikle sarmalanmış damar olarak yazınsal verimimizde yerini alıyor… İlkinde Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ikilisiyle yazınımız, düz ya da dönüştürümsel, ama sonuçta eskilere oranla ciddi temelde enikonu soyutlayıma ulaşmış oldu. Özellikle Zübük, Hababam Sınıfı bu doğrultuda çok başarılı iki örnek olarak gösterilebilir herhalde. Haldun Taner, bu iki yazarın bakışına bir başka yaklaşımı daha katarak soyutlayımla dönüştürümün üzerinde yükselen alaysamalı bakışa eklenmiş bir burkulmayı getirdi. Tahsin Yücel ise, 1950 sonlarında öncekilerden farklı olarak doğrudan gerçekliğin kendisine odaklanıp bunu değiştirmeye yöneldi; soyutlayımı, dönüştürümü aykırı gerçekçi temelde yapılandırdı. Yazınsal alanda kendini gösteren bu üç farklı damar birbiriyle örtüşmüş olarak yol alırken karikatürde buna Turhan Selçuk’un anlatmayan, ama anlamlandırmaya dayanan çizgisi eklendi. Türk gülmecesi, büyük bir doruk oluşturdu denebilir 1950’lerde… Sonuçta çizgideki gösteren gülme aydınlanmasının önünü açtı Turhan Selçuk… Düşünsel dünyaları, Mustafa Kemal’in Anadolu aydınlanması içinde mayalanan bu insanlar, 1950’lerin aydın genç sanatçıları olarak gülmeceyi, karikatürü yeniden yapılandırırken omuzlarında taşıdıkları sorumluluğun da gereğini yerine getirdiler böylece… 1950’lerde gülmece ile karikatürün sanatsal bağlamdaki bu olağanüstü dönüştürücülük yönsemesi üzerinde ne kadar durulsa yeridir bana göre. Yalnız yazınımızda ya da çizgimizde değil tüm sanat dallarında aşağı yukarı eşzamanlı olarak yaşanan bu gelişme sonraki yıllar boyunca ardılların verim örneklerinde etkisini gösterdi elbette. Bu çerçevede Muzaffer İzgü de söz konusu damarlarla içlidışlı olarak geliştirdi öykücülüğünü, romancılığını, oyun yazarlığını… Bu yüzden onun öyküleri, yaşanılan çelişkili gerçeklerin düz değiştirimlerine dayalı anlatımcı birer metin olarak alınmamalı! “Hükümet Çiftetellisi”, “Benim Evim Ne Güne Duruyor”, “Mağara Şerbetevi” vb. öyküler düzeyli soyutlayımsal örnekler olarak alınabilir… Bütün bunlar, gülmece ile karikatürün sanatsal düzlemdeki gelişmelerle nerelere yerleştiğini ele veriyor. Yakalanan bu düzeyin ardından sanki böylesi bir yüksekliğe hiç mi hiç ulaşılmamış gibi durulabilir mi artık? İşte söz konusu bu halkaya son olarak eklendiği düşünülebilecek Atilla Polat’la (d.1967) önümüze gelen de bu… ATİLLA POLAT’LA GÜLMECEYE EKLENEN SON HALKA Polat’ın ilk kitabı Berduş Kediler Kırnavalı (Gürer, 2010) adını taşıyor. Yazar, kaleme aldığı kendi yaşamöyküsünde nasıl bir yazar olduğunun ipuçlarını veriyor: “Üniversite yıllarında edebiyatla girdiği yasak ilişkiden ikiüç öyküsü oldu. Öykülerini kâğıtlara sarıp sarmaladı, dergi avlularına Atilla Polat bıraktı; sahiplenen çıkmayınca hiçbiri yaşamadı.” Farklı damarları bir araya getirip suları buluşturmaya çabalayan bir yazar izlenimi bırakıyor Atilla Polat. Bu çerçevede yukarıda adlarını andığım yazarların tümünün izini sürdürebilmek de olanaklı onun bu ilk kitabında. Sevgilisine sunmak amacıyla bir “altın imge” peşinde yollara düşen anlatıcının serüvenlerini okuyoruz kitapta. Kedisi Karbon, onun aracılığıyla tanıştığımız birinci, ikinci, üçüncü tekil anlatıcılar, kırk haramiler, Binbir Gece Masalları’nın dolantısı içinde süreğen olarak birbirine akan kahramanlar, onların aşkları, hatta Şehrazat’la çağdaş bir anlatı, roman bu. Ayrıca yer yer söylenmasal evrenleri de ekleniyor kitaba. Zaman, uzam bir masal akışı içinde değişirken kahramanların bütünsel döngü içinde var ettiği Antikacı Salih, Süslü Pakize, Zülküf, Abdo, Pelin, Hülya, Nusret Hoca gibi zengin bir karakter harmanı buna eklenerek yazarın hedeflediği süreğenliğe destek veriyor. Gerçekten kahramanlarını roman evreninde ustalıkla gezindirmeyi başarıyor yazar. Sıkıştığı yerde “ihraç fazlası haramiler”e, “defolu masal kahramanları”na (50) yer açıyor, yoluna devam ediyor yine de… Bu arada farklı damarları bir araya getirirken Borgesvari açılımlarına da tanıklık yapıyoruz Polat’ın. “Hayallerinin peşine düşmüş biri” (33) aracılığıyla serüven duygularının köpürtüldüğü kurgusal bir evrenden içeri süzülürken bu doğrultuda metne apaçık yerleştirilen göndergeler okura eşlik ediyor çünkü… Atilla Polat, yazarlığının bu ilk veriminde nasıl bir işçilik sergiliyor? Anlatılanın dışındaymışçasına duran, ama bu arada arka planda öylece bekleyen bir anlamsallığa doğru kışkırtıyor okuru. Bu çerçevede şapkasından komik tavşanlar çıkarıyor değil elbette, ne var ki bu anlatılanlardan biz, derin hüzünlere bulanmış burulmaların eşiğine çıkıyoruz denebilir sonuçta. Yazınımızda yepyeni bir biçem değil, ama yine de kendini unutuluşlara bıraktırmayacak izlenimi veren, tersine erden havasıyla uykumuzu dağıtan, hatta tazecik soluklar estiren bir ilk kitap bu. Muzaffer İzgü’den Atilla Polat’a, 1 Nisan şakası gibi yaşamımıza katılan, gülmece yazınımızı kurumsallaştırma, bu damarı sonsuzca çoğaltıp varsıllaştırma yolunda olağanüstü erke üreten ne denli yazar varsa tümüne de minnet borçluyuz. Aydınlanma eşliğinde ciğerlerimizi genişleterek bize gülmeyi, beynimizin kıvrımlarını geliştirerek düşünmeyi öğreten bu yazarlarımızı birer insan anıtı olarak alabiliriz o halde! 1 Nisan’da Nasrettin’i de anarak hep birlikte bu Şaka Gününü kutlamak ne güzel! ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1050 B Öykülerinin yanında pek çok roman, oyun da kaleme almış bir yazar Muzaffek İzgü. Bu arada çocuk, gençlik yazını alanında sayısız diye nitelenebilecek verimleri de anımsanabilir onun. Yıllar önce Cumhuriyet Kitap’ta oyunları üzerinde durmuş, Muzaffer İzgü’nün halk tiyatromuz dağarı içinde, özellikle siyasal halk tiyatromuzda önemli bir yeri bulunduğunun altını çizmeye çabalamıştım. Bu kez onun öyküleri arasında bir küçük gezintiye çıkıp gülmece yazınımıza değgin bir iki düşünce git gelinden sonra alana “şimdilik” son temsilci olarak eklemlenmiş bir yazara getirmek istiyorum sözü… İzgü’nün tüm kitaplarının yalnızca adlarını sıralamaya kalksak, “Kitaplar Adası”nın sayfası dışına taşar herhalde liste. Bu yüzden ben, tümü de Bilgi Yayınevi’nce yayımlanan son üç öykü kitabıyla yetineyim istiyorum: Hükümet Çiftetellisi (2003), Hamdolsun Açız (Üçüncü Basım, 2009), Anamı da Aldım Geldim (Üçüncü Basım, 2009). BİR HALK YAZARI OLARAK MUZAFFER İZGÜ... Gülmece, insan usunun kuşkucu, inanmaz, külyutmaz, cin fikirli, bireyleşmiş güzel yanının verimi. Çirkin yanı ne peki insanın? Tabulara bağlı, dogmacı, korkucu, asık yüzlü, uyarlıkçı, kuyrukçu yanı… Bu nedenle gülmece, insanoğlunun, sanatsal dönüşMuzaffer İzgü türümde ulaştıFotoğraf: Kadir İncesu ğı başarı düzeyinin hem göstergesi, hem çağdaş kıvılcımı aynı zamanda. Muzaffer İzgü bu yönde öykü verimleyen bir gülmece yazarı. Onun, kendisine dek gelen halk yazınını gülmece yazınıyla örtüştüren tutumu üzerinde özellikle durulmalı. Bundan ötürü Muzaffer İzgü, günümüz halk yazınının en önemli adı bana göre. Bu çerçevede konuşma dilini öykülerine içirmiş, halk yazını kavrayışını öykücülüğüne temel dayanak yapmış, özenli Türkçesiyle, sözcük seçimiyle, sözdizimleriyle dikkati çeken biri. Ayırdında kuşkusuz yazar; tek silahı dili çünkü. Bu açıdan bakıldığında öyküleri onun, yazılarak değil de sanki konuşurcasına örüntülenmiş, bu yöndeki yansıtımlarla kurulmuş, ses uyumlarıyla aktarılmış izlenimi bırakıyor insanda. Bütün öykülerinde yazar, toplumsal çelişkileri yakalayıp bunları öne çıkararak, gerçekliği abartılı ya da aykırı yaklaşımlarla bir kahkaha aynaları koridorundan geçirerek, değiştirip dönüştürerek gülmece anlayışına katık yapıyor. Böylece gündelik yaşama yönelik cince eleştiriler içeren, yaşamımızın her yakasına köpük köpük yayılan bir dizi fotoğrafla karşı karşıya bırakıyor bizi. İzgü, hep olgusal tümcelerle kurup geliştiriyor öykülerini. Bunlarda olayların komiğini çıkarmıyor, getirdiği vurguyla bunu öne çıkarıp göstermeye, kör kör parmağım bir anlayışa yönelmiyor. Ya n’apıyor? Sözünü ettiğim kahkaha aynalarının önünden geçerken olayların trajikomik yanıyla yüzleşmemizi sağlayıp sorgulayıcı gücümüzü biliyor âdeta. Söz konusu bu vurucu yaklaşımıyla öykülerinde bize genel bir ayna tutuyor böylece… Özetle denebilir ki Muzaffer İzgü’nün öyküleri, bir kahve sohbeti havasında başlayıp buruklaştırıcı örgülerle geliştirilip her seferinde csarsıcı bir