04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Y 1 eryüzü Kitaplığı CELÂL ÜSTER [email protected] Geceyarısı Çocuklarından Floransa Büyücüsü’ne 988’de Şeytan Âyetleri olayı patlak verdiğinde, Cumhuriyet’te konuya geniş yer ayırmıştık. Ayetullah Humeyni’nin, Salman Rushdie için “Katli vaciptir” diye fetva çıkarması karşısında, farklı kesimlerden insanların görüşlerini almıştık. Çağımızda edebiyata ve yazara yöneltilen en açık, en dolaysız, en yabanıl saldırılardan biri sayılması gereken bu “fetva”dan sonra, Rushdie, on yıldan fazla bir süre toplum yaşamından uzak, koruma altında yaşamak zorunda kalmıştı. O günlerden bu yana, “fetva”nın altından da, üstünden de çok sular aktı. Şeytan Âyetleri pek çok ülkede yayımlanmayı sürdürdü. Şeytan Âyetleri bunalımının üstünden yirmi yıldan fazla bir zaman geçti, gel gör ki Aziz Nesin’in o dönemde büyük tepki çeken girişiminden bu yana Rushdie’nin romanı ülkemizde bir türlü yayımlanamadı gitti. Yasal açıdan bir yasak getirildi mi, pek emin değilim. Galiba bir “yasak” var, tavşan uykusunda. Ama, sanırım, daha da önemlisi, yasal bir yasak olmasa da kimsenin bu “tabu”yu kırmayı göze alamayacak gibi görünmesi. Dediğim gibi, “fetva”dan bu yana çok zaman geçti. Rushdie uzunca bir süredir olağan yaşamını sürdürüyor. Kaldı ki, Şeytan Âyetleri’nden iki yıl sonra, 1990’da Harun ile Öyküler Denizi’ni (Metis) yayımlamıştı. Ardından, The Moor’s Last Sigh ve The Ground Beneath Her Feet geldi. Bildiğim kadarıyla, bu iki yapıt henüz dilimize çevrilmedi. Son on yılın üç romanı, Öfke, Soytarı Şalimar ve Floransa Büyücüsü ise birbiri ardı sıra Can’dan çıktı. (1983’te yayımladığı Utanç’ı da Metis çıkarmıştı.) Yine de, Salman Rushdie’nin başyapıtının, Şeytan Âyetleri öncesi bir roman, Geceyarısı Çocukları (Metis) olduğunu söylemeliyim. Temelde, Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğinden bağımsızlığa geçişini konu alan, pek çok edebiyat eleştirmeninin “büyülü gerçekçilik” çağrışımlarıyla Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ıyla kıyasladığı epik bir roman olan Geceyarısı Çocukları, 1981’de Britanya’nın saygın edebiyat ödülü Booker’ı almakla kalmamış, daha sonra Booker’ların Booker’ı ödülüne de değer görülmüş; giderek, Time dergisince düzenlenen bir soruşturmada, İngilizce yazılmış en iyi 100 roman arasına giren tek Hint romanı olmuştu. Çok değil, altı yıl kadar önce Kraliyet Shakespeare Kumpanyası’nca sahneye uyarlanan Geceyarısı Çocukları’nın, Toprak/Ateş/Su üçlemesiyle tanıdığımız Hintli yönetmen Deepa Mehta tarafından beyazperdeye aktarılacağını duymuştum. Geçen yıl okuduğum haber hâlâ geçerliyse, gelecek yıl Geceyarısı Çocukları’nın filmini de izleyeceğiz. 20. yüzyılın sonuna gelinirken, Doğu/Batı ikileminin yeryüzünü gittikçe daha çok etkileyen dolambaçları arasından doğan Geceyarısı Çocukları’nın gizi, büyüsü neredeydi? 15 Ağustos 1947 günü saatler geceyarısını vurur, Hindistan bağımsızlığını ilan eder iken, 1001 çocuk dünyaya gelir. Bunlardan ikisi, yoksul bir Hindu kadının gayrimeşru çocuğu ile zengin bir Müslüman ailenin çocuğu yanlışlıkla karışacak, Salim zengin ailenin yanında rahat bir yaşam sürecektir. Kuşkusuz, yanlışlık ortaya çıkıncaya kadar… Salim, tam da ülkenin bağımsızlık saatinde doğan öteki “geceyarısı çocukları” gibi doğaüstü, gizemli güçlere sahip olduğunu keşfedecektir. Başkalarının algılayamadığı tehlikelerin “kokusunu almasını” olanaklı kılan tuhaf bir koku alma duyusu vardır. Roman, İndira Gandhi yönetiminde, şiddet ve baskı altında geçen 30 yıl boyunca, Salim ile Şiva’nın yaşamlarının izini sürer. Salim’in, ülkesinin “yaşamöyküsü”ne sımsıkı bağlı yaşamöyküsü, modern Hindistan’ın ruh seyrine ayna tutan bir yıkımlar ve utkular burgacıdır. Rushdie, bu uçsuz bucaksız, karmaşık ülkeye, fal taşı gibi açılmış, afallamış gözlerle bakmamızı sağlar; ama Geceyarısı Çocukları’nı evrensel kılan, yazarın bunu hepimizin yüreğimizde duyumsadığı bir insanlık komedyası düzleminde gerçekleştirmesidir. Tarihsel olaylarla yaratıcı düşlem oyunları bir ustanın kaleminde bileşirken, Hindistan’ın ruhu, yazgısı, çelişkileri gide gide Salim’de cisimlenir. Geceyarısı Çocukları, modern Hindistan’ın doğuşunun, düşsel ve düşünsel şaşırtıcı zenginlikler içeren panoramik bir alegorisidir. Gelelim bugüne, Floransa Büyücüsü’ne. Rushdie’nin yeni romanı, kısa bir süre önce Can Yayınları’ndan çıktı. Öfke ve Soytarı Şalimar romanlarının çevirmeni Begüm Kovulmaz’ın Türkçesiyle. Bir çevirmenin aynı yazarın kitaplarında yoğunlaşması, çevirinin sağlığı açısından olumlu kuşkusuz. Umarım, Kovulmaz, yazarın bundan sonraki kitaplarında da sürdürür bu uğraşını. Floransa Büyücüsü’ne gelirsek, bugüne dek öykülerini bir ölçüde yakın dönemlerdeki ortamlarda kuran Rushdie, sürekli izini sürdüğü izlekleri, bu kez farklı bir tarihsel döneme, farklı tarihsel ve kurgusal karakterlere taşıyor. 16. yüzyıl başlarına götürdüğü okuruna, Doğu dünyasıyla Batı dünyası tek bir anlatıda birbirine bağlayan bir öykü anlatıyor. Şaşırtıcı olan ise, birçoklarının düşündüğü ya da sandığının tersine, bu iki uygarlığın gerçekte birbirine ne kadar bağlı olduğunu ortaya çıkarması. Nitekim, romanda birkaç kez, insanların birbirlerinden farklı olmaktan çok, birbirlerine benzediklerini vurguluyor Rushdie. Belki de, birbirlerine hiç benzemediklerini sandığımız uygarlıklar, kültürler ve kentlerin şu ya da bu biçimde birbirlerine benzediklerini. Belki de, her kültürün, bir başka kültürü düşlediğini, onun hayali olduğunu… Cambridge Üniversitesi’nde tarih okumuş olan Rushdie, bizim Babürlü imparatorluğu diye bildiğimiz Mugal hükümdarlığının görkemli, ama kısa ömürlü kenti Fetihpur Sikri ile Rönesans İtalya’sının Floransa kenti arasında gidip gelen bir coğrafyada geziniyor. EbulFeth Celaleddin Muhammed Ekber, yani Mugal hükümdarı Ekber’in, bilginler, şairler, ressamlar ve müzikçilerin özendirilip el üstünde tutulduğu Fetihpur Sikri’deki sarayı ile Batı uygarlığının yepyeni bir kalıba döküldüğü Rönesans Floransa’sı arasında… Burada, Floransa Büyücüsü’ndeki olay örgüsünün ayrıntılarına girmek istemiyorum. Yalnız, Ekber’den Şah İsmail’e, Machiavelli’den Botticelli’ye, dönemin Floransalı soylularına pek çok tarihsel kişilik ile pek çok kurgusal karakterin bir arada yaşatıldığı romanda, okurun gerçekliği sorgulamayı aklından bile geçirmemesini, Rushdie’nin hikâye anlatmadaki ustalığına borçlu olduğumuzu söylemekle yetineceğim. Floransa Büyücüsü’nü usta işi kılan, anlatılan öykü ya da öykülerin ötesinde, anlatılış biçiminin göz kamaştırıcılığı. O yüzden, okuyucu, gerçek gerçekten böyle miydi acaba diye düşünmüyor, her şey böyle de olmuş olabilir diye düşünüyor. Peki, romana adını veren Floransa Büyücüsü kim? Erkekler dünyasında yazgısını kendi ellerine almak isteyen bir kadın mı? Yoksa hem Batı, hem de Doğu kültürlerinde eksik olmayan cinsellik, erotizm ve güzelliğin bir simgesi mi? Farklı okumalara açık bir konu bu. Ama bana sorarsanız, Floransa Büyücüsü’nün gerçek “büyücü”sü, tüm hünerlerini döktüren Rushdie’nin kendisi. Şeytan Âyetleri romanının, daha çok da çünkü kimsenin bu romanı okuduğunu sanmıyorum bu roman hakkında çıkarılan “fetva”nın, hayata ve sanata yalnızca dine odaklanarak bakanlarda Rushdie’ye karşı bir önyargı oluşturduğu açık. Oysa Rushdie’nin romanlarını okuduklarında, uygarlıklar, kültürler, dinler “ikilemi”ne bambaşka bir açıdan, çok daha dingin bir yaklaşımla bakabilme olanakları edinebileceklerini düşünüyorum. ? Salman Rushdie’nin başyapıtı, Şeytan Âyetleri öncesi bir roman, Geceyarısı Çocukları Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğinden bağımsızlığa geçişini konu alıyor. SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1023
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle