24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Yazarların öyküden romana uzanan serüveni... çıktı “1950 kuşağı” bağlamında alınabilecek sanatçılar. Oysa “1980 kuşağı” gibi bir başlık altında niteleyebileceğimiz farklı kaynaklardan beslenerek gelen yazarlarsa dışarıdan kendilerine dayatıldığını gözlemledikleri, buna uymak gereği duydukları sezinleyişler, benimseyişle, sonuçta dış dinamiklerin etkisiyle yöneldiler içselleştirilmiş yazın kavrayışına… 1950’de de 1980’de de toplumumuz, yaşama biçimine yönelik köktenci müdahalelerle derin sarsıntılar yaşadı. 1950’de Atatürk devrimlerinin, Anadolu aydınlanmasının yıkımı süreci başlatıldı, ancak bir Truva atı olarak kabul de gördü bu. 1980’de ise bir prefaşizm dönemine geçildi, tüm toplumsal birikimler, refleksler, duyarlıklar yok edilmeye çalışıldı. İşte toplumsal baskıların yoğun biçimde, şiddetle duyumsandığı bu zaman dilimleri, yazınımızda, öteki sanat ortamlarımızda derin kırılmaya da neden oldu. Yaşanan baskılar sonucu sanatçılar, içe kapandı belki, ama kimi sorunları daha derinden kavramasına yol açtı bu olgu onların. Burada çelişik bir durum var. Baskı dönemleri yol açtığı toplumsal körleştirmeye karşılık, sanat kamuoyunun, kendi yapıp ettikleri üzerine düşünmesine yol açtığı için, en azından bu açıdan, bir işlev taşıyor görünürde, bu çerçevede olumlayıcı çatı oluşturuyor görece. Ancak bu savlayışımın da tartışma götüreceğini belirteyim… Ayrıca şunu da ekleyeyim: 1950’liler dıştan içe dönerken, içten de dışa bakabildiler; daha doğrusu onlar dışta (toplumda) varlığını sürdüren iç’in (bireyin) tüm görüsünü donanmış olarak dışa bakabildiler, ancak 1980’liler dıştan içe yönelirlerken içtekinin sorunu dışına çıkamadılar pek, çıkmak istemediler belki de. Denebilir ki 1950’liler toplum içindeki bireyden kalkarak bireydeki topluma yöneldiler 1980’liler ise toplumdan bireye yöneldiler, bireydeki bireyde çakılıp kaldılar… İki kırılma arasında temelde böyle bir farklı kavrayış olsa da sonuçta 1950 kuşağı bütün sanat alanlarımızda nasıl büyük dönüşümlere yol açtıysa, 1980’den sonra ürün veren kuşaklar da benzer açılımlar için zemin hazırlamış oldu… Bunu öykü, roman, oyun türlerinde çok açık olarak gözleyebiliyoruz… 1980’le birlikte ortaya çıkan ana kırılma Doğu anlatısına dönme biçiminde kendini gösterdi. Binbir Gece Masalları’nın bile bütün olarak 1980’den sonra Türkçeye çevrilmiş olması anlamlı geliyor bana. Nitekim azımsanmayacak sayıda yazarın bu kavrayışın ardıllığını yaptığı söylenebilir günümüzde… Bir üçüncü kırılma da 2000 başlarından bu yana uç vermiş görünüyor, ama bu bir başka yazının konusu elbette… İşte gerek öyküdeki verimleriyle gerekse yayımladığı ilk romanıyla İnan Çetin de bu kesim içinde önemli bir işleyici konumunda kanımca. YİTİK KAHRAMANLARIYLA ROMAN EVRENİ... Romanı roman yapan atmosferin, bunu biçimlendiren iklimin ana besleyicisi “giz”. Ancak giz, Doğulu kumaştan Batılı don biçilerek getiriliyor ortaya. İblisname’de de gözlüyoruz bunu. Bir roman, okuru kendi gizine çekerek onu içinde tutup yutabilmeli, ne ki hep bir giz muştusu vereceği izlenimi bırakmaktan da kaçınmalı ama… İnan Çetin, işte bu kavrayışla verimlenen romanlarda karşımıza çıkan örgüyle yitik karısını aramaya koyulan anlatıcıyı, onun bu arayışın merkezi olarak aldığı K. Kentinde yaşadıklarını odaklıyor kitabında. Bu tür romanların, ister istemez polisiye örgüsüyle içli dışlı yapı sunacağını kestirmek güç değil. Batıda bu Batı öğeleri kullanılarak yapılıyor, bizde ise bir ölçüde Doğululuk katılıyor kurguya. Doğulu anlatılarda bunların bir ritüel çağından ipuçları, izler taşıyacağı kestirilerek çağrışımlar, anıştırmalar, imler hatta simgeler serpiştiriliyor romana. Çetin’in roman kahramanı olarak anlatıcı da şöyle düşünüyor örneğin: “… Binbir Gece Masalları’nın anlatıcısı Şehrazat gibi lafı uzattıkça uzatıyordum. …Böyle durumlarda sanki kendimi unutuyor, bir başkası oluyor, yalnız hikâyelerden oluşmuş bir âleme giriyordum, rahatlatıcıydı bu, günlük sıkıntılarımdan uzaklaştırıyordu beni.” (97) Derken şöyle düşünecektir: “Doğulular gerçekdışı hikâyelere bayılır diyen Batılılar hiç de haksız değil.” (175) Doğulu metinlere gönderme yapan ya da bu bağlamda Doğulu metinlerle ilişkilenişler kurup giderek metinlerarası bağlara dalanlar, ilginçtir, günümüzün en sert, en acımasız insan ilişkilerine bile geçmiş masalları canlandırıyormuşçasına yüksek bir havayla yaklaşıyor. İyi de geçmişin romantizmini yansılayıp hiç olmadığını savladıkları bir dünya için alegorik öyküler kaleme alırken sonuçta kendi gerçekliklerinden kendilerini soyutlamış olmuyor mu bu insanlar? Nitekim İblisname’de öyle çok öykü var ki, geniş oylumlu roman evreni içinde bunlar, birer perakende anlatı öğesi olarak öylece duruyor neredeyse; romanda tekdüzeliğe de yol açıyor bu durum yazık ki… Evrene sürekli eklenip şişirilen, yığmadolgu öykücükler olarak kabul edilebilecek bu anlatılarda enikonu gizemci yaklaşım da kendini ele veriyor. ÖYKÜCÜ İNAN ÇETİN’İN ROMANDAKİ YOĞUN EMEĞİ... Öykücü İnan Çetin’in, bütün bunların dışında romancı olarak İblisname’ye içirdiği yoğun dokuyla, verdiği emekle övgüyü hak ettiği düşünülebilir oysa. Ne ki tef gibi böylesine gergin, doygun dokulu bir romanda birbirini pekiştiren yoğun anlatımın sonuçta algılanamaz oluşu, ortaya çıkan duyarsızlaşma, gevşelti insanı yadırgatıyor doğrusu… Yapıtta okura yönelik bir dil egemen. Yani anlatıcı, bunu birine, birilerine anlattığının bilincinde. Doğunun masal geleneği sürüyor bir bakıma. Ama gide gide insan bireyinin özüne, “ilk insan” kavramına iniliyor. Âdem, Havva, Şeytan vb., polisiye örgü içinde ilk günah, cennetcehennem, kadınerkek olguları hep kol kola. K. Kenti sürekli Sümer, Babil, Asur, Ortadoğu vb. göndermeleri nedeniyle Güneydoğuya odaklanmış görünüyor. Böylece nice uygarlığın birbiri üzerine yığıldığı bu diyarda bin bir söylene yaslanıp “ilk günah” vb. düşüncelere doğru geri gitmeye çabalıyor belki yazar. Öte yandan kadınerkek cinselliğinden kalkarak bir cinsel ahlak kavramına uzanmaya çalıştığı da görülmüyor değil onun. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak simgelerle örülü yanlardan da söz edilebilir. Bunlar, gizemci anlatıma payandalık yapıyor elbette romanda. Anlatıcı Emir’in, roman zamanı içinde, gerek yaşadığı K. Kentinde gerekse geçmişten bugüne duyduğu, yaşadığı, bir biçimde bilgisine ulaştığı söylenlerde gide gide kaybolmuş Mecnun gibi kişilik ayrışması demeyelim, ama farklılaşma yansıtarak karşımıza çıkması da yazarın başarıyla altından kalktığı bir yan. Gizemci yaklaşım tartımda yükselip bir kreşendo oluşturuyor denebilir. Yazar, böylece bizi, anlatıcısı aracılığıyla şu vargısının önüne çıkarıp çözümsüz bırakıyor: “İşte modern insanın trajedisi!” (186) Son yüzyılın toplum yaşamından, toplumsal oluntularından kesitler getirmeyi savsaklamıyor ama Çetin. Bu haliyle romanın enikonu toplumsal duruş sergilediği de söylenebilir. Her fırsatta yol aldığını gösteren bir genç öykücü olarak İnan Çetin, bu ilk romanında ustalık kertesinde bir roman diliyle çıkıyor karşımıza. Onun romana yaydığı biçemsel, dilsel yapı, tam bir doygunluk sunuyor okura. Farklı bir yan metne koşut kurgulanmış izlenimi bırakan romanda İnan Çetin, öykücülüğünden getirdiği hünerle nakışlıyor bunu. 1980 kuşağının tüm özelliklerini ele veren, tipik, ama başarılı bir ilk roman İblisname. ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1032 anatsal alanların, yazınsal türlerin her biri, buna gereksinim duyan insanın işi. İster verimleyici ister alımlayıcı, gereksinim duymasa niye yönelir insan buna?… Son yıllarda azımsanmayacak sayıda öykücünün roman yayımladığı, bu alanda direndiği, roman yazmada kararlılık sergilediği görülüyor… Demek ki öykücü, roman yazma gereksinimi duyuyor. Bunun için “zorunluluk” sözcüğünü de kullanabiliriz hatta… Öyküye sığamayıp romana taşması, kendini öykünün dışında başka bir yazınsal türle ifadeye yönelmesi bunu gösteriyor. Sonra başka türlerden, sözün gelişi şiirden, oyundan romana geçenler de var… Üretimlerini farklı türlerde sürdüren yazarlar ilgimi çekiyor öteden beri. Benim de kendimi farklı yazınsal türlerde ifade etmeye çalışıyor olmamın, kitap bağlamında oyundan başlayarak önce roman, ardından öykü yayımlamaya koyulmamın da rolü bulunabilir bunda, bilemiyorum… Yazarların farklı türlerdeki verimlerini okuyup bunlar üzerinde yazarken karşılaştırma fırsatı yakalıyor insan. Yazarlar ne gibi yönsemeler gösteriyor, kendileri için yeni olan türlerle ilişkilerinde nerelere uzanıyor, bunları da izleme olanağı doğuyor… Nitekim pek çok öykücüyü ilk romanıyla konuk ettiğimi söyleyebilirim “Kitaplar Adası”nda… SAYFA 20 S İnan Çetin Bu hafta da yine böyle bir yazarı, onun yapıtını, genç öykümüzün önemli adlarından birinin romanını almak istiyorum. İnan Çetin’den İblisname / Bir Hayalin Gerçek Tarihi (Can, 2007). Çetin’in iki öykü kitabına da (Bin Yapraklı Lotus, İçimizdeki Şato) yer açmıştım bu köşede… DOĞULU ANLATIYA BATILI DON BİÇMEK... Yayınevi, İblisname’yi derli toplu özetlemek gereği duymuş. Şu satırları olduğu gibi kapak arkasından aktarıyorum: “Kendini terk eden karısını bulmak umuduyla gizemli K. Kentine gelen Emir, eski zamanlardan çıkıp gelmiş insanlarla, bu insanların birbirlerine anlata anlata bitiremedikleri esrarengiz hikâyelerle çevrelenmiş bir evde bulur kendini… Kentlilerin Merhamet Evi dedikleri bu gizemli yer bir çeşit düşkünler evidir. Burada ruhlarını sağaltmaya çalışan insanlar oturup birbirlerine gördükleri şiddeti, savaşı, ülkenin her yanına yayılmış çürümeyi, ölümleri, intiharları anlatırlar. Ama tuhaf bir biçimde, anlatılan her hikâye onları Adem ile Havva’ya, onları yoldan çıkaran şeytana ve bu şeytanın akılların alamayacağı kadar uzun ömrüne ve itibarına götürür.” Arananı bulmak yerine salt aramak amacıyla çıkılan yolculuklar, rüyalarla içli dışlı sonsuzca süren arayışlar, dışa doğru yapılan, ama içe yönelen bu yolculuklarda aktarılan küçük öykülerle, hatta kehanetlerle geliştirilen gizemli atmosfer, İnan Çetin’in İblisname’sinde de önümüzü kesiyor. Günümüzün moda akımı olarak varlık gösteren, Doğu söylenlerine, bilgeliğine, Binbir Gece Masallarına, Doğunun din ardıllarına dayalı, metinlerarası göndermelerle örülü bu anlatım, bir polisiye gibi yazınsal uygulayımteknik olarak önümüze çıkıyor sürekli, başat yazma biçimi halinde adeta kronik bir yaklaşıma dönüşüyor. Yazınımızın bir bütün olarak yatak değiştirdiği 1980 sonrasında, genelde söylen, masal, metin vb. tümünü içine alacak biçimde Doğu anlatılarının öne çıkmaya koyulduğu, bugünden bakıldığında çok net olarak görülebiliyor. Son otuz yıl içinde yazınsal bağlamda yeni bir paradigmanın yapılandırıldığını görmemek için kör olmak gerek! Üstelik bu yapılırken, önceki birikime, buna dayalı yaklaşıma tümden sırt dönülüyor… Zaman zaman yazılarımda 1950 ile 1980’in yazınımızda iki önemli kırılmaya yol açtığını, her iki hareketin de, yazınımızda hep dışarıya doğru atak yapan okullara, kavrayışlara, tutumlara karşı içeriye doğru yapıldığını, sonuçta yazınımızın ciddi bir içsellikle katmerlenip yoğunlaştığını vurguluyorum. Ancak bu iki hareketi yine de birbirinden ayırmak koşuluyla: 1950, şiirde, öyküde, romanda, oyunda kendi içinde mayalanarak bir çatışmatartışmadan geçerek manifesto boyutuna ulaştı bana göre. Yani kendi iç dinamiklerinden yola
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle