05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Dinçer Sezgin’den ‘Sır Gecesi’ Bir Dinçer Sezgin kitabı daha geçiyor elime. Türkçenin en güzel kullanımlarını öykülerinde bulduğum yazar Dinçer Sezgin’in bir kitabı; Sır Gecesi. İlgiyle okuyorum. Onun dilini tanıyorum artık, biliyorum öteki kitaplarından. Olayları didik didik eden tarzını, ayrıntıcılığını, hayatla dalga geçen mizahını, sivri eleştirilerini bir kılıfa büründürmeden okurun önüne koyuverişini… Ë Gönül ÇATALCALI “İnsan öyküleriyle var. Geleceğe öyküleriyle uzanıyor. Geçmişi de öykülerinde saklı. İnsanın var olduğu her yerde, her ortamda, her zamanda şiir nasıl varsa öykü de vardır. Öyküyü besleyen de öyküye esas kaynaklık eden de insandır.” Dinçer Sezgin Benim anayasam aşktır! estirmeden gitmek gibi bir özelliği yok Dinçer Sezgin’in. Uzun uzun anlatıyor, düğüm düğüm çözüyor olayları. Size kendi hayatınızı sorgulatıyor hiç fark ettirmeden. Size sizi düşündürüyor. Kahraman bir çocuksa onun gözünden anne babanızı, yetişkinse çocuğunuzu sorguluyorsunuz. Hayatları gözünüzün önünden akıtıyor yazar, siz kendinize uygun yerlerde soluklanıp oralarda dinleniyorsunuz. Sekiz öykü yer alıyor kitapta. Hayatın içinden sekiz kesit. Kayıp bir günün hikâyesi epeyce düşündürüyor beni. “Evvelki Gün” adlı öykü geçen günlerimi sorgulatıyor; anımsayamadığım günlerimi. Kaybettiğim, bulmadığım zaman dilimlerimi. “Bir yaşamı bütünleyen parçacıklar tam olarak bir arada değilse, gerçekten azalıyordu insan. Adımlarının arası kısalıyordu sözgelimi. 22 santim ise, birden 15 santime filan iniveriyordu karışının uzunluğu. Kulakları daha az duyuyor, gözleri daha az görüyor, sözcüklerindeki harfler K azalıyor, hatta sözcükleri birbirinin üstüne biniyormuş gibi oluyordu. Büyük harfler doğal büyüklüklerini yitiriyor, adeta küçük harflerden ayırt edilmez bir görünüme dönüşüyorlardı. Böyle olunca da sesinin ayarını, sözcüklerinin anlatmak istedikleri anlama göre yapamıGönül Çatalcalı ve Dinçer Sezgin... yor, ‘evet’ derken ‘hayır’ ya da ‘hayır’ derken ‘evet’ diyormuş gibi bir etki bırakıyordu konuştuğu insanın üzerinde.” Bu satırları okurken en ağır öykülerinde bile ince bir mizah yakaladığım Dinçer Sezgin’in yine o gülümseten anlatımını, ilginç benzetmelerini buluyorum. İnsanın azalmasını anlatmaya devam ediyor yazar, o anlattıkça fark ediyorsunuz ki her kötü olay sizin varlığınızdan bir parçayı götürmüştür. Bunu biliyorsunuz, bu azalmayı, ama onun bir tümcesiyle yeniden düşünüyorsunuz. “Yoksa evvelki günüm bu tümcenin içine karışıp maviliğe doğru uçup gitmiş miydi?” Bu azalmanın bir hafifleme mi olduğunu düşünüyorsunuz bu kez. Bunun, insanın kendi kendine geliştirdiği bir savunma içgüdüsü olup olmadığını ve daha pek çok şeyi. Sözcüklerin gücüne atıf yapıyor yazar, bazen hiç düşünmeden ağzımızdan çıkanların önemine değiniyor “Yeni Bir Zaman Dikiyordu” adlı öyküde. Herkesin konuştuğu, ama yalnızca “konuştuğu” bir dünyada “yalnızca sizin için konuşan, sizi sağaltmak için konuşan” insanın varlığını önemsiyor. İnsan gerçekliğini yakalıyor öykülerde Dinçer Sezgin; insan kimliğini, hem de her kesimden. Dul kadınların hayatlarının zorluklarını öyle güzel anlatıyor ki… Çıplaktır onlar Sezgin’e göre, çoğu kez çocuklarıyla örterler bedenlerini, onların arkasına saklanır. “Hani bazı adamlar vardır, onların yakalarını hiç rozetsiz göremezsiniz. Rozet, onların tamamlayıcısı gibidir. Sözgelimi ‘Hasan’ dendiği zaman, hemen yakasındaki ‘Ormancılar Cemiyeti’nin rozeti gelir aklınıza.. Hatta rozetsiz olduğunda Hasan Bey’i tanıyamayacağınızı filan düşünürsünüz...” tümceleriyle de başka bir gerçeğin altını çiziyor. Bu öyle bir gerçek ki, çevrenizde binlerce örneği dolaşıyor, amirlik yapıyor, ahkâm kesiyor, yasalar koyuyor, uyguluyor. Rozetlerinin yanı sıra, varoluşları başkalarıyla da derinden ilintilidir kimilerinin; onlarsız olamaz, onlara yaslanmadan ayakta duramaz hatta görünür bile değildir. Bu gerçeklikleri çok çarpıcı biçimde yakalamış ve “Sen Benim Neyimdin Anne?” adlı öykünün içeriğine sindirmiş Sezgin. İnsanın gücünü görüyoruz bazı öykülerde, o oranda da güçsüzlüğünü, ölümlü yanını. Gücü sorgulatıyor bize “Helen” adlı öyküde Sezgin. Güç nedir? Bütün dünyayı tek bir tuşla yok edebilecek biri mi; yoksa onun bir böcek karşısındaki acizliği mi daha gerçek? Bazı öykülerde mizahın sınırlarını zorluyor. Güldürürken resmi tarihle, gizli ve gerçek tarihi karşılaştırtıyor okura. Görünenin ardını deşeliyor. Dünyanın kocaman bir yanılsama olduğu izlenimine kapılıyorsunuz, okuduklarınızın okuduklarınızdan, gördüklerinizin gördüklerinizden ibaret olmadığını. Kavuşamayan âşıklar, sevgisiz evlilikler, aşksız cinsellikler de irdeleniyor. Bir dönem öyküsü de var. Olaylı yıllar, büyük olasılıkla 70’ler, insanların kaçtıkları, arandıkları, saklandıkları, evlerinin didik didik edildiği, düşünce suçlusu olarak yargılandıkları yıllar da kaleminin ucundan geçiyor Sezgin’in. Bu dönemlerdeki ilişkiler, kullanılmışlıklar, bunların dilin ucuna getirip bıraktığı tortulu sözler ve belki pişmanlıklar… “Bu tümce ağır bir tümceydi. Bütün sözcükleri birer birer koparıp attım. Geriye sözcüksüz boş bir çerçeve kaldı. O boş çerçeve de yakışmazdı bana, onu da söküp attım beynimden” diyen ve insanın unutmaya eğilimli yanlarına değinen yazar, çevremizdeki pek çok insanın fotoğrafını da çekiyor bu dönem öyküsüyle. Dinçer Sezgin albümünün daha da varsıllaştığını görüyorum bu kitapta. Anayasada değişikliklerinin konuşulup tartışıldığı hatta tartışılamadığı toz duman içindeki şu günlerde, “Benim Anayasam Aşktır!” diyen bir yazarın, aşkla yazan bir yazarın bu kitabı önemli bence. İnsandan uzaklaştığımız şu günlerde, insana dokunan öyküleri okumak önemli. ? Sır Gecesi/ Dinçer Sezgin/ Kırmızı Yayınları/ 179 s. Hüner Tuncer’den ‘Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (18151878)’ Hüner Tuncer, Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (18151878)‘le gençlere ve onları yönetenlere seslenerek gerçekleri hatırlatıyor. Ë Erendiz ATASÜ fsaneler bir avuç doğruyla bir çuval yanlışın harmanlanmasıyla doğar çoğu kez, ya da dilden dile dolaştıkça bu hale gelir. Efsaneler, önemli, yararlı ve tehlikelidir, duruma göre. İçinde hiç doğruluk payı olmayan söylenti, efsane değil yalan olur, birçok kişiyi kandıramaz. İçinde boşluklar bulunmasa, insanlara çekici gelmez, zira bu boşluklardır, hayal gücünü kışkırtan ve kişiye cazip gelen. Efsaneler öğreticidir, çünkü E insanların neye duygusal ihtiyaçları olduğunu ele verir. Nicedir Türkiye’de, genç insanlar arasında bir Osmanlı efsanesi sürüp gidiyor. Bir tarihsel dönemin hayranları elbette olabilir ama gençliğin bir bölümünün geçmişe özenmesi ya da özendirilmesi bambaşka bir olgudur. Özenenlere bakıyorum, çoğu aile tarihçesinde Osmanlı devletinin askeri ya da sivil çehresine dair birinci elden bilgi ve anı bulunmayan kökenlerden geliyor; belki de hayranlıkları bu bilgi ve anı eksikliğinden doğuyor.Osmanlı devleti hakkında gerçekleri öğremek isteyenlerin başvurabilecekleri değerli kaynaklardan biri de Hüner Tuncer’in yenilerde yayımlanan Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (1815 1878) adlı yapıtı. Yapıtta; 19. yüzyılda “ulusçuluk” ilkesinden etkilenerek, Osmanlı’ya başkaldıran Sırp (1804) ve Yunanlıların (18211829) ayaklanmaları; yine Osmanlı’ya karşı gerçekleştirilen Mehmet Ali Ayaklanması (18311841); Osmanlı ve dünya tarihinde çok önemli bir yeri olan Kırım Savaşı (18531856); Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları ile bu fermanların yayımlanma gerekçeleri, Eflak ve Boğdan Tarih tekerrür etmesin! olayları (18561866), Sırbistan ile Karadağ ayaklanmaları (18561867), Girit Ayaklanması (18661869), Bulgar Ayaklanması (1867), Hersek Ayaklanması (1875), “Genç Osmanlılar” ve Meşrutiyet (1876) ve OsmanlıRus Savaşı (18771878) ile Berlin Antlaşması (1878) bölümleri ayrıntılarıyla yer alıyor. Batılıların, Doğu Sorunu diye adlandırdıkları meselenin özü, güçsüz düşmüş Osmanlı’nın elindeki enerji topraklarını ve buralara, yani Ortadoğu’ya giden yolları, imparatorluk aşamasına gelmiş Avrupalı büyük devletlerin ele geçirme tasavvuru ve mücadelesidir. Bu oyunda Osmanlı’nın tek şansı, imparatorluklar arası rekabetten yararlanarak, soncul ve kesin çöküşten önceki ayakta sallanma sürecini uzatabilmekten ibarettir. Bir paylaşım satrancından başka bir şey olmayan bu hesapların diplomasi diline yansıyışı, Osmanlı’nın gayrı Müslim tebasına iyi davranmadığı savıdır. Bu sava yaslanarak, gayrı müslimlerin hak koruyuculuğuna soyunmuş büyük devletler (Osmanlıcasıyla Düveli Muazzama) Osmanlı’nın içişlerine kasabalara varıncaya kadar, üstelik uluslararası hukuku çiğneyerek müdahele etmektedir! 19. yüzyılın Hüner Tuncer uluslararası ana meselelerinden biri olan Doğu Sorunu ile günümüzün Büyük Ortadoğu Projesi, dönemin Batılı güçlerinin müdahaleciliğiyle, günümüzün neoliberal batısının tutumu arasındaki benzerlikler dikkatten kaçabilecek gibi değildir. Öyle sanıyorum ki, Osmanlı ve Büyük Güçler (1815 1878) araştırmasını yayımlayan Hüner Tuncer’in amacı da hem gençleri, hem de gençlerin ham hayallerle oyalanmasını kısmen teşvik eden, tarih bilgileri konusunda insanı ister istemez kuşkuya düşüren kimi günümüz yöneticilerini uyarmaktır. Yazar şöyle diyor: “Tarihin yinelenmesini istemiyor ve Batılı Güçlerin, ülkemiz topraklarına bir kez daha aralarında paylaşılması öngörülen “ganimet” olarak bakmasını arzulamıyorsak, o zaman “Doğu Sorunu”nun geçmişte Batılı devletlerce ne anlama geldiğini çok iyi algılamamız ve tarihte düşmüş olduğumuz yanılgılara ve yanlışlıklara bir kez daha düşmememiz gerekir diye düşünüyorum.” Uyanalım ki tarih tekerrürü etmesin! ? Osmanlı Devleti ve Büyük Güçler (1815 1878)/ Hüner Tuncer/ Kaynak Yayınları/ 224 s. SAYFA 18 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1043
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle