Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
¥ ğü sırada kitabına hız verir. Kendiiçinvarlık, Sartre’a göre, dünyada var olanın kendi tarzında etkin olması demek. Esirliği sırasında yazımını çabuklaştırdığı Varlık ve Hiçlik’in ana önermelerinden biri bu. İnsanın kendi olması ve kendini kurmasını; öte yandan da bu yolla özgür kalabilmesini betimler yukarıdaki cümle. Tutsaklık, bunun önemini Sartre’a bir kez daha gösterir. İnsan yalnızlığa yazgılı değildir. Başkalarıyla bir arada olmak, insanı insan kılar. O, dünyanın içindedir, bu kişiyi diğer insanlarla yan yana getirir. 1943’te okuyucuya sunulan Varlık ve Hiçlik, insana kendi olması yolunda önemli bir kapı açar ve özgürlüğü, insanın “mahkumiyeti” haline getirir. İNSANCILLIKTAN YANA OLMAK Herkesin, herkesin celladı olduğu bir dönemde, insancıllığı savunmak güç bir denemedir. Acımasızlık, varlıklar arasındaki makası açar. Bu, Sartre’ı hem olayları izlemeye hem de değiştirmeye yönelik çalışmaya iter; ne de olsa, ona göre “yazarın birinci görevi tanıklık etmektir” (s. 260). O da bir yazar olarak “insanın gizinin, özgürlüğünün sınırını görmesinde, işkence ve ölüme direnme kudretindeki saklılığına” vurgu yapar. Sartre için “tam insan”, bütünüyle özgür insan anlamına gelir. Örneğin bir işçi, hem insan hem de proleter olabilir; boyun eğme ya da başkaldırmakta serbesttir; bu da “tam insan” demektir; yani seçim yapmakta hiçbir koşula dayanmayan özgür insan. Varoluşçuluğun özü budur. Sartre’ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın “öncedentanımlanmamış” bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, “varoluş özden önce gelir” sözünün anlamıdır. İnsan öncedenzatenbelirlenmiş bir öze sahip değildir; daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği ama bununda siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır yaşamı boyunca. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur bu felsefede, öyle ki, “insan kendi özgürlüğüne de mahkum edilmiştir” denilir. Kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlüğünü gerçekleştirmek zorundadır. Sartre’ın belirleyici özelliği, insanlara seçme olanağı sunmasında yatar. Bu anlamda o, savaş sonrası Avrupa’da bir düşünce ustası kimliğine bürünür. Bunun yanı sıra yazar olarak da herkesin özgürlüğünün hesabını tutar; “özgürlüğün hep tehdit altında bulunduğu bir dünyada, onu anlama ve çağırma görevini üstlenir” (s. 302). 1945 sonrası Soğuk Savaş’ın yönlendirdiği dünyada, ABDSSCB gerilimi yaşanırken, Fransa’da De Gaullecülerle komünistler arasındaki mücadele boy verir. SSCB’de işçilerin çalışma kampla rına tıkılışı ve ABD’de bir siyahın öldürülmesi, Sartre’ı aynı oranda rahatsız eder; bir milyon kişinin çalışma kampına gönderilişi ile bir siyahın öldürülüşü arasında herhangi bir fark bulunmaz onun için. Baskı ve şiddet, İkinci Dünya Savaşı’yla bitmemiş, bir şekilde devam etmiştir. Papalık, 1940’ların sonlarında Sartre’ın yapıtlarını “şeytanca” diye nitelemeye başlar ve Katolik Kilisesi, kitaplarını kara listeye alır. Buna rağmen 1950’ye gelindiğinde Sartre, bir dönem düşünürü; Varlık ve Hiçlik ise özgürlüğün manifestosu olarak algılanır. Sartre, her ne kadar o yıllarda politikadan uzaklaşmaya başlamışsa da, kitapları iyi satar ve hayran kitlesi de artar. Sartre, insanı ve özgürlüğü ele alırken, Komünist Partisi ile bağlarını koparması, eleştirilerini bütünleyen bir davranıştır. Sartre, eleştirdiği komünizme karşı şunu da söylemeyi ihmal etmez: “İnsanlık tarihinin işe yarar tek yorumu tarihsel materyalizmdir ve Marksizm, kendinin bilincine varan Tarih’in ta kendisidir” (s. 441). Sartre’a göre insanlar arası ilişkiler bir boks maçını andırır. Buradaki katıksız şiddet masumiyetten uzaktır; yönlendirilmiştir ve antrenör, boksörü istediği biçime sokar. Özgür bilinç de bu ve benzer yönlendirmelerle gönüllü köleliğe geçiş yapar. Gönüllü kölelik kavramını işlediği günlere denk gelen Küba seyahati ve oradaki insancıllık, Sartre’ı etkiler. Sö çözümleme adına büyük fırsatlar sunar Libération. 1970’li yılların ortalarından itibaren yorgun ve yaşlı, buna rağmen zihni hâlâ parlak bir Sartre çıkar dünyanın karşısına. Eskisi gibi üretken olmasa da Avrupa ve dünya düşün haritasında yine önemli bir merkezdir. Gözlerinin görmemeye başladığı bu dönemde Sartre, Varlık ve Hiçlik’in devamı niteliğinde olmasını tasarladığı ve ahlakı tema haline getireceği bir çalışma yapmayı tasarlar. “Yaşamımı onunla bitireceğim” dediği çalışmanın eskizleri de bellidir: “İlk yapıtlarım bir ‘Biz’ ahlakıdır; yapıtın başlangıcı ‘Biz’ ahlakını var etmeye ve ‘Biz’ nedir bunu görmeye ayrılacak” (s. 600). En azından zihnindeki kurgu böyledir. Ama bunun için “Yazmayı var olmakla eş tutan” Sartre’a göre yazarın birinci görevi “tanıklık etmektir.” Kitabın yazarı Denis Bertholet yirminci yüzyıl Fransız entelektüelleri üzerine yazdığı biyografilerle tanınıyor (sağda). ahlak üzerine de uzun uzun düşünür. Temel kaygısı, ahlakın yok olmasının nasıl önlenebileceğine ilişkindir. Siyasal, sosyal ve ekonomik çalkantıların yeni biçimler aldığı ve yaşamın günden güne değiştiği dünyada, ahlak nasıl korunacak ve sınırları ne şekilde çizilecektir? 1951’de Albert Camus’nün Başkaldıran İnsan adlı eseri yayımlanır ve Sartre, bu yapıtla, dostunun kendisini tarihdışına ittiğini belirtir. Söz konusu tarih içinde dostluklarını pekiştiren Direniş ve savaş yer alır; Sartre, Camus’nün komünizmle faşizmi bir araya getirdiğini iddia ederken, kendisi de Komünizm ve Barış’ı kaleme alır. Sartre komünist olmadığını ancak komünizme ilgi duyduğunu söylerken “Stalin imparatorluğu” adını verdiği rejime eleştiriler yöneltmekten de geri kalmaz; orada doğruluk ve gereklilikten eser yoktur. İş döner dolaşır ahlaka gelir yine ve Sartre, Stalin eleştirisinin ardından ahlakla ilgili şu düşüncesini ortaya koyar: “Mademki şu dünyada ahlak kıyamet günü olacaktır, o halde bunca sakınıma ne gerek var? Yalan, bir yönetim aracı olduğu gibi bir savaşım silahı da olabilir” (s. 394). “ŞİMDİ UMUT” Marksist olmaktan öte sömürgeciliğe karşı bir tutum takınır Sartre. Bu nedenle Cezayir Savaşı’nı ve Cezayir’in Fransızlaştırılmasını öfkeyle eleştirir. Cezayir halkının ayaklanışını haklı ve gerekli görür. Bu konudaki tutuk tavrından dolayı Fransız Komünist Partisi de, onun yergilerinden payını fazlasıyla alır. Sömürgeciliğe olan karşıtlığı, SSCB’nin Macaristan’a girişiyle daha da sert bir hal alır. Bu müdahaleyi hiçbir şekilde haklı görmez. 1956’da Fransız mürgeciliğe karşı direnişi ve başta Küba’ya olmak üzere, gerçekleştirdiği geziler, onun Üçüncü Dünya’da tanınmasını sağlar. Gerçekliği anlamak için uzun bir çıraklık geçirdiğinden bahseden Sartre, ahlak ile politikanın hep at başı gitmesinden yanadır. “Ölen bir çocuğun karşısında Bulantı pek ağırlık taşımaz” deyişi, onun bu yönünü açığa vurur (s. 502). Sartre’ın dünyasında felsefe büyük yer kaplar. Sözcükleri kullanan felsefe, düşünceleri bu yolla iletir ve Sartre için edebiyat, felsefe ile karşılaştırıldığında biraz yoksul kalır. Bu da, onun gözünde edebiyatı ikinci sıraya iter. Felsefenin soruşturmacı kimliğiyle hareket eden Sartre, Marksizme dayanan bir rejimin suç işlememesi gerektiğinden yola çıkarak sosyalist blokla tüm politik bağlarını kopardığını açıklar. Ona göre yazar, aydın olması gereken yazar, döneminin tümünden sorumlu olmalıdır; bu sorumluluk onu, olayların içinde konumlanmaya sürükler. Aydın ve yazar tavrı Sartre’ın, SSCB’nin Çekoslovakya’yı işgal etmesi karşısında, Sovyet yönetimine tepki göstermesine ve sonunda onlardan tamamen uzaklaşmasına neden olur. Ancak Fransa’daki sol oluşumlara ve yayınlara destek vermeyi sürdürür. Makaleler yazar, dergi ve gazetelere, yayın hayatını sürdürebilmesi için destek verir. Bu sırada gördükleri ona, sol yayıncılığın nasıl ham ve eksik olduğunu düşündürür. En sonunda Libération ajansını kurar ve bu adım, Fransa’nın önemli gazetelerinden birinin doğum sancısıdır. İlk sayısı 23 Mayıs 1973 günü çıkan gazete, Fransız solu için dünyaya açılan kapı niteliğindedir: Vasat sol gazete ve gazetecilerine, gözlem ve uzun soluklu bir çalışma gereklidir. Sartre son günlerinde “Şimdi Umut” derken, korku ve umudu anlatmaya özen gösterir. Korkusu “başarıya ulaşılamaması; amaç için değil özel erekler için dövüşülmesidir.” Umudu ise “devrimlerin tamamen insanca; insanlar arasındaki ilişkilerin ahlaka uygun bir toplum yaratma isteğidir” (s. 609). “Şimdi Umut” diyen Sartre, 14 Nisan 1980’de öldüğünde, pek çok kişinin kendisiyle bir şekilde özdeşleştirdiği insandır. Claude Lanzmann’a göre Sartre’ın cenazesi “68’in son büyük gösterisidir.” Arkasında yol alan kalabalık ve dünya için önemi, onun evrenselliğini de tartışmasız kılar. Bir bakıma, öteki kişilerin hepsi olmayı başarır. Pek çok şey kaybeder ama fazlasını kazanır: “Kendisini, ‘ben’ deme yetisini ve yaşadığı zamanı kaybederken; sevgi ve ölümsüzlük kazanır” (s. 613). Doktorasını edebiyat alanında veren, Cenevre Üniversitesi Avrupa Enstitüsü öğretim üyesi olan ve yirminci yüzyıl Fransız entelektüelleri üzerine (Paul Valéry, Claude LéviStrauss) yazdığı biyografilerle tanınan Bertholet’nin, zaman zaman aşırı şekilde özel yaşama indiği ve yer yer işin içine magazin kattığı Sartre adlı çalışma, bu yönüne karşın derli toplu bir biyografi. Kitapta anlatılan bu büyük yazar ve aydının yaşam öyküsünün belleklerde, “Sartre’ı anlamak yirminci yüzyılı anlamaktır” gibi bir iz bıraktığını söylemek yanlış olmaz. Çelişkileri, kavgaları, kabullenişleri, mücadelesi, ilişkileri ve tanıklığıyla Sartre, yirminci yüzyılın kendisidir bir anlamda ve çağın tartışmasız en önemli isimlerinin başındadır. ? Sartre/ Denis Bertholet/ Çeviren: Zühre İlkgelen/ İthaki Yayınları/ 640 s. SAYFA 17 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1019