22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Bilge Umar'ın oğlu Murat Umar, babasının bende bulunmayan kitaplarını gazeteye bıraktığını söyledi telefonda. Gazeteci değilim, ama yine de gazeteci olduğum ya da her gün gazeteye uğradığım sanılıyor herhalde. Uzak çevrenin davranışlarıyla tutumundan, kimi dostlarımın konuşmasından çıkarıyorum bunu. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası K itaba özgülenen yazınsal dergi biçiminde hazırlanmış ek de olsa bu, gazetede yazmak yanılsamaya yol açabiliyor demek. Oysa birkaç aya varan aralarla ancak uğrayabiliyorum Cumhuriyet'e. Güvenlik görevlileri durduruyor, ezilip büzülerek Cumhuriyet Kitap'ın sürekli yazarı olduğumu söyleyip çıkıyorum yukarıya… Başımı çevirmiyorum, ama kuşkucu gözlerle arkamdan bakıldığını sanıyorum nedense. Öyle ya, görenin belki bir daha karşılaşmayacağı bir yüz değil miyim onlara göre?… Bunlar doğal. Cumhuriyet'in herhangi ekinde yazmak bile hem “Cumhuriyet yazarı” kimliği kazandırıyor insana hem de olağanüstü sorumluluk yüklüyor… Gazete Cağaloğlu'dayken, haftada uğrardım salıları, yazı bahane, gezinmek amacım… Durma evde çalışan biriyseniz, arada hava değişikliği zorunlu. Mısır Çarşısında dolaşır, kuruyemiş falan alırdım, Turhan Günay bıyık altından güler, “Sadık'ın İstanbul'la çıkma günü” derdi… Ancak son birkaç yıldır bırakın haftada bir gazeteye uğramayı, kaldığım gün sayısı bile gide gide azalıyor İstanbul'da. Böyle olunca gönderilen kitapların elime ulaşması zaman alıyor, hatta Cumhuriyet Kitap'ın yayına hazırlandığı alçakgönüllü bölümdeki yayın akışı yoğunluğundan ötürü hiç elime ulaşamadığı da oluyor. Bu arada ilginç gecikmelerle, sıçramalarla karşılaştığım da oluyor elbette. Sözgelimi Alkım'ın yayımladığı K dergisinin 1., bir de 31. sayıları ulaştı elime, aradaki sayılarına ulaşamadım. Adnan Binyazar'ın geçen yıl 11 Ağustos’ta, Selçuk Altun'un 6 Kasım’da imzaladığı Duyguların Anakarası (Can, 2006) ile Kitap İçin (Sel, İkinci Basım, 2006) adlı kitaplar da elime yenice ulaşanlardan. Kaan Arslanoğlu'nun imzalayıp gönderdiğini söylediği Sessizlik Kuleleri/ 2084'ü (İthaki, 2007) ise görmüş değilim henüz… Diyeceğim Bilge Umar'ın gazeteye bırakılan kitaplarının da henüz elime ulaşmayışını doğal karşılamak gerekiyor. Karya’sı, Likya’sı, Kilikya’sıyla Anadolu cesi… Salt taraklama yöntemiyle Bilge Umar'ın kitaplarına göz atıldığında bile bunların belirli dizgeye dayalı olarak verimlendiği, çalışmanın çok yönlü karşılaştırmalarla sürdürüldüğü sezilebiliyor hemence. Nitekim kitaplar, ilkin seçilen yörenin “neresi olduğu” sorusuna verilen yanıtla başlıyor. Örneğin “Lykia neresidir?” sorusuna madde başlığı açarak şu açılımı getiriyor yazar: “Lykia, aşağı yukarı, bugün Teke Yarımadası diye andığımız, Fethiye Körfezi ile Antalya Körfezi arasında bir u harfi biçiminde Akdenize uzanmış Anadolu parçasıdır.” Umar, Mysia'yı, Lydia'yı, Karia'yı, Kilikia'yı bu soru maddesiyle tanıtarak kollarını sıvıyor, ama genelde bilindiği düşünülen öteki üçü için daha farklı yaklaşım sergiliyor. Sözgelimi Trakya yöresi üzerine sınırlama getirmekten çok “Trakya Hakkında Özetlenmiş Bilgi” aktarmayı yeğliyor, ardından pekiştiği kestirilebilecek kimi yargılarımıza getiriyor sözü. Şöyle diyor: “…Bizde Trakya diye söylenen ülke adının hangi kapsamdaki ülkeyi kastettiği, bu ülkenin nerelere kadar uzandığı konusunda, her çağdaki düşünce aynı olmamıştır.” Bilge Umar, andığım yöreleri yazıyor ya, avcunun içi gibi biliyor buraları. Türkiye'yi milimetrik ölçülerde karelere bölmüş de sanki kilim dokurcasına çözgüden geçirip kirkitle pekiştirirerek önümüze seriyor bunu. Nasıl bilmek, nasıl dolaşmak bu böyle şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyorsunuz… Örneğin Teuthrania kentiyle ilgili verdiği ilk bilgiyi gelin birlikte okuyalım: “Teuthrania, Kaïkos/Bakırçay ağzı yöresinde, Bergama ile deniz arasında uzanan dolma ovanın adının Hellenlerce kullanılan biçimidir. (…) Kentçiğin kalıntılar alanı, İzmir yönünden Bergama'ya yaklaşırken anayolun Bakırçay'ı aştığı köprüden 3 km. kadar batı ileride, Kalarga Tepesi denen ve ova ortasında hayli görkemli görünen bir tepenin üzerindedir. Kalarga, aynı zamanda, orada bulunan Ovacık köyünün eski adıdır.” (Mysia, 78, 79) ANADOLU’YU YUTARCASINA OKUMAK İlkin gezmek mi gerekiyor yoksa okumak mı? Tanımadan, herhangi nesneyi ayırıp onu “o” olarak belirlemeden de bunun üzerine bilim yapılabilir elbette. An907 lundan DüverBağlaç arası 4 km., BağlaçArsaköy arası 6 km. kadardır. Bean, Lycian Turkey kitabında, o yöreye yol olmadığını, Kayadibi köyüne kadar gidip oradan uzun süre yürüyerek çok dik bir keçi yolundan Arsada kalıntıları alanına ulaşılabileceğini söylüyorsa da, inceleme gezisini çok eski yıllarda yaptığı anlaşılıyor.” (Lykia, 34, 35) Umar'ın bilimci namusuna hemen her satırında rastlamak olanaklı. Örneğin yukarıdaki alıntının arkasından Aloanda antik kenti için şu satırları ekliyor yazar: “Lykia üzerine yapıt veren Bean, Bayburtluoğlu, Önen'den hiçbiri buraya tırmanmamıştır ve kalıntılara değinmezler. Ben de tırmanmayı göze alamadım. Köylülerin anlattığına bakılırsa, orada çok iri kesme taşlardan örülme güçlü surların parçaları varmış…” (Lykia, 38) Bilge Umar, karşılaştırmalı okumalarında Heredot, Xenophon, Platon, Aiskhylos, Pausanias, Strabon vb. klasik yazarlar (tarihçiler, felsefeciler, gezginler, oyun yazarları vb.) kadar yakın çağlarda, günümüzde yapıt vermiş ünlü gezginlerin, tarihçilerle kazıbilimcilerin yapıtlarından da yararlanıyor. Bu doğrultuda yabancı kaynaklar kadar bizim yazarlarımızı da alıyor önüne. Bu arada kimi öne sürüşler getirirken, “(böyle) nitelemekte yanılmadığımı umuyorum”, “kanımca” vb. demeyi de savsaklamıyor yazar. (Kilikia, 37, 46) Böylece de nesnel bir tutum sergiliyor anlatımında. ANADOLU’YU TAPARCASINA SEVMEK Bilge Umar'ın andığım kitaplarını okurken, kendini taparcasına yurdunu sevmeye vermiş bir bilimci gezginle tanışıyorsunuz aynı zamanda. Yazar, avcunun içi gibi bildiği yurt topraklarında dolaşırken, ona karşı nasıl sevecen, müşfik, korumacı, kutsayıcı bunu da görüyorsunuz. Lidai antik kentini anlatırken yer verdiği satırlar da hem içerikçe hem de konunun ortaya konuşu bakımından ilginç sayılabilir: “Kent alanında, bu kadar yorgunluğu gerçekten ödüllendirecek kadar ilginç kalıntılar vardır. Yazık ki bu bekçisiz, sahipsiz kalıntılar, yat turizmi bahanesiyle böyle yerlere sokulup tarihsel kalıntılarımızı yağmalayan yerli yabancı soyguncuların, define arayıcıların elinden hayli zarar görmüştür ve görmektedir.” (Lykia, 12) Elaioussa/Sebaste antik kenti için yazdıkları da ilginç gelecek size: “Yamaçta bir de tiyatro vardı… Bunun hemen hemen tüm taşları çevre köylülerince alınıp yapı işlerinde kullanıldığından, 'vardı' denmesi doğru olur.” (Kilikia, 96) Sonuçta Bilge Umar, Anadolu'yu sevmek zorunda oluşumuzun gerekçesini getiriyor önümüze. Bu ülkede yaşayan herkes böyle bir sorumlulukla yükümlü değil mi sizce de? Umar'ın dile getirişi, bunu pekiştiren önemli bir vargı olarak alınabilir pekâlâ: “Her halk, tarih öncesi zamanlardan başlayan ve insanlık var oldukça süregidecek bir oluşum, değişim yani aynı yörenin eski halklarından ve çevrenin çağdaş halklarından etkilenme, böylece soykökenleri, genetik özellikler, kültürün bütün öğeleri açısından sürekli bir evrim içinde bulunma sürecinin ürünüdür.” (Karia, 3) Bu doğrultuda halkımız, Anadolu'daki tüm değerlerin kalıtçısıdır kuşkusuz. Ancak hem bu kalıtsal bütünün bilincine varmak hem de bu kalıta sahip çıkabilmenin bilincine ermek zorundayız hepimiz. İşte bu yüzden Bilge Umar'ın kitapları, hem bunun göstereni hem de gösterileni konumunda. Gerçekten de yurdunu sevmeye yönelenler için değil yalnız, onu tanıma yönünde emekleyecek olanlarca da başucunda tutulması gereken yapıtlar bunlar… Tüm yurtseverler Bilge Umar'la, onun kitaplarıyla buluşabilmeli derim. Çünkü o, neredeyse yaşamını özgülemiş göründüğü bu yoğun emekli çalışmasıyla korunması, kollanması gereken yüksek düzeyde bir yurtseverlik örneği bana göre. ? SAYFA 29 ANADOLU’YU KİLİMCESİNE DOKUMAK Umar'ın gönderdiklerinin Türkiye Halkının İlkçağ Tarihi (1982) ile Türkiye'deki Tarihsel Anıtlar adlı kitaplar olduğunu sanıyorum. İki hafta önceki “Kitaplar Adası”nda Bilge Umar'ın Türkiye'deki Tarihsel Adlar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi başlıklı yapıtlarından söz açarken bunlara da değinmiştim ad olarak. Üzerinde duracağımı söyleyip adlarını andıklarım da olmuştu söz konusu yazıda. Tümü de İnkılap Kitabevi’nce yayımlanan, “Bir Tarihsel Coğrafya Araştırması ve Gezi Rehberi” biçiminde sunulan kitaplar şunlar: Trakya (2003), Troia (2002), Mysia (2006), Lydia (2001), Karia (1999), Lykia (1999), Kilikia (2000), Karadeniz Kappadokia'sı/ Pontos (2000). Gözünüzün önüne bir Türkiye haritası getirin şimdi, sonra da yukarıda adları sıralananlar kadar sıralanmayanları da yerleştirmeye girişin bunun üzerinde. Hadi Trakya'yı, Troya'yı, Karadeniz Kapadokyası'nı yani Pontos'u yerleştirdiniz el yordamıyla haritaya, ya ötekiler? Kabaca biliyor olsanız da merak etmez misiniz Mysia'nın, Lydia'nın, Karia'nın, Lykia'nın, Kilikia'nın bu harita üzerinde nerelere yerleştirilebileceğini? Sonra Umar'ın “henüz” verimlemediği çalışmaları da olabilir bizim bilmediğimiz… Öyle ya Ionia, Pamphylia, Pisidia, Lykaonia, Paphlagonia daha niCUMHURİYET KİTAP SAYI cak söz konusu olan coğrafyaysa, yurtsa dokunarak işe başlamak belki en doğru yol… Biz, bu konuda toplumca bir yarılma yaşıyoruz sanki. Yurduyla, bu yurdun sahip olduğu kültür değerleriyle bir türlü buluşamayan bir tutum sergiliyoruz çünkü. Bakın çevrenize; örenlere, doğaya, ormana, denize ne ölçüde sahip çıktığımız ortada değil mi? İşte Bilge Umar, bu tanıma olgusunun öylesine üzerine gidiyor ki, sanki bize ders veriyor bu konuda. Nitekim Anadolu'yu tanımayı onu okuyup karşılaştırmalarla yol almayı bir yöntem olarak benimsediğini gösteriyor sürekli. Doğrusu bu ölçüde ayrıntılar üzerinde durularak gerçekleştirilecek bir Anadolu gezisinin altından nasıl kalkılır, bu gezi kaç yılda tamamlanır kestiremiyorum, ama bunun gerek yöntem gerekse uygulayım olarak Umar'ın çalışmalarına yansıdığını, kitaplarına sızdığını görebiliyorum. Örneğin gelişigüzel bir alıntı olarak aktardığım, değişik verimlerinde bunun onlarcasına rastlayabileceğimiz şu satırlar bu söylediklerimin somutlayıcısı gibi alınabilir sanıyorum: “(Arsada antik kentine) …Fethiye, Kemer, Düver asfalt yolundan, sonra da Düver, Bağlaç (Bağlıağaç) köyü yolundan yararlanılarak gidilir. Yalnız Bağlaç köyünde sola sapmayıp dümdüz ilerlenecektir. Asfalt yüzeyli KemerDüver köyü yolu yaklaşık 12 km.; hemen Düver bitişiğinden dağa tırmanmaya başlayan köy yo
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle