05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yaşamanın içinden geçerken, yenilgilerin yorgunluğunu taşırken, sevgi özlemindeki bir ozanın insana bakışındaki iyimserlikten öğreneceğimiz çok şey var. Gerçeği görmek nedir? Kimine göre acımasız bir savaşımla varılır gerçeğe; kimine göre bir insanı sevmekle ulaşılır. H erkesin kendine özgü bir yaşama serüveni var. Belli bir yere kolaylıkla gelinmiyor. Nice engelleri aşmak, nice yoksullukları yenmek gerekiyor. Böyle bir yaşamanın içinden edebiyata bakarken, edebiyatı, insanı eğlendiren bir araç olarak görmek; anlamsız, gereksiz bir süs haline geldiğini düşündürüyor. Düşünceyle duyguyu bir arada yaşatmasını, insanı değiştirmesini, dünyaya değişik gözle bakması için görüş kazandırmasını bilen bir edebiyatçı, yaşamayı yorumlamayı da kolaylaştırmış olur. Okuduklarını yaşadıklarıyla bütünleştiren bir edebiyatçı, kazanılmış bilgilerle kişiliğimizi oluşturmanın gizlerine de varmış demektir. O zaman anlatısını, işe yaramayan yığma bilgilerden kurtarmış olur. Hüseyin Atabaş’ın “Eleştirel Denemeler”ini okurken; kendini çok erken yaşama savaşımının içinde bulan, daha sorumluluğunun bilincine varmadan evlenip çoluğa çocuğa kavuşan, toplumcu işlevinin ne olduğunu unutmayan bir ozanın kendiyle ödeşmesi anlamına geldiğini gördüm (Dünyada Kimse Var mı?, Eleştirel Deneme, Kanguru Yayınları, 2007). Bu sorumluluğu anlamak için önce onun kendine sorduğu bir soruya kulak verelim: “Bir şair, bir yazar, daha önemlisi insan olarak bugüne dek ne yaptım?” Ancak kendiyle ödeşmesini bilen bir insan bu soruya doğru bir yanıt verebilir. Hüseyin Atabaş nice savaşımlar içinden geçen bir yaşama serüveninden geliyor: “İnsanlara düşünsel ve eylemsel olarak ihanet etmedim. Onların iç dünyalarını elimden geldiğince donanımlı ve dolayısıyla varlıklı kılmaya çalıştım.” Mustafa Şerif ONARAN Değinmeler Yaşamanın içinden edebiyata bakmak Topluöldürümü” yoktur. Yüzlerce Kürt kadınının “Ortadoğu” pazarına “fahişe” olarak sürülmesi de vardır. Bunlar savaşın gizli yönleri. Enerji bunalımı çözülürse öteki urlar iyileşemez mi? Biz de Nâzım Hikmet gibi; “Hoş geldin bebek Yaşama sırası sende” diyemeyecek miyiz? Hüseyin Atabaş, kendi sürgününde yaşamak zorunda kalan Nâzım Hikmet için; “Nâzım Hikmet’in vatanı her yerden önce Türkçedir” diyordu. Kahire’de 1962’de toplanan AsyaAfrika Yazarlar Kongresi’nde, Nâzım Hikmet, Türkçenin ozanı olduğunu şöyle anlatıyordu: “Türkiye’yi temsil etme hakkına sahibim; çünkü, kendi halkının dilinde yazan bir yazar ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahiptir” (Türkçenin Yurttaşı Nâzım Hikmet). TAŞRA BASKISI “Amerikan Fay Hattı” dünyayı sarsınca her şey yerli yerine mi oturdu, daha mı karmaşık duruma geldi? Bir yönetim, kendi yazgısını değiştirmek olanağını bulamıyor da, bir başka yönetimden yardım umuyorsa, o ülke kargaşadan kurtulamaz. Devrimci yönetimler toplumu değiştirme çabasındadır. Ama altyapıyı bile iyileştiremezseniz, düşünce düzeyinde bir değişimi gerçekleştirebilir misiniz? Hüseyin Atabaş Karadenizlidir. Kişiliğini Ankara’da kazanmıştır. Ankara’daki edebiyat çevrelerinde nasıl bir dost ortamı oluştuğunu iyi bilir. Gene de genç ozanların düşlem gücünde bir İstanbul özlemi vardır. Peki, İstanbul’un dışındaki Anadolu’ya taşra gözüyle mi bakmak gerekecek? Bir anıdan yola çıkarak İstanbul’u anlatan Hüseyin Atabaş, gönül bağından uzak insanların birbirine aldırmadığı bir yer olarak mı düşünüyor orasını? Hüseyin “Bir şair arkadaAtabaş şın yemeğe davet edip iki saat beklettikten sonra gelemediği yerdir” (Benim Küçük İstanbul’um). Atabaş’ın sözlerinde hoşgörülü bir sitem gülümsüyor. Ankara istediği kadar çağdaş edebiyatın merkezi gibi görünsün, İstanbul’un bir başka çekici yönü var: “... biz Anadolu’da yerleşik şair ve yazarlar için İstanbul hep bir özlemdir. Bu özlem dayanılmaz bir duruma ulaştığında, pek çok sanatçı ve yazar, başta Ankara olmak üzere, Anadolu’nun değişik yerlerinden İstanbul’a göç ettiler.” İstanbul’la taşra arasındaki bu çelişkili durum insanı biraz düşündürüyor. İstanbul’da herkes kendi köşesine çekilmiş, aldırmaz bir duyarsızlık içinde görünür. Eskilerden gelen arkadaşlıklarla Ankara’da oluşan değişik edebiyat ortamları var. Herkes kendi topluluğu içinde mutluluğu aramaya çalışır. Daha küçük ortamlarda taşra baskısı belirgindir. Taşra konusunda Hüseyin Atabaş’la örtüşen görüşlerimiz de var, yanlış anlaşıldığımız da. Ulaşım, iletişim, bilişim araçlarının uzakları yakınlaştırdığına inanarak taşra anlayışının değiştiğini sanıyordum. Aslında değiştiremediğimiz “önyargılı” oluşumuzdur. Bu yüzden içimizdeki taşradan kurtulamıyoruz. Uzakları yakınlaştıran ilişkiler ne denli çoğalırsa çoğalsın taşranın kendine özgü özellikleri değişmiyor. Atabaş yazımdaki sözleri ele alıyor: “Demek ki Anadolu toprağında bir bü yü var. İnsanı insan eden, insandaki ‘öteki insanı’ yaratan bir büyü.” Değişmeceli bir anlam olarak o topraklarda yaşayan kültürlerin insanı değiştiren özelliği üzerinde durmak istedim. Anadolu toprağı gibi çok kültürlü bir coğrafyada, bizden önceki yaşama evrelerinde de nice duyarlıklar vardı. O eski anlayışlardan yöre insanına geçen özellikler olmalı. Sıradan bir insanda bile “öteki insanı” aramaya çalışmalı. Hüseyin Atabaş diyor ki: “Peşinen şunu söylemeliyim ki, insanın yapısını oluşturan, içinde yaşadığı coğrafyadan önce kendi içinde yaşattığı coğrafyadır” (Kültürde ve Edebiyatta Taşralılık). Anadolu insanını tanıyarak, onunla bütünleşmesini bilerek kendimizde çoğalabiliriz. Hüseyin Atabaş gibi içi sevgi yüklü, hoşgörülü bir ozan bu gerçeği daha iyi anlar. Yoksa kendimizde yiter gideriz. Anadolu insanının yalnızlığını anlamaz da, kendimizi önemsemekle yetinirsek, “taşra baskısı”nın ağırlığı altında gereksiz bir insan durumuna düşeriz. Oysa Anadolu’da çıkan edebiyat dergileri taşranın gücünü gösteriyor. O güce inanmıyorsak kendimizi yadsımış sayılırız. “DÜNYADA ŞAİR VAR MI?” Yaşamanın içinden geçerken, yenilgilerin yorgunluğunu taşırken, sevgi özlemindeki bir ozanın insana bakışındaki iyimserlikten öğreneceğimiz çok şey var. Gerçeği görmek nedir? Kimine göre acımasız bir savaşımla varılır gerçeğe; kimine göre bir insanı sevmekle ulaşılır. Hüseyin Atabaş gönül insanıdır. Belli bir yaştan sonra ne yapacağını değil, ne yapmayacağını bilen bir gönül insanı. Anadolu insanı boşuna dememiş “gönül kocamaz” diye. Atabaş’ın bir şiiriyle bakalım bu gerçeğe: “Oyun bitti, akşam oldu, merhaba ömrüm, seni şimdi anımsıyorum sanma... Hoş geldin. Sana ‘hayır’ demek ölüme ‘evet’ demekmiş, iyi ki geldin gül mevsimine geç kalsan da.” KARGAŞA ORTAMI Şu yeryüzü hiçbir zaman durulmadı. Sevi ilişkisinden geçen bir iyimserlikle yaşamada belli bir denge kurulacağı umudunu taşıyan Hüseyin Atabaş gibi bir ozan; o ilişkiden yoksun olanların duyarlığını yitirdiğinden yakınıyor: “Varsın dünyada sürüp giden haksızlıklar, işgaller karşısında kalem oynatmasınlar, varsın ‘poetikaları incinmesin’ hanımların, beylerin! Genel anlamda insanlık kaygısı da kimsenin umrunda değil anlaşılan, herkes kendi havanında kendi suyunu dövüyor! Herkes ‘kendi imgesi’ ile dolu, herkesin gözü ‘kendi imgesinin ışığı’ ile kamaşıyor.” “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanında, savaşın sona erdiği o sevinçli ortamda, Erich Maria Remarque, başıboş bir kurşunun roman kahramanını öldürüverdiğini anlatır. Yeryüzüne “habis bir ur” gibi yayılan şu dört sorun çözülemezse bu kargaşa sürer: 1. Enerji bunalımı 2. Nüfus patlaması 3. Artan işsizlik 4. Anarşinin körüklenmesi. Enerjiyi denetiminde tutmak isteyen ABD barışçı yolları denemek istemediği için öteki urlar daha da büyümekte. Oysa Hüseyin Atabaş 26 Kasım 1987’de, Irakİran Savaşı sürerken, Bağdat El Reşit Tiyatrosu’nda okuduğu şiirlerle o barış ortamını sağlamaya çalışmıştı. Dönemin Irak Kültür Bakanı’nın sözleri, şiirin barışçı işlevini göstermesi bakımından anlamlıdır: “Okuduğunuz şiirlerle, savaş yüzünden unuttuğumuz insanlığımızı, bize yeniden anımsattınız” (Sanatın Savaşa Karşı Oluşu Doğası Gereğidir). O unutulan insanlıkta yalnız “Halepçe SAYFA 22 “Dünyada Kimse Var mı?” diye soruyor Hüseyin Atabaş. Bir ozanın göstermesi gereken “muhalif tavır” adına soruyor. “Telif Hakkı”nın yağmalanmasıyla ilgili korsancılığa duyarsız kalmaktan; “insan hakları”nın yok edildiği, yayılmacı güçlerin acımasız davranışlarına tepki gösterilmemesinden usanan Hüseyin Atabaş soruyor: “Dünyada Kimse Var mı?” Ama asıl “Dünyada Şair Var mı?” diye soruyor. Değil mi ki o ozanlar yalnız çağının tanığı değil, sorumlusudur; bu gidişe ‘dur’ demeleri gerekmez mi? Hüseyin Atabaş umutsuzdur: “Demek ki şairler, edebiyatçılar kayıp gidiyor dünyanın elinden! Yine de kimileri: ‘dünya umurlarındaymış gibi’ seslerini yükseltseler epey taş yerinden oynar gibi geliyor bana, romantik duygularımın beni aldattığını bile bile!.. Hiçbir çıkar hesabı olmayan bir ozanın içtenlikli sesidir bu! Sevi ateşinde yaşarken bile çıkarını düşünmeyen bir ozandı o! “Oysa aşk da öğretilmiş/koşullandırılmış yaşama muhalefettir” diyordu. Haksızlıkları kanıksamış olanların duyarsızlığı içinde; “Bunlar hep bildiğimiz şeyler değil mi?” diyenler çıkabilir. Hüseyin Atabaş gibi bir ozan söylüyorsa, değil. O “eleştirel denemeler”de söylenmeyen çok şey var. Okurken satır aralarındaki o söylenmeyen sözleri de seziyorsunuz. ? Bu sayfayla iletişim kurabilmeniz için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz. MUSTAFA ŞERİF ONARAN Hekimköy Sitesi 20. Sk. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 CUMHURİYET KİTAP SAYI 933
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle