05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sevgi Özdamar’la ‘Haliçli Köprü’ üzerine ‘Türkleri tanımak için üç bin kilometre yol kat ettim’ Sevgi Özdamar, Ingeborg Bachmann, Walter Hasenclever, Heinrich Von Kleist gibi ödüller almış, kitapları İngiltere ve ABD’de yılın kitabı seçilmiş ve şimdiye kadar 16 dile çevrilmiş önemli bir yazar. Ancak biz onun ikinci romanıyla henüz tanışabildik. Özdamar, Türkçeye çevrilen ilk romanı Hayat Bir Kervansaray’da ‘40’lı, ‘50’li yılların Türkiye’sinde, bir kız çocuğunun hikâyesini anlatıyordu. Türkçeye ilk kez çevrilen romanı Haliçli Köprü’de ise karşımızda bir genç kadın var. Yıl ‘60’lar. Dönemin isyankâr ruhunu içinde barındıran bu genç kadın, 17 yaşında tiyatro eğitimi almak için gittiği Almanya’da, önce bir fabrikada işçi olarak çalışıyor. Ardından AlmanyaTürkiye arasındaki gelgitleri ve genç kızlıktan kadınlığa geçiş serüveniyle, Almanya’daki kadın yurtlarından, Türkiye’deki siyasetin karanlık sokaklarına açılan, geniş bir hikâye çıkıyor ortaya. Özdamar’la kitaplarını konuştuk… Ë Aslı ULUŞAHİN aliçli Köprü sizin Türkçeye çevrilen ikinci romanınız. Hayat Bir Kervansaray’ın ‘50’li yıllarındaki küçük kız, Haliçli Köprü’de genç kız oluyor… Ben bugünden bakıp bugünden gelen bir bilinçle olayları, insanları sahneye koyuyorum. Dönüp eskiye bakıyorum, masal sözü gibi, bir varmış bir yokmuş… Ya da Marquez’in söylediği gibi, “Hayat yaşadığın şey değil hatırladığın şeydir.” Aslında ben o zamanlarla ilgili çok bir şey hatırlamıyordum, benim hatırladığım saçları yüzlerine düşmüş kadınlardı, yemekten çıkan buhar, kuş sesleri, yağmur, kar, otobüs durağı... Kitap masada çıktı aslında ama insan hatırlamıyor gibi görünse de, vücut her şeyi hatırlıyor. Ben kitaptaki dönemi ’60’lı yılları dondurduğumu düşünüyordum. O kadar acı olaylar var ki hatırlamaya cesaretim yoktu. Ama vücut öyle değil, vücut eski medeniyeti çıkarıyor, baskı kuruyor sana. Onu yazmazsan olmaz, ölürsün. Ben araştırmalar yaptım gazeteleri inceledim ve o zaman, bu dönemin buzluğa kaldırılmamış olduğunu gördüm. Tam tersine o kadar girmiş ki ruhuma, gazetelerdeki haber puntolarını, ölü bir çocuğun resimini o kadar iyi hatırlıyordum ki... İşte kitap, bu geriye dönüp bakmalardan oluştu. Otobiyografik bir roman olduğunu söyleyebilir miyiz? Her şey otobiyografik değil. Bir gençlik romanı, bir kızın gelişmesinin hikâyesi... Mesela dekor farklıdır birçok yerde. Sonra ben anneme tiyatro replikleriyle cevap vermezdim ya da Alman gazete haberlerini ezberlemezdim. Onlar benim başrol oyuncuma verdiğim özellikler. Ama mesela kızın tiyatro aşkı gerçektir. Otobiyografik romanlar okura, roman kişilerinin gerçek hayattaki karşılıklarını düşünmek gibi, arsızlık yapma imkânları da sunar. Örneğin topal sosyalist... Kitapta nasıl talebeler için “tavuk” kelimesini kullanıyorsam, böyle bir oyunu varsa, topal sosyalist için de öyle... Bir de tahta bacak vardır kitapta, o da solcudur. Demek ki solcuların bir tarafı aksıyor, bir yanı yaralı... Bir metafor var orada. Haliçli Köprü de, ilk romanınız gibi Almancadan çevrildi. Sizden söz edilirken, altı en sık çizilen konu Almanca yazmanız. SAYFA 8 H Sizce bir yazarın, yazarken hangi dili seçtiği ne kadar önemli? Yaşadığın şehrin ritmi vücuduna girer. Benim günlük hayatım, vücut ritmim Alman. Yani pencereyi açtığında bir simitçinin sesini duymuyorsun. Ayrıca Alman diliyle ilişkim tiyatrodan dolayı da çok bedensel, vücuduma bu dil yürümüş ve bu nedenle, elbette ki yazmaya Almanca başladım. Şöyle diyorlar mesela, anne dilinde, Türkçede daha iyi duyulur. Ben böyle bir şeye inanmıyorum. Zaten yazmanın kendisi bir dil, bir yolculuk. Yazmak, kelimeleri incecik bir ipin üzerinde, bir ip cambazı gibi düşürmeden götürebilmek. Bazen düşer kelime, onu fark edersiniz yazarken... İpin üzerindeki kelimeler Türkçe mi olmuş Almanca mı fark etmez, yeter ki düşmeden yürüyebilsinler. GENELLEŞTİRME HASTALIĞI Eserleriniz üzerine hazırlanmış bir tezde, Alman dilini Türkçe kullanımlarla zenginleştirdiğiniz yazılmış. Şöyle bir tasvir nasıl olur: Fon ya da kullandığınız araç Al Haliçli Köprü, Sevgi Özdamar’ın Türkçeye çevrilen ikinci romanı... man, ama motifler Türk... Bütün motifler Türk değil. Bunu Avrupa’da yapıyorlar, bir kitabımda “yalnızlık benim atım” diye bir cümle geçiyor ve mesela Alman bir eleştirmen beni göklere çıkararak diyor ki: “Bakın şu Türkçenin güzelliğine!” Ama bunun Türkçeyle bir alakası yok ki. Böyle bir hastalık var, genelleştirme hastalığı... İlk romanımda, Hayat Bir Kervansaray’da atasözleri, deyimler vardır, çünkü o bir çocukluk dönemi romanı, eski bir dünya. Romanda babaanne var ve o dönemin insanları atasözleriyle konuşuyorlar. Ama diğer kitaplarımda bulamazsınız. Hayat Bir Kervansaray’da sahneye koymuşumdur atasözlerini... Ben onları sahneye koymasam siz fark etmezsiniz bile. Yoksa Türk atasözlerini göstereyim, ne güzel, yazıyı şiirleştiriyorlar diye yapmadım, öyle bir şey yok. Bazen şu da oluyor: Okumalarımda, biri geliyor ve “Ne kadar çiçekli bir anlatımınız var” diyor. Yani Türkçe, Almancadan daha güzel demek istiyor ve benim üzerimden Almanları dövmeye çalışıyor. Bu nasyonalizm. Bir dil diğerinden daha güzel diye şey var mı, bunun bir felsefesi olması gerekir. Ya da diyorlar ki neden Hitler’in dilinde yazıyorsunuz, ben de Kafka hissediyorum diyorum. Bu tespit Haliçli Köprü’nün içeriği için de söylenebilir. Almanya’da geçen bölümlerde bile figürler hep Türk... Bu bana çok matrak gelmiştir; ben Türkleri tanımak için 3000 kilometre yol kat ettim. Söylediğiniz gibi bu romanda Almanlardan, bir iki figür dışında pek bahsedilmez. Şu tespite katılır mısınız? Kelimeler sizi tiyatroya götürdü ve edebiyat orada, tiyatrodan sonra, kendiliğinden doğdu. Kelimeler diyorum, çünkü siz de bir söyleşinizde, “Oyun bitti mi kelimeleri de kostüm gibi gardıroba bırakırsın” demişsiniz. Sanki sizin yolculuğunuz hep kelimelerle... Hoşuma gidiyor sizin kelimelerden bahsetmeniz. Şimdi hayat zor, aşk zor, ölüm zor. Her türlü duygu zor hayatta... Tiyatroda her şey kolay, yani bir kat daha kolay. Ölüyorsun, kalkıyor kanını siliyorsun, şakalaşıyorsun. Tabii bu benim yazımı etkiliyor çünkü beni ben yapan, yaratan tiyatro, birikimim tiyatro... Tiyatroda mesela diyelim ki seyircinin yüzde yüz konsantre olduğu bir an vardır, sonra uzaklaştığı bir an... Ben yazarken de bunlarla çalışıyorum. Ayrıca Almanya’ya da hastalanan keli melerinizi iyileştirmek için gitmiştiniz… Her şeyin mahvolduğu bir dönemde Brecth’in bir talebesiyle çalışmak üzere gittim. Bir ülke karanlığa girdiği zaman taşlar bile yeni dil arıyor. Şansım şuydu, babam bana para verip Almanca öğrenmemi sağladı. Çünkü Türkçede çok yorulmuştum ben. Yasaklar oldukça, çocuklar öldürüldükçe elim ayağım titriyordu, mahvolmuştum. İnsan kendi elleriyle kitaplarını yırtıyor, yakıyorsa, kelimelerin yanışını görüyorsan, dayak yiyen, işkence gören insanlar varsa... Bütün bunlar korkunç bir dram. Faşizm bu. O zaman Brecth’in cümleleri bana çok yardımcı olmuştur. Çünkü Brecth bizden uzun yıllar önce faşizmi vücuduyla yaşamış olan büyük bir şairdir, tiyatro adamıdır. Brecth’in diline sığınmak istedim ve çok güzeldi tabii. Sonra orada yaptığım işler beğenildi, Paris’e gittim. Başka bir dil öğrendim, benim için çok iyi oldu çünkü iki dil arasında kalmak da zor bir şeydir, kocanla sevgilin arasında kalmak gibidir. Sen birini tercih etmek zorunda olduğunu zannedersin ama ikinci, üçüncü bir sevgilin olursa, dersin ki benim doğam bu. Fransızca o açıdan bana çok yardımcı olmuştur. TİYATRO BİR ÜLKE... Siz Berlin’de yaşıyorsunuz, bazen Fransa’da kalıyorsunuz. Peki sizin için memleket, gurbet, ev, yurt gibi kelimeler ne ifade ediyor? Biliyorsunuz, uzakta olduğunuz zaman geldiğiniz yerdeki her şey büyür ve büyüselleşir. Ama çoğunlukla bunun hakikatle ilgisi yoktur. Bir göçmen göçtüğü yerde kendisinin başka bir şey olduğunu sanır. Kalsaydım en büyük ben olacaktım gibi... Oysa o ülke onları dışarıya tükürmüştür. Tabii benim durumum tiyatroda çalıştığım için farklıydı. Göç duygusu yapamadım. Zaten tiyatro bir ülke, tiyatro bir ev... Burada olsam ama tiyatroda çalışmasam, mutsuz olurum. Bir de diyelim ki bir oyun hazırlıyoruz, mesela Hamlet. Hamlet, Shakespeare’in bir figürüdür. Ama Hamlet aynı zamanda Türkiye’deki sol aydınların, öldürülen, dövülen, elektrik verilen aydınların bir benzeridir. Solcu aydının bence Hamlet kimliğiyle ilişkisi vardır. Hamlet de çok şey bilir ama bunu gerçekleştirmek için hiçbir şansı olmaz. Ondan sonra bütün sarayı kendisiyle birlikte ölüme götürür. Çünkü bu birikmiş enerjiler sonunda felaketlere yol açar. O yüzden Türkiye’deki bir aydınla, köşeye sıkıştırılmış, ağzı burnu kanatılmış, boynuna ip geçirilmiş bir aydınla, Hamlet arasında benim için büyük bir ilişki vardır. Ben Hamlet’i hazırladığımız zaman kendimi aynı zamanda Türkiye’de hissederim. Böyle figürler yüzünden ben kendimi göç etmiş gibi görmem. Tiyatro bir nevi, geldiğim bir ülkenin uzantısıdır benim için. Yani Almanya’da Türkiye’den bir figür görürsem ya da burada bir Alman figür, ben kendimi evimde hissederim. ? Haliçli Köprü/ Sevgi Özdamar/ Çeviren: İlknur Özdemir/ Turkuvaz Kitap/ 264 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 982
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle