Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? rın kadın konusundaki araştırma, yargı, değerlendirme ve düşüncelerinin kendi özel deneyimlerine dayandığı, çok öznel, taraflı ve “kitabi” olduğu görüşü gelmektedir. 1949’lu yıllarda toplum bilimleri araştırmalarında günümüzde olduğu gibi uzun soluklu anketler, istatistikler, görüşmeler yaygın olarak kullanılmıyordu, disiplinler arası araştırmalar, grup çalışmaları da herkesi ilgilendirmiyordu. Ayrıca Beauvoir’ın bu olanaklara ulaşacak bir araştırmacı görevi de yoktu. Bu nedenle yazarın toplumbilimleri, tarih ve felsefe arasında köprüler kurarak (disiplinler arası çalışma yaparak) düşüncelerini tek başına, öznel gözlemlerine ve deneyimlerine dayandırararak yansıtmaktan başka bir yolu yoktu. Mandarinler, Beauvoir’ı dünyada en çok okunan yazarlar arasına sokmuştur. Savaş sonrasını ele alan bu roman, gerçek kişilerden (JeanPaul Sartre, Simone de Beauvoir, André ve Clara Malraux, Albert ve Francine Camus, ve sevgilisi Maria Casarès ve diğer sevgilileri, Boris ve Michèle Vian, Nathalie..) yola çıkarak kahramanları aracılığıyla, Fransa’daki siyasal gerilimleri, hesapları, hesaplaşmaları, dönüşümleri anlatırken, aynı kahramanlar düzeyinde başarısız ilişkilerin, düş kırıklıklarının sergilenmesidir de. Bu romanıyla Beauvoir, savaştan sonra komünizme karşı olmayan, ama komünizmin olumsuz yanlarını bildikleri, gördükleri halde bunları sergilemekten aylar boyunca kaçınan ve hatta korkan aşırı solcu Fransız aydınlarını yargılar. Romandaki siyasal izleklerle duygusal izlekler arasında koşutluk vardır: Aşk ve siyaset iç içe girmiştir. MANDARİNLER VE CAMUS Romanı okuyan Albert Camus’nün de Simone de Beauvoir’a kızmak için yeterli nedenleri vardır: İkinci Dünya Savaşı öncesi Paris’e gelen Camus, Combat (Romanda, Umut; Malraux’nun İspanya iç savaşını anlattığı romanının adı da Umut’tur) gazetesini yönetmiştir. Bulantı’ya (La nausée) hayran olan Camus bir yolunu bulur ve Sartre ve Beauvoir ile tanışıp arkadaş olur. Varoluşçuluğun üç önemli temsilcisi olarak bir süre üçü birlikte görünür ve saygınlık kazanırlar. Ama aynı düşünce yapısını benimsemeyen ve farklı felsefe eğitimi almış olan Camus, bir süre sonra Sartre’ın varoluşçuluk anlayışından uzaklaşır. Sartre ve Beauvoir’ın üçlü, açık aşk anlayışı, birbirlerine yaptıkları nispetler; ilişkilerini gizli yaşayan, kadınların kendi yaptıklarını yapmasını hoş karşılamayan Camus’yü kendilerinden uzaklaştırır. Gerçek yaşamında çok çapkın olan, güzel kadınlara dayanamayan, karısından da bir türlü kop(a)mayan yazar, özel yaşamıyla Henri’nin kişiliğinde Mandarinler’in baş kahramanı olarak yazın dünyasına girer. Fransa’da o kadar çok şarap türü ve markası varken, romanda Henri’ye “meursault” (Yabancı’nın kahramanının soyadı Mersault’dur) tipi bir şarap ikram edilmesi de şaka gibi görünebilir. SAYFA 18 “Kadın doğulmaz, kadın olunur” tümcesi Simone de Beauvoir’ın yaşam felsefesinin temel çizgisini oluşturur. Kızların ve kadınların mutlaka eğitilmesinin, kadının toplumdaki işlevinin inatçı bir savunucusu olmuştur. Sartre gibi, tüm yaşamı boyunca ezilmiş insanları, özellikle kadınları savunmak için, hiç çekinmeden ününü kullanmıştır. Camus hiç durmadan ve hızlı konuşan Beauvoir’dan çok etkilenmişse de ilişkilerini açıklamaktan pek hoşlanmadığı, Sartre’a karşı da büyük bir saygı duyduğu için çiftten uzaklaşmıştır. Ama karısı Francine ile geçimsizliklerini, sevgilisi Maria ile sürdürdükleri aşkı ve arada genç ve güzel kızlarla yaşadığı kısa süreli ilişkileri, gazetedeki yönetim ve para sorunlarını, yazma savaşımını tüm ayrıntılarıyla romanda görünce çileden çıkmıştır. Beauvoir o sırada Algren’nin kızgınlığına çok üzüldüğü için Camus’nün tepkisine pek aldırmamıştır. Yazar 1958’den başlayarak özyaşamöyküsünü anlatmaya başlamıştır. Anılarında önyargılarla, insanı küçültücü geleneklerle dolu kentsoylu çevresini ve kadınlık durumuyla bundan kurtulma çabalarını anlatır. Ayrıca Sartre ile olan ilişkisini de nerdeyse eksiksiksiz bir biçimde anlatarak bu ilişkiyi bir başarı öyküsü olarak nitelendirir. Yazara göre, aralarındaki bağ çok tutkulu olmasına karşın, tam anlamıyla birlikte olamamışlardır. Oysa aralarındaki ilişkinin tutku boyutu çok kısa sümüştür. Beauvoir çok insanın yaşarken yapamadığını yapmıştır. Açıklamaları nedeniyle pek çok feminist yazarı karşısına almıştır. Örneğin kendisi de en az Sartre kadar akıllı, zeki ve çalışkanken niçin felsefe çalışmalarını ona bırakmış, kendisi düşüncelerini yazınla ifade etmiştir? Bu çapkın, hiç de yakışıklı olmayan adam onu sürekli olarak çok genç kadınlarla aldatırken niçin ondan ayrılmamıştır? Özyaşamöyküsünden ve mektuplarından Sartre’ın kendisini birçok kez terk etmeye hazırlandığı, Beauvoir’ın bunu akıl almaz oyun ve kurnazlıklarla engellediği görülmüştür. Niçin böyle acınacak çabalara girişmiştir? Kimileri, Beauvoir’ın Sartre’ı her zaman yüzyılının en büyük düşünürü olarak gördüğünü, onun yanında olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşündüğünü söylemektedirler. 1964’de, yirmi dört saat içinde, annesinin ölümünü ve kendi duygularını anlattığı Sessiz Bir Ölüm’ü (Une mort très douce) yayımlar. Sartre’a göre, bu anlatı yazarın en iyi yapıtıdır. Bu anlatıdan sonra Beauvoir, tek kadın kahramanlı romanlar yazmaya başlayacaktır. 1966’da sadece kurgusal kahramanlar barındıran, Batı toplumlarındaki tüketim alışkanlıklarını ve kentsoylu aile ilişkilerini eleştirdiği Güzel İmgeler’i yayımlar. Romanı o sırada ayrılmak üzere olduğu, kendisinden çok genç Claude Lanzmann’a ithaf etmiştir. Lanzmann’dan ayrılmanın sarsıntısını atlatamadan bir başka gerçekle yüz yüze gelir. Sartre, sevgilisi olan genç bir felsefe öğrencisini evlat edindiğini bildirir. Gerekçe olarak da Beauvoir’ın yaşlı olduğu, kendisinden sonra çok yaşayamacağı için yapıtlarının basın ve yayın sorumluluğunu üstlenemeyeceğini öne sürer. Belki de artık sevgili olamayacak kadar yaşlandığını düşündüğü için, belki Sarte’ın onu yaşlı gördüğünü bir gerçeklik olarak kabullendiği için, günümüzde yaşlı sayılmayacak bir yaşta, elli sekiz yaşında Yaşlılık’ı (La vieillesse) yazmıştır. Düş kırıklığıyla geçirdiği bu dönemde karşısına çok genç bir felsefe ögrencisi çıkar: Sylvie Le Bon. Birlikte yolculuk ederler, sanatsal etkinliklere katılırlar. Kısacası bu genç ve akıllı kadın Beauvoir’ın tüm yaşamını değiştirir. O da Sartre’ın yolunu izleyerek Sylvie Le Bon’u evlat edinerek yapıtlarının ve tüm malının mirasçısı yapacaktır. Varoluşçuğun önemini yitirmesinden, 68 olaylarının durulmasından, yapısılcılığın bir düşünce biçimi olarak yayılmasından, sosyal demokrat kazanımların yerleşmesinden sonra Sartre ve Beauvoir’ın da bir anlamda “modası geçti”. Ama Beauvoir’ın en büyük şansı bir kadın hare ketine öncülük edecek sorumluluk duygusu, zekâsı, bilgi birikimi en önemlisi de enerjisinin olmasıydı. Ayrıca o tüm yaşamı boyunca kadınların çalıştığı her yere giderek, işçilerle, siyaset adamlarıyla, aydınlarla görüşerek kadın ve çalışma dünyası konusunda önemli bir birikime sahipti. Kendisine büyük hayranlık duyan Gisèle Halimi ve Elisabeth Badinter ile birlikte Cezayir’de kadınlara yapılan işkenceleri herkesin görmesini ve hatta cezalandırlmasını sağlamışlar, Fransa’da gebeliği sona erdirme hakkının tanınmasında binlerce kadına öncülük etmişlerdi. Sartre’ın ölümünden sonra 1980 yılında, onunla geçirdiği son on yılın acı ve tatlı anılarını, Sartre’ın bir düşünce adamı, bir filozof olarak düşüncelerini, sorumlu bir aydın bilinciyle okurlarıyla paylaşmıştır. “Ölümü bizi birleştirmeyecek. Yaşamlarımızın bunca yıl uyum içinde olması ne güzel” diyecektir. Aşırı sigara ve alkol yüzünden hızla sağlığı bozulan Simone de Beauvoir, 1986 yılında, parmağından hiç çıkarmadığı Algren’in hediye ettiği gümüş yüzüğüyle, üvey kızı Sylvie Le Bon ve yedi yıl sevgilisi olan Claude Lanzmann’ın tüm çabalarına karşın Paris’te yaşama veda etmiştir. Dünyanın dört bir yanından gelen binlerce kadının katılımıyla cenazesi çok görkemli olmuştur. Her iki yazarın isteğine uygun olarak, ölümün de ayıramadığı çift, yanyana Montparnasse mezarlığında yatmaktadırlar. Simone de Beauvoir her şeyden önce, okurlarına bu dünyada kendi özyaşamının anlamını ve dünya konusundaki düşüncelerini, dolaysız, yalın bir biçimde aktarmaya çalışmıştır. Bugün aşıldığı kabul edilse de İkinci Cins başlıklı denemesi yirminci yüzyıl kadın hareketinin dünya çapında klasik bir başyapıtı olmuştur. Bu kitabın değerini Fransız kadınlarından önce Amerikalı kadınlar keşfetmiş, kadın hareketinin başlamasını sağlamışlardır. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” tümcesi yazarın yaşam felsefesinin temel çizgisini oluşturur. Kızların ve kadınların mutlaka eğitilmesinin, kadının toplumdaki işlevinin inatçı bir savunucusu olmuştur. Yazarlık mesleğini, solun büyük ülküleri adına, siyasal tutumunun bir parçası olarak görmüş, Cezayir, Vietnam Savaşı’na karşı çıkmıştır. Sartre gibi, tüm yaşamı boyunca ezilmiş insanları, özellikle kadınları savunmak için, hiç çekinmeden ününü kullanmıştır. Yaşamının son on beş yılında kendisine çok yakışan kadın hareketinin öncüsü olmuştur. Bir söyleşisinde, “Kadınlar erkeklerin yerini almak için feminist olmadılar, dünyayı değiştirmek için feminist oldular” demiştir. 1978 yılında ise “kadın doğulmaz, kadın olunur” tümcesinin sonuna kadar arkasında olduğunu söylerek, “Son otuz yıl boyunca okuduğum, gördüğüm, öğrendiğim her şey bu düşüncemin doğruluğunu gösterdi” demiş, “erkek ve erkeklik düşüncesi nasıl yaratıldıysa kadın düşüncesi de öyle yaratılmıştır” diye de eklemiştir.? KİTAP SAYI 933 CUMHURİYET