06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ahmet Telli ile ‘Nidâ’ üzerine ‘Şiirin gücü, sözcüğün haysiyetini kollar’ Ahmet Telli; “Sözcüklerin masumiyeti söyleme dönüştüğünde, yerini ideolojiye bırakır” diyor kendini sorgulayarak çıktığı şiir yolculuğunu sürdürürken. Bu yolculuğun yeni durağı, dokuzuncu şiir kitabı Nidâ okuyucuya ulaştı. 1979’da Yangın Yılları ile çıktığı yolculukta, Hüznün İsyan Olur, Dövüşen Anlatsın, Saklı Kalan, Su Çürüdü, Belki Yine Gelirim, Çocuksun Sen, Barbar ve Şehlâ’dan sonra geldi Nidâ. Son şiirlerinde de Asuman Susam’ın belirttiği gibi şiirinin temel ve önemli özelliği, “şiirine özne olarak kendini sızdırmış olsa da, orada yaratılmış bambaşka bir özne üzerinden tarihe tanıklık edilmesi.” Ahmet Telli ile yeni kitabı üzerine konuştuk. mazsam sanki bana köstek olacak diye düşündüm. Zeylnâmeler vardır geleneksel edebiyatımızda. Bir başka şairin şiirine ilişkin yazılabildiği gibi, şairin kendi şiirine bir bağlantı noktası bulunarak da kaleme alınmışlardır. Sonuçta, ilk kitapların bağlamındaki bu şiir Nidâ’ya girdi. “Taylar ve Yolcular” ile “Nidâ” adlı şiirler anlamı yüzeyde sunar gibi gözükse de, başka türlü alımlamalara elverişli gibi geliyor bana. ÇAĞIMIZDA GÖRSELLİK İMGENİN BAŞAT ÖĞESİ “Şiirin açıklaması yine şiirin kendisidir” diye genel bir düşünce var. Öyle de olsa Dede Korkut’un Deli Dumrul’una İkiz Kuleleri yıktırmanızı sormadan edemiyorum. “Perişan” şiirindeki dizeler şöyle: “Boy boylayıp soyuna kibrit/ Çakınca gördüydü delilerin/ En çılgınını ki Deli Dumrul/ Diyorlardı; Elbruzlar’dan yüce/ Olamaz deyip yerle yeksân/ Eylemişti İkizkule ejderini.” Mitoslar, efsaneler, halk hikâyeleri bir dilin zengin olanaklarıdır bana kalırsa. Sadece dilin mi? İmgeledikleri, çağrıştırdıkları ile her çağda yeniden yeniden farklı metaforlara açıktır bunlar. Sözcüklerin anlama, mitlerin metaforlara dönük yüzü, hangi şairin ilgisini çekmemiştir ki? Deli Dumrul şiir yoluyla çağımıza konuk ediliyor ve itiraz hakkını bir kez daha kullanıyorsa ne güzel. Daha o dizeleri yazarken de heyecanlandırmıştı beni. İkizkuleler’in dünyayı egemenliğine aldığı bir zaman diliminde şiir pekâlâ bir Deli Dumrul olmayı göze alabilir, almalıdır da. Bu bağlamda Kafkas mitolojisiyle de epey ilgili görünüyorsunuz. “Son Ubıh” adlı şiire bütünsel olarak, “LaMinör”, “Taylar ve Yolcular” gibi şiirlere de sızmış Kafkas mitleri. Evet, ben mitlerin plastik sanatlarda olduğu gibi şiirin de ilgi alanında olduğunu düşünüyorum. Çünkü mitosla imgenin iç içe, birbirini besleyen ve büyüten olduğunu sanıyorum. Divan şiiri Doğu mitolojisinden yararlanmıştır. Çağdaş şairler ise Yunan mitolojisinden. Ne var ki, bahsettiğiniz şiirlerde, mitler değil, tarihtir kendine yer bulan, yahut geçmişin zihinlerde bıraktığı solgun anılar… Nidâ’da, ressam Habip Aydoğdu’nun bu kitap için yaptığı desenlere yer vermişsiniz. Fransız şairlerinden bazılarının kitaplarını 20. yüzyıl ortalarında ünlü ressamların çizimleriyle yayımladıkları biliniyor. 50’li yıllarda Türkiye’de de şiir kitaplarının bazıları sayfalarında resimlere yer verdiler. Örnekleri çoğaltmak istemiyorum. Bu desenleri kitabınıza alış nedenini söyler misiniz? Tespitleriniz doğru. Bu görsel öğeleri bir bezek olarak düşünmemek gerekir. Çağımızda özellikle görselliğin imgenin başat öğesi olarak öne çıktığını söyleyebiliriz. Öteden beri sanatların bütünleşik kullanımının önemine dair görüşlerimi belirtmiştim. Deneme kitaplarımda buna ilişkin yazılar var. Sinema sanatı bu işi inanılmaz boyutta kullanıyor. Bu yüzden etki gücü artıyor. Sözcüklerin gölge çağrışımları, desenlerle bütünleştiğinde şiir zenginleşiyor diye düşünmek gerekiyor. Okur bu desenlere mutlaka bakmak zorunda değil. Ama yine de Cemal Süreya’nın o sıcak, sımsıcak dizeleri benim de gerekçem olsun isterim. Ne diyordu Cemal Süreya: “Tâ çocukluğumdan beri/ Ne buldumsa okudum/ Sonunda anladım ki/ bir kitapta resim şart.” ? Nidâ/ Ahmet Telli/ Everest Yayınları/ 91 s. Ë Rozerin DOĞAN 979’da Yangın Yılları ile çıktığın yolda, Hüznün İsyan Olur, Dövüşen Anlatsın, Saklı Kalan, Su Çürüdü, Belki Yine Gelirim, Çocuksun Sen, Barbar ve Şehlâ ve son olarak da 2010 başındaki Nidâ ile dokuz şiir kitabınız yayımlandı. Diğer üç deneme kitabınız da göz önünde tutulduğunda, hem kitap adları hem de şiirlerin içeriğine bakıldığında son otuz kırk yıllık tarihimize ve bu tarih içinde kişisel yaşam serüveninize ilişkin ipuçları veriyorsunuz gibi. Bu bağlamda toplumsal gerçeklik ile şiir, bireysel olgularla şiir ilişkisi konusunda neler söylersiniz? Asuman Susam’ın 2010 Şubatı’nda yayımlanan Ahmet Telli Şiiri adlı incelemesinden alıntılayacağım şu satırlar sorunuza bir karşılık olur düşüncesindeyim: “Telli şiirinin temel ve önemli özelliklerinden biri, şiirine özne olarak kendini sızdırmış olsa da, orada yaratılmış bambaşka bir özne üzerinden tarihe tanıklık etmesidir. Bu tanıklık yakın siyasi tarihimizin savrulan, acı çeken, değişen, yiten, yenilen insanlarından izler taşır. Bu özneyle birlikte onun gözleminden değişen çağ, çağın değişen değerleri, kapitalizm ve birey eleştirisi, çağa itirazlar da yer alır.” Bu alıntıya şunları eklemek mümkün: Şiirdeki özneyle şiirin yazarını özdeşleştirmek her zaman ve her şiir için doğru değil. Öyle olsaydı sanat ürünü bir iç dökmeden öteye geçemezdi. Sanat nesnesini alımlamadaki yaygın bir yanlış bu. Şiir bir yansıtma ve içdökme ile yetiniyorsa sıradan bir anlatıcı olarak kalır. Bu ise şiir pratiğinin dışına düşmektir. Düzyazının işidir anlatmak… YAZARIN BİTMEYEN YOLCULUĞU Bu durumda sanatçının yapabildiği ile yapmak istedikleri ne anlam ifade eder? Yangın Yılları ilk şiir kitabımdı. Yapmak istediğimi gerçekleştirmiş olduğumu düşünseydim diğer kitapları yayımlamanın bir gereği kalmazdı. Yazar kendi yazdıklarıyla yüzleşe yüzleşe, kendini sorgulaya sorgulaya yapmak isSAYFA 16 1 tediğine doğru hiç bitmeyecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta onu ateşleyen düşleridir, sezgileridir, sanatsal pratiğin yeni açılımları ve olanaklarıdır. Düşler ve sezgiler donmuş, kalıplaşmış ve bitmiş şeyler olmayacağına göre yazarın yapmak istediği “şey” de sürekli evrimleşir. Bu soruya daha açılımlı bir karşılık bulmak gerekir aslında. Çünkü yapılanla yapılmak istenen her zaman tanımlanabilir şeyler olmayabilir. Dağın ardına doğru yapılan bir yolculuk, dağın ardındakini bilmekten çok keşfetmeye bağlıdır sanıyorum. Bundan önceki Barbar ve Şehlâ’da söylem ve söyleyiş özellikleri bakımından ses değerlerine özel bir önem verdiğiniz görülüyor. Yeni yayımlanan Nidâ’da ses öğesinin daha da öne çıktığını söyleyebilir miyiz? Kolaycı okurun beğenisine teslim olmamak gerekiyor. Anlamı yüzeyde arayan okurun, matlaşmış sezgisini harekete geçirmenin yolu, şairin, fareli köyün kavalcısı olmayı denemesidir galiba. Sezgileriyle davrananların peşime düşmesini isterim. Bunun için müziğe gereksinim duyduğum söylenebilir. Kaldı ki, ses öğesi, iyi şiirlerin temel özelliklerinden biridir. Bunu gerçekleştirmeyi hangi şair istemez! Nidâ’da günlük dilden düşmeye yüz tutmuş, neredeyse alan incelemecilerinin belleğinde kalmış sözcüklere sıkça rastlıyoruz: İhlal, güzergâh, enkaz, gazelhan, ahker, kelam, sual, fecr, hun, siyahkâr v.b. Bu tutum, biraz önce sözünü ettiğiniz ritm duygusuyla olsa bile okur ile bağınızı zorlaştırmaz mı? Bir dilin kazanılmış güzelliklerini yitirmeye gönlüm razı olmuyor. Gerçi düzyazılarımda olabildiğince arı Türkçeye bağlıyımdır. Ama şiirde böyle sınırlar koymuyorum kendime. İçimde çırpınan kuşun hüzünlü yahut neşeli şarkısına dudaklarıma dokunan sözcüklerle karşılık vermek istiyorum, bunun şiir olduğunu düşünüyor yahut ben öyle sanıyorum. Sözcüklerin masumiyeti söyleme dönüştüğünde, yerini ideolojiye bırakır. Eğer dünya görüşünüz insana, doğaya; insanın doğayla uyumlu yaşamasına yönelikse, sözcükler dünya görüşünüzün ifade edicisi olur. Şiirin gücü, sözcüğün haysiyetini kolladığı gibi, onu kendi safına da çeker. ‘ANLATICI...’ Bir de şu var, “Taylar ve Yolcular”, “Nidâ” gibi şiirlerinizde anlatıcı olmaktan vazgeçmiyorsunuz. Hele Zeyl bölümündeki tek şiir “Perperişan” göz önünde tutulursa anlatımcılık hep sürecek gibi gözüküyor. Bu özellik ilk üç kitabınızda temel özellikti zaten. Doğru. Nidâ’daki şiirlerin bir kısmı anlamı yüzeye çıkaran şiirler. Ama şunu burada söyleyeyim: “Perperişan” 1984’te kaleme alınmıştı ilk kez. Onu o haliyle bir kenara bıraktım. 95’te, 98’de de bu taslak karşıma çıkıp durdu. 2004’te ve 2009’da yeniden çalışma defterimde karşıma çıkınca onu tamamla CUMHURİYET KİTAP SAYI 1050
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle