04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İhsan Oktay Anar’dan ‘Suskunlar’ Anar’ın susturmaya çalıştıkları Eski İstanbul’un karanlık, daracık sokaklarında gezdiriyor bizi Anar. Küf kokan hanlarda, evlerde açlıkla zahmetlere katlanarak yaşamaya çalışıyoruz. “Şerrinden sığınılan karanlık gecelerde” bomboş sokaklarda kediler, köpekler ve kural tanımaz sarhoşların çığlıklarını hissediyoruz. Roman kahramanlarıyla birlikte bizler de tüylerimiz ürpere ürpere acaba şimdi ne olacak diyerek çamurlu yollara giriyoruz. rıl zırıl zırıldatırlarken zırıltı zirveye varıp hitâm bulunca, ortamda sanki tâmmât başlıyor, tâk tâk tâmmeleri ile köszenler tokmakları vurup tumturâk ile kösleri tokur tokur tokurdatıyorlar, tokmaklarını sanki kâfirin beynine indirmek için tâ yukarı kaldırıp köslere acımasızca darp ederlerken, dudakları hınçla yukarı doğru büzülüyor; çevgânîler ise çın çın çıngırakları çınçılan misâli çıngır çıngır çıngırdata çıngırdata sallarlarken, davulzenler tokmaklarını güm güm indire indire davulları gümgüme ile gümbür gümbür gümbürdetiyorlardı; bu arada boruzenler de yanaklarını şişirip borularını ciğerlerinin bütün gücüyle üflemekteydiler.” (16) Nasıl sayılacağını bilmeden saydım, 70 kelime buldum. Muhtemelen daha fazla kelime var. BİR FIKRA... Burada bir parantez açıp bir fıkra anlatmak istiyorum: Fi tarihinde ya da padişahlık zamanında diyelim; adamın biri saraya gelmiş ve “Beni padişaha götürün bir hünerim var ve ben onu sultanımıza göstereceğim” demiş. Vazifelileri ikna edip sultan katına ulaşmayı başarmış. Padişah adama, “Senin ne hünerin varmış bakalım?” demiş. Adam da; “Hünkârım ben iğneyi yere saplarım ve iki metre öteden ipliği fırlatıp onun deliğinden geçiririm” demiş. Sultan da, “Ya öyle mi? Göster bakalım marifetini” demiş. Adam büyük bir sükunetle iğneyi yere batırmış ve iki metre öteye giderek elindeki ipliğin ucunu şöyle bir tükürükleyip, “Ya Allah!” demiş, fırlatmış ve iplik delikten geçmiş. Padişah, “Bu herife yüz altın verin ve yüz de sopa atın!” diye emir buyurmuş. Etraftakiler yapılan işe ve verilen hükme şaşkın bir vaziyette, “Hünkârım, yüz altını anladık da yüz değnek neyin nesi oluyor?” diye sual etmişler. Padişah da, “Yüz altın böyle herkesin yapamayacağı bir işi başardığı için, yüz değnek ise böyle saçma sapan bir işi becerebilmek için harcadığı zamanlaradır!” demiş. Sayın Anar, nasihat vermek olarak almayınız: Biraz daha kısa cümleler kursanız da kelime sayısını saymak gibi saçma sapan işleri yapmaya bizi zorlamasanız olmaz mı? Bir Fransız der ki: “9 kelimelik cümle anlaşılır, 17 kelime anlaşılabilir, 30 kelime ise anlaşılamaz.” Biz şimdi sizin cümlelerinizi hangi kategoriye sokacağız? Çünkü böyle cümleler beni ve muhtemelen diğer okuyucuları da yoruyordur. Bazen satırlar gidiyor ama ne dendiği anlaşılmadığından geriye dönülmek zorunda kalınıyor. Anar, sonu gelmez cümleleriyle, nihayetine erişmenin zaman aldığı paragraflarıyla hiçbir es vermeden uzun uzadıya yazdığı bölümleriyle ihtiyaç gidermeye, bir fincan kahve hazırlamaya bile fırsat vermiyor. Böyle bir paragrafı saydım, tam 233 satır idi (6067). Allah’tan biraz Osmanlıcaya vukufiyetim var. Ama yine de lugati elimden bırakmadan kitabı bitirebildim. Çünkü Osmanlıca hocamdan “Lugate karşı kahramanlık olmayacağını” öğrenmiştim. Ve hocam derdi ki; “Bilmediğin kelimeye bir kere, bildiğin kelimeye iki kere bak!” Ve romana verilen emeği canı gönülden takdir ettim. Özellikle kelime zenginliğine hayran kaldım. Ancak gençliğin hali pür melâlini düşünüyorum da kitabı okumaya çalışacaklara şimdiden acıyorum. Gençliğin kelime hazinesini yakınen takip eden biri olarak; “Bu sazdan üflenen nağmeler, sırrın ufulevî vüsafâsı olan ehli vukuf füsunkârların bezediği o vâsî füseyfisâda raks ve vüsub eden vüsemâ gibi birer üfkuhe idiler. Ama füsus ki, üflendikçe gönüllerdeki menhus ufunetin üful olduğu, bu füyuz dolu, tabiî bir vüs ve vüs’at taşıyan nefesler, hangi Yusufı kalbîden nasıl hâsıl olur diye sanki, fusulı Erbaa teessüf ediyordu. Üflenenler âdeta, Şems’in üful ettiği ufka gönderilen canlardan ibâret bir demet vüfud idiler,” (123124) cümlesini atlamadan sonuna kadar okuyacaklarını zannetmiyorum. Sizi temin ederim ki; bu cümleyi okumaya çalışan gençler sıkılacak ve kitabı bir daha açılmamak üzere bir kenara bırakacaklardır. Çünkü bunun testini bizzat yaptım ve öğrencilerimden biri “bezemeyi,” bir diğeri “Yusuf’u” anladım dedi. Biri ise anlamayı bırakın okuyamadı bile. Başka bir öğrencim paragrafı bitirdiğimde ellerini yüzüne sürerek; “Amin, Allah kabul etsin!” dedi. Yanındaki; “Hocam, küfür mü ediyor?” dedi. Ama Allah için hakkını inkâr etmemek lâzım daha sonra da “Şiir gibi olmuş” lafzıyla takdirini beyan etti. Kaldı ki bunlar Tarih Bölümü öğrencileri ve Osmanlıca dersi görüyorlar. Biraz Arapça bildiğini tahmin ettiğim orta yaşlı tanıdık biri ise; cümleyi hem okudu, hem güldü. Sonra da benim ilk okurkenki verdiğim tepkiyi verdi; “Aferin yahu, ne güzel bir cümle kurmuş” dedi. Bilindiği üzere şimdiki gençlerin Türkçenu öğrenmiştim. Ama bu arada Japonlarda ise boylarına poslarına bakmadan bu sürenin 24 dakika olduğu söylenmişti. Puslu Kıtalar Atlası’nı 1999 yılında dokuzuncu baskısında iken almış idim. Bu kitap vesilesiyle bir kere daha tetkik etmek mecburiyetinde hissettim kendimi. Ondaki kelime sayısı biraz hafif kalmış. Bu romanında Anar, bize tam bir kelime cümbüşü sunuyor. Her cümlesi ile üzerinde çokça çalışıldığı anlaşılan bir kitap. Musikîşinaslar, nücum ilmine vâkıf kâhinler ve fıkhî bilgilere kadar birçok şeyi muhtevi bir eser: Suskunlar. Hayal gücümüzü zorlayan kurgular bol bol karşımıza çıkmakta. O kadar çok kahraman var ki; ama hepsi de önemli: Muhteşem Neyzen Bâtın Efendi, mahdumu Zahir, Kör Bağdasar, Kanunî Âsım, Kahveci Hüseyin Efendi, Veysel Efendi, Dede Kalın Musa, Neyzen İbrahim Dede, Hızır Paşa, Lazar, Rafael vs. Ama Veysel Efendi’nin oğulları Eflâtun ile Davut bir adım önde görünüyor. KARANLIK SOKAKLAR... Kahramanlar hakkında konuşmayacağım. Zaten edebiyatçılar veya eleştirmenler gibi nasıl konuşulacağını da bilmediğimden gaf yapmak istemiyorum. Ancak önemli kahramanlardan biri olan Cüce Efendi’yi kısaca tanıtayım: Venedikli olup ismi Alessandro Perevelli’dir. Osmanlı’ya esir olmadan önce gelecek vaat eden bir çembalo sanatçısıdır, aynı zamanda elleri altı parmaktır. Müslüman olunca Pereveli İskender olarak nam salar. Ve vaazlarıyla derin bir âlim portresi çizer. Mühtedi rolü oynayan bir muhtedi’dir. Ve dahi aynı zamanda kendisinden daha maharetli olduğuna inandığı musikîşinasları da gözünü kırpmadan öldürebilen/öldürtebilen bir katildir. Mekânlar da çeşitlilik arzediyor: Yenikapı Mevlevîhânesi, Galata Mevlevihânesi, Sofuayyaş Mahallesi, Baba Cafer Zindanı, Tahtı Kal’a (şimdiki adıyla Tahtakale), Abalıfellah Camii, Sofuayyaş’taki Karacakalfa Camii, Voyvoda Kapısı, Arap Camii, Tersane Zindanı, Mihel Kapısı, Küçük Kule Kapısı, Şehremini’deki Ağa Çayırı gibi mekân adlarıyla Osmanlı İstanbulu’ndan haberdar oluyoruz. Eski İstanbul’un karanlık, daracık sokakları arasında geziniyoruz. Küf kokan hanlarda, evlerde açlıkla zahmetlere katlanarak yaşamaya çalışıyoruz. “Şerrinden sığınılan karanlık gecelerde” bomboş sokaklarda kediler, köpekler ve kural tanımaz sarhoşların çığlıklarını hissediyoruz. Roman kahramanlarıyla birlikte bizler de tüylerimiz ürpere ürpere acaba şimdi ne olacak diyerek çamurlu yollara giriyoruz. Düşünüyorum da; böyle bir eser hazırlamakla İhsan Oktay Anar edebiyat yaptıklarını veya roman yazdıklarını sananları mı susturmaya çalışıyor? İlk kitabının yayınından bu yana gelinen 10 yılı aşkın zamanda böyle bir terakki “fevkalâdenin fevkinde” olmuş. Kitabı okumak benim için eziyeti ma’kule idi. Damaktan silinmeyen tatlar gibi, beyinden silinmeyen okumalar vardır. Bu roman da benim için bu mesâbede olmuştur. Velhasılı kelâm kitabın sözleri ile cümlelerimiz hitam bulsun: “Udunu kılıfından çıkardı ve itidali dem ile udunu dımbırdatıp o Kelâmı Kadîm’i demâdem takdim ile dimi benî âdemi o kadîm demdeme ile adım adım ve dembedem dem eden musikîyi dinletti.” (268) (…) “Eflâtun gibi, kâhin de sustu. Belki de susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu.” (269) Biz de artık sükut edelim. Çünkü “söz gümüş ise sükut altındır” buyrulmuştur. ? Suskunlar/ İhsan Oktay Anar/ İletişim Yayınları/270 s. KİTAP SAYI 933 ? Abdurrahim TUFANTOZ onlarda. İhsan Oktay Anar’ın son romanı Suskunlar, adıyla müsemma olmayan bir tarihi roman. İçten içe kaynayan küçük insanların tarihi üzerine kurgulanmış bir çalışma. Puslu Kıtalar Atlası’nda olduğu gibi yine aynı dönem ve yine sıradan insanlarla tanışıyoruz. O romanda dilenciler ön plana çıkıyordu. Burada ise müzisyenlerle hemhal oluyoruz. Suskunlar bende, Annales Okulu tarih yazım tarzını çağrıştırdı. Annales Ekolü XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa’da ortaya çıkan bir tarih yazım türüdür. Kurucuları Lucien Febvre ile 1944’te Almanların Paris’i işgal ettikleri zaman öldürdükleri Marc Bloch’tur. Bu tarih yazım tarzı küçük/sıradan insanları anlatmayı hedeflemiştir. Bu çalışma çerçevesinde yazılmış ve Türkçeye de çevrilmiş en önemli eser Peynir ve Kurtlar’dır. (Carlo Ginzburg, çev.: Ayşen Gür, Metis Yayınları, İstanbul 2007) Mahkeme kayıtlarından yola çıkılarak hazırlanan bu kitapta bir değirmencinin Engizisyona karşı mücadelesi, fakat sonunda idamı anlatılmıştır. Anar’ın romanında da kahramanlar sıradan insanlar. Yazarımız gittikçe kendini aşıyor ve kurduğu cümlelerle okuyucular tarafından anlaşılmaz bir hale geliyor. Ama bu durum benim çok hoşuma gidiyor. İnsanımızın 250–300 kelimeyle konuştuğu bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde kullanılmayan bu kadar çok kelimenin romanda yer alması onun konularına ne kadar iyi çalıştığının göstergesi. Ancak romanın yanında bir de Ferit Devellioğlu’nun OsmanlıcaTürkçe Ansiklopedik Lugat’ı verilse çok iyi olacak gibime geliyor. Eğer okuyucular her satırda üçdört kez lugat açmaktan sıkılmazlarsa kitabı çok seveceklerinden eminim. Çeyrek asır evvel Latife Tekin’in ilk romanı yayımlanmıştı: Sevgili Arsız Ölüm. O kitapta 64 kelimeden müteşekkil bir cümle vardı. Hatta o günlerde bu cümle gazete yazılarına konu olmuştu. Ama Latife Tekin daha çok günümüz Türkçesiyle yazmış ve o kitap da toplumda hüsnü kabul görmüştü. Anar’ın kitabında da şöyle bir cümle yer alıyor: “Hızır Paşa’nın zurnazenleri zurnalarını zıSAYFA 6 T arihi romanların sükununu seviyorum: Ne motor, ne araba gürültüsü, ne elektrik kesintisi, ne de tıklımtıkış nüfus kalabalıklığı vardır İhsan Oktay Anar si; “nbr, waw, aeo, kib vs.” gibi kısaltmalardan oluşmaktadır. Çünkü onlar “oha falan olmakta”, gitmekten ziyade “kaçmakta” veya “bye”maktadırlar. Yine onlar sevdalanmıyor, çıkıyorlar, kahvelerde (onlar kafe diyorlar) oturmuyorlar, takılıyorlar. Zaten onlara yaşamaktan da “kal gelmektedir.” “Bela umumileştiği zaman güzel hale gelir” diyor bir Arap atasözü. Şimdiki zamanda Türkçemizin de başında böyle büyük bir bela var ve gittikçe de umumileşiyor. Bu romanla bunun ayrımına daha iyi varıyor ve şimdilerde Türkçenin içine girdiği çıkmazı ayan beyan görüyoruz. Günümüzde liselerde tartışıyorlar mı bilmem ama bizim zamanında münazaralar yapılırdı; “Sanat sanat için midir, sanat toplum için midir?” mealinde. Bu romanda Anar tam bir “sanat sanat içindir” ilkesini hayata geçiriyor. Ancak “okuma gibi mutlu bir hastalığa daha tutulmamış” necip milletimle dalga geçiyor sanki? Veya ben böyle düşünerek kendime evham yapıyorum. Amma velakin iyi de yapıyor. Bir radyo programında ülkemizde günlük okuma süresinin 16 saniye ile sınırlı olduğu CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle