03 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Alberto Manguel’den ‘Kelimeler Şehri’ Gerçekliği taşa çevirmeyelim! Ë Zülay GÜNEY için kimliğin tanımını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta hikâye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikâyeler kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi hikâyeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç verebilir mi? Hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?” Manguel’in daha başından ortaya attığı soruların birebir bir yanıtı niteliğinde olmasa da kendimizi ve dışımızdakileri anlamaya geniş olanaklar sunabilecek malzemeler içeriyor Kelimeler Şehri. Zira bütün olanaklar, insanlığın tarihiyle eşit efsanelerde, hikâyelerde yatıyor. Söz konusu hikâyeler ise, hiç bir ayrım gözetmeden tüm insanlığa mal olmuş halleriyle bir arada yaşamanın neden olanaklı ve gerekli olduğunun sırlarını da veriyor. Kassandra’nın Sesi, Gılgamış Tabletleri, Babil’in Tuğlaları, Don Quijote’nin Kitapları, Hal’in Ekranı, ana başlıklarını içeren kitap, anlattığı her bir insanlığa mal olmuş kült hikâyelerle yazarın daha başından ortaya attığı sorulara da karşılık geliyor. Adeta sihirli bir etkisi var hikâyelerin. Öteki kavramını açıklamakla kalmıyor, gerekliliğine de işaret ediyor. Gılgamış ve Enkidu’nun, gereklilikten de öte zorunlu birlikteliğiyle, bir denge durumunu netleyen Manguel, farklılıkların gerekliliği ve zenginliğiyle ilgili önemli bir değinide bulunurken, en kötü koşullarda bile hikâyelerin nasıl işe yaradığını somut örneklerle gösteriyor. “Kelimeler bize sadece gerçekliği bağışlamakla kalmaz, bizim için gerçekliği savunabilir” durumunda olmalarına en iyi örnek belki de Nazi kamplarında bulunan Milena’nın Alberto Manguel bir şey suretinde imgesel olarak yeniden inşa ederek ele” geçirir. TÜM OKUMALAR YORUMDUR En eski hikâyelerin bel kemiğinde birey ve toplum tanımlamaları yatar. Diğer bin yanda da, “hikâyelerimiz dil aracılığıyla anlatılan deneyimlerimizin ürünlerinden ibaret” olmaz. Her hikâyenin “anlattıkları özgül dile bağlı” olması, aynı zamanda bir dilin oluşumunun neden ve nasıllarını da açıklayacaktır. Öğrenciliğinde dört yıl süresince Jorge Luis Borges’e kitap okuyan Manguel’in, Borges’ten aldıklarını göz ardı etmiyoruz. Zira Manguel, “tüm okumalar yorumdur” diyerek Borges’ten alıntı yapar. Böylelikle, “her okumanın açığa vurdukları okurun koşullarına bağlı” olacaktır. Ama önemli bir noktanın özellikle altını çizer Manguel: “Bir topluma ve onun bireylerinin her birine bir kimlik bağışlayan bir hikâye, varoluşumuza belli bir bilinç kazandırma gayesine ulaşmak istiyorsa, zaman içinde kendini yalnızca toplumun yasallaştırdığı ya da uygun gördüklerine göre değil, aynı zamanda toplumun yabancı görerek dışladıklarına göre de biçimlendirmelerdir.” Ancak, bireysel ve toplumsal akılsızlığı en iyi hikâyelerin bile gideremeyeceğinin altını çizer Manguel. “Hikâyeler bizi acı çekmekten ya da hatadan, doğal ya da yapay felaketlerden, intihara meyilli açgözlülüğümüzden” koruyamayacaklardır. Geriye ise yapabilecek tek şey kalacaktır; “kimi zaman, öngörmesi imkansız nedenlerle, bize bu akılsızlığı ve açgözlülüğü anlatmak ve gün geçtikçe kusursuzlaşan teknolojiye daha ihtiyatlı yaklaşmamız gerektiğini” hatırlatmak anlamında. Ama hikâyeler, “acılarımızı teselli etmeyi ve deneyimimizi isimlendirecek kelimeleri teklif” edecektir bizlere. ? Kelimeler Şehri/ Alberto Manguel/ Çeviren: Esen Ezgi Taşçıoğlu/ Yapı Kredi Yayınları/ 140 s. “N Kelimeler Şehri, aynı zamanda, insanı ve toplumları anlamanın en iyi yolunun edebiyattan geçtiğine dair de güçlü bir tez niteliği oluşturuyor. Zira Manguel, hikâyeleri bilimsel formülasyonlardan daha etkili buluyor. arkadaşı oluşturmuş. Nazi kabusundan sağ salim çıkmak için bir hikâyeye sarılmış Milena’nın arkadaşı, “çok uzun zaman önce okuduğu ve farkına varmaksızın belleğinde muhafaza ettiği kitapların yardımına” başvurmuş. NE ETİKETLER NE SINIRLAR... Yazarın Milena’nın arkadaşı olarak bahsettiği kişinin, yaşadığı cehenneme dayanabilmek için ezberindeki metinlere baş vurması oldukça çarpıcı bir durum oluşturur. Milena’nın arkadaşı, hafızasında taşıdığı Maksim Gorki’nin “Bir İnsan Doğuyor” eserine sığınacaktır. “Gorki’nin hikâyesi, Milena’nın arkadaşı için bir sığınak, günlük dehşetten uzaklaşarak inzivaya çekilebileceği küçük ve güvenli bir yer olmuştu. İçinde bulunduğu acı duruma bir anlam kazandırmamış, onu açıklamamış ya da haklı göstermemiş, geleceğe dair bir umut dahi vermemişti. Yalnızca bir denge noktası olarak ona karanlık bir felaket döneminde ışığı hatırlatmış ve hayatta kalmasına yardım etmişti. İşte hikâyelerin gücü, böyle bir şeydir.” Siyaset diliyle, şiirin ve hikâyelerin dili arasındaki ayrımı en iyi Kassandra’nın Sesi’nde vermiş Manguel. “Gerçek kategorileri ele alma iddiasında olan, kimlikleri durağan tanımlamalara dönüştürerek sabitleştiren, ayrım yapıp ancak bireyleştirmeyi başaramayan” siyaset dili karşısına, eksiksiz ve doğru biçimlendirmenin imkansızlığını kabul eden şiirin ve hikâyelerin dilini koyar. Zira şiir ve hikâyelerin dili, “bizi müşterek ve akışkan bir insanlık kavramı altında gruplandırarak, aynı zamanda bizlere kendini açıklayan kimlikler” verecektir. “İlk durumda, belirli bir bayrak altında ve belirli sınırlar dahilinde kim olmamız gerektiğini gösteren geleneksel bir imgenin ve bir pasaportun üzerimize yapıştırdığı etiket kadar, bizim de belli bir dili, belli bir dini, belli bir toprak parçasını paylaşıyor gibi görünen insanların üzerine serdiğimiz örtücü bakışlarımız, hepimizi, hayali boylamlar ve enlemlerle örülü, gerçek dünya olduğunu varsaydığımız renkli bir haritaya hapseder. İkinci durumda ise ne etiketler, ne sınırlar, ne de sonlar vardır.” Hikâyelerin etkisinde dilin önemine ayrı bir vurgu yaptığını fark ederiz Manguel’in. Aslında hikâyeleri de hikâye yapan, kinayeler, çıkarsamalar ve işaretlerdir. Söz konusu etkiler ise dili, “gerçekli taşa çeviren” olumsuzluktan korur ve “kehanetler, rastlantılar ve işaretler aracılığıyla sürekli devingen ve sonuçta kavranamaz Ë Salih MERCANOĞLU lk romanlar genellikle edebiyat kaygısından çok bir iç döküş, terapi niteliği taşır. Bu durum doğaldır, çünkü bir yazarın ustalık öncesi ürünlerin çıkış noktası ya kendisidir ya da kendisiyle özdeş birileridir. Başaşağı, Ahmet Zeki’nin yayımlanan ilk romanı. Bu romanda çıkış noktası kendisi olmakla birlikte okuru ilginç mekânlara sürükleyen ustaca bir dil kullanıyor. Kitaba ad olarak konulan “Başaşağı” birleşik bir sözcük değil. Ancak sözcüğün ruhu ve metindeki duruşu itibarıyla yazarın bu yapıyı bilerek bozduğunu sanıyorum. Roman üç bölümden oluşuyor. Aslında her bölümde anlatılanlar aynı mekânlar üzerine kurulmuş metinler. Sadece romanın mekânı olan ilçe ve yöresinin değişen insan ilişkileri; buna aynı zamanda metropoldeki ilişkilerin de iç konuşmalarla eşlik etmesi belki yazarı bölümlere ayırma gereğine itmiş olabilir. Başaşağı’nın çok katmanlı modern bir roman olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Zeki, kasaba ve büyük kent kavramlarını, Ahmet Zeki’den ‘Başaşağı’ İ Bir ilk roman Başaşağı, Ahmet Zeki’nin yayımlanan ilk romanı. Bu romanda çıkış noktası kendisi olmakla birlikte okuru ilginç mekânlara sürükleyen ustaca bir dil kullanmıştır. Kitaba ad olarak konulan “Başaşağı” birleşik bir sözcük değildir. Ancak sözcüğün ruhu ve metindeki duruşu itibarıyla yazarın bu yapıyı bilerek bozduğunu sanıyorum. kullandığı şiirsel dille yeniden tanımlama gereği duyuyor. Tanımlarken de en ince ayrıntıları atlamadan ve abartmadan okura aktarıyor. Genç doktorun traktörle kasabaya gelmesiyle başlayan romanda, yol, çamur ve evler, içindeki eşyalarla birlikte en ince ayrıntılarla gözlerimizin önüne seriliyor. Yazarın, nesneler üzerinde hâkimiyeti romanı daha sahici kılıyor. Yazar, ayrıntıları önemsediğini romanın bir yerinde okurla paylaşıyor, şöyle ki: “Hiçbir ayrıntıyı, kendince hiçbir neden sonuç ilişkisini atlamadan uzun uzun konuşuyor, konuştukça da bin bir çeşit görüntüsüne, ayrıntısına dolaşıp kalıyordu hayatın.” (s. 137) Kasabaya atanan genç doktor yazarın kendisidir. Bir süre sonra atandığı bu kasabadaki bürokrasi, asker, şeyh üçgeni nin çürümüşlüğü üzerine zaten yitirmiş olduğu aidiyet duygusunu yeniden yaşar. “Bu nasıl çözülmeydi ki kitapları ve gönlü İstanbul’da, ailesi başka bir şehirde, dostları ise başka başka yerlerdeydi.” (s. 172) Roman, bir konu etrafında dönmez. Aidiyet duygusu beraberinde genç doktoru felsefi anlatıma, yer yer bilim ve din gibi konular üzerinde düşünmeye zorlar. Genç doktor, kasabada yalnızlık duygusunu daha yoğun yaşar. Bu duygu onu sık sık geçmişe, bir rüyaya ya da farklı bir mekâna sürükler. Odasındaki kitaplar onun en yakın dostlarıdır. Dışarıdaki çarpık yapılar, düşlediği İstanbul’un çarpık kentleşmesi, insanların statüyü kullanarak çıkar peşinde koşmalarıyla eşdeğerdir. Edip Cansever’in “İnsan yaşadığı yere benzer” dizesinde söylediği gibi kasaba eşrafı da yaşadığı yerle oldukça benzerlik taşır. Kısaca Başaşağı ilk roman olmasına rağmen özgünlüğü ve konudan çok dilin öne çıkması yönünden de ilginç bir roman. Kitabın birkaç talihsiz tashih hatası umarım yeni baskısında düzeltilmiş olarak okura sunulur. ? Başaşağı/ Ahmet Zeki/ Mühür Kitaplığı/ 260 s. SAYFA 18 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1023
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle