23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... Hayatla edebiyat arasında ? Şavkar ALTINEL S efa Kaplan'ın “bilinmeyen” bir şair olduğu söylenemez. Antolojilerde yapıtlarından örneklere rastlamak mümkün. Kültür Bakanlığı'nın Türk şiirini dünyaya tanıtmak amacıyla kısa bir süre önce hazırlattığı 100 Şair 100 Şiir'de de yer alıyor. Dahası, Türkiye'nin en önemli şiir ödülü olan Behçet Necatigil Ödülü'nü almış. Demek ki, yalnız varlığının değil, değerinin de bilincinde olanlar var. Gene de kuşağının ilk ağızda akla gelen adlarından değil gibi sanki. Şairin kısa bir süre önce yayımladığı Seçme Şiirler'i, Kaplan'ın şiirinden geniş bir kesit sunmasının yanı sıra, bu şiirin neden daha fazla bilinmediğini araştırma fırsatı da sunuyor. Sorunun bir ölçüde Kaplan'ın bilinmeye karşı olan tutumundan kaynaklandığı kuşkusuz. Kitabının önsözünde “Herhangi bir mecliste kazara 'şair' olarak tanıtıldığımda, ağzımdan çıkan ilk söz hep 'estağfurullah' olmuştur,” diyen şair biraz aşağıda da, “Herkes gürültü çıkartmak ve çıkarabildiği gürültünün şiddeti oranında fark edilmek peşindeydi... Ben bu tür tercihlere yabancıydım, bu tercihler de bana yabancıydı,” diyor. Elbette en fazla gürültü çıkartanlar da buna benzer şeyler söylüyorlar, ama Kaplan'ın içten olduğunu görebilmek için kendisini tanımak şart değil. Seçme Şiirler'ine, daha çarpıcı bir üst başlık değil de, yalnızca Şiirler başlığını seçen birisinin dikkat çekmek için çok fazla çaba harcadığı ileri sürülemez. Ama Kaplan'ın bu konudaki tutumundan daha önemli bir sorun şiirinin kolaylıkla başka şairlerin çekim alanına girdiği izlenimini vermesi. İlk üç kitabı olan Sürgün Sevdaları, İnsan Bir Yalnızlıktır ve Seferberlik Şiirleri'nde yer alan şiirler Divan şiirini, zaman zaman Hilmi Yavuz'u, çok sık olarak da Attilâ İlhan'ı çağrıştırıyor. Burada söz konusu olan as la “etki” ya da “taklit” değil. Öyle olsaydı bu kadar zeki bir şair durumu gizlemeye özen gösterirdi. Oysa, tam tersine, Kaplan başka şairlerin şiirindeki varlığını özellikle vurguluyor. Başka noktalarda Attilâ İlhan'ı görememiş olan bir okur bile “davudî eyvahlarım doldurur akşamları/ hafız burhan mı yoksa titretirken camları” ya da “yaban bir yaşantıdır memleket dedikleri/ dalgın akşamlarında ne yapsam o ince saz” gibi dizelerle karşılaştığında herhalde bu körlüğünden kurtulacaktır. YETERİNCE TANINMAMAK Kaplan'ın başka şairleri devreye sokmaktan kaçınmamasının nedeni bence şiirinin onların yazdıkları üzerine değil, kendi kişisel deneyimi üzerine kurulu olduğunu bilmesi. Bu deneyim hayatın yanı sıra edebiyatı da kapsadığı için şair yalnız ilkinin değil ikincisinin de labirentinde geziniyor. Başka bir deyişle, başka şairler Kaplan'ın şiirinin kaynağı değil, bir anlamda konusu. Dolayısıyla, bu şiir kendi kimliğini büsbütün kaybetmiş gibi durduğu anlarda bile gerçekte özgün. Deneyim kaynaklı ve özgün olduğu için de, imgeye yönelik olmasına rağmen, benim gibi imgeye kapalı birisine bile seslenebiliyor. Ne var ki, dikkatsiz okurların Kaplan'ın yalnızca başkalarının yazdıklarının kopyalarını ürettiğini sanması da kolaylıkla mümkün. Şairin yeterince tanınmamasının bir nedeninin de bu olabileceğini düşünüyorum. Neyse ki, yukarıda da belirttiğim gibi, bütün bunlar temelde Kaplan'ın ilk üç şiir kitabı için geçerli. Dördüncü kitabı Londra Şiirleri'nde ise başka bir şiir dünyası karşımıza çıkıyor. Siyasetle fazla ilgisi olmayan Kaplan'ın neredeyse komik bir şekilde “siyasi suçlu” konumuna Bu şiirlerin benim için önemli olmasının nedeni, Kaplan'ın ilk üç kitabındaki şiirlerin aksine “anlatımcı” olmaları değil, şairin kişisel deneyimini ilk kez ön plana çıkarmaları. İlginç bir şekilde, Kaplan'ın bu yıllarda o kadar güç bir hayat sürmüş olmasına rağmen, şiirinde hep var olan humor öğesi de burada yer alan “Emekli Şairler Akşamı”nda ilk kez ön plana çıkıyor. Ve gene burada, edebiyatın Kaplan'ın şiirinin kaynağı değil konusu olduğu vurgulanıp kitap Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Behçet Necatigil ve Orhan Veli ile ilgili birer şiirin yer aldığı bir bölümle sona eriyor. ŞAİRİN YAŞADIKLARI... Edebiyatın, yalnızca bir konu olduğu vurgulanarak da olsa, tekrar ortaya çıktığı bu bölüm bir tür geçiş olarak da görülebilir. Kaplan'ın Basın Affı'ndan yararlanarak Türkiye'ye dönmesinden sonra yazdığı, Seçme Şiirler'in son bölümünü oluşturan Mecusî Şiirleri'nde başka şairlerden izler geri geliyor. Ama bir yandan da şairin kendi yaşadıkları ilk üç kitabında olduğundan çok daha belirgin olduğu için, Mecusî Şiirleri'nin bu üç kitapla Londra Şiirleri'nin sentezi olduğu ve Kaplan'ın şiirinin “Sevinç” ve özellikle de “Mülteci” gibi şiirlerde bir tür doruğa ulaştığı söylenebilir. Bir bütün olarak bakıldığında, Seçme Şiirler günümüz Türk edebiyatındaki en ilginç şiir serüvenlerinden birini sergiliyor. Ne yazık ki, Kaplan önsözünde şiirin artık hayatında bir yeri olmadığını ve bu derlemeyi yalnızca veda amacıyla yayımladığını belirtmiş. Bilinmeyi önemsememesiyle ilgili sözleri gibi bu sözlerinin de içten olduğuna eminim. Gene de, “evet intihar haktır denemeyen alçaktır” dizesinin yazarına, bir şairin insan olarak intihar etmesinin dost ve yakınlarının hayatlarında yaratacağı boşluğun bir benzerini de şair olarak intihar etmesinin okurlarının hayatlarında yaratacağını belirtmeden edemeyeceğim. ? düşüp Londra'da sığınmacı olarak beş yıl geçirmek zorunda kalması hayatında türlü güçlüklere yol açmış olabilir, ama şiiri üzerindeki etkisinin olumlu olduğu kuşkusuz. Kaplan bu dönemde yazdıklarında kaçınılmaz olarak edebiyat içindeki gezintilerini bırakıp kendini içinde bulduğu yabancı çevrede yaşadığı yeni hayat üzerinde odaklanıyor. Şiirler/ Sefa Kaplan/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 248 s. Haydarpaşa’yı anımsamak ? M. Mahzun DOĞAN aydarpaşa Garı'nda / 1941 baharında / saat on beş. / Merdivenlerin üstünde güneş / yorgunluk ve telâş / … / Denizde balık kokusuyla / Döşemelerde tahtakurularıyla / gelir / Haydarpaşa Garı'nda bahar” Nâzım Hikmet'in dev yapıtı “Memleketimden İnsan Manzaraları” böyle başlar. Nâzım Hikmet'in genci yaşlısı, yoksulu zengini, ağası köylüsü, askeri memuru, gardiyanı tutuklusuyla Türkiye insanını anlattığı kitaba böyle başlaması boşuna değildir. Çünkü Haydarpaşa Garı, trenlerin taşıdığı insanlarla, SAYFA 22 “H her gün yaşanan yolcu değişimiyle, dahası Gar çalışanlarıyla, esnafıyla, simitçisiyle Türkiye fotoğrafının bir özeti gibidir. Bunun ayrımındadır usta şair. O nedenle, Haydarpaşa'dan görünümlerle başlatır destanını… Aynı nedenledir ki, Haydar Ergülen, “İstanbul'un kapısı hâlâ Haydarpaşa'dır” der. Ve bu kapının ardında birçok şehrin durduğunu söyler. Evet birçok şehir, bütün bir Anadolu vardır o kapının ardında. Şiirlerden romanlara dek birçok edebiyat ürününde de karşımıza çıkar Haydarpaşa Garı. Edebiyatımızda Haydarpaşa üzerine bir araştırma yapılsa ve seçki hazırlansa ciltler tutar. Refik Halit Karay'dan Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Attilâ İlhan'dan Ali Cengizkan'a dek birçok yazarın, şairin yazdıklarında, Haydarpaşa bazen hüzünle, bazen görkemiyle anılır, anlatılır. Edebiyat yapıtlarında aldığı yerin ötesinde, Gar Lokantası'nın duvarlarında ise Muzaffer Buyrukçu'dan Selim İleri'ye, Cemal Süreya'dan Behzat Ay'a dek birçok edebiyatçımızın kahkahaları çınlamaktadır hâlâ… Ya da hüzünleri saklıdır… Günümüz romancılarından Tuna Kiremitçi'nin “Git Kendini Çok Sevdirmeden” adlı kitabının roman kişisi Arda Akad, Mavi Tren'le ilk kez İstanbul'a gelişini anlatırken, şöyle der: “…Çantalarımızı sürükleyerek Hay darpaşa Garı'nın çıkışlarından birine doğru yürüdük. Filmlerdeki göçmenlerin hemen önünde durup şehre şaşkın şaşkın baktıkları, geniş merdivenleri olan çıkış değildi bu.” Kurmaca bir kişi olan Arda Akad'a yazarın, ilk izlenimlerini aktarırken filmleri anımsatması boşuna değil. Türk filmlerinin de vazgeçilmez mekânlarındandır Haydarpaşa Garı. Halit Refiğ'in “Gurbet Kuşları”ndan Tayfun Pirselimoğlu'nun “Hiçbiryerde” filmine dek… Özetle, edebiyatta ve sinemada, hatta resimlerde Haydarpaşa, başlıbaşına birer inceleme konusu… BELLEK NESNESİ Bazı mekânlar vardır ki, tek tek kişilerin, ama sayısız kişinin ve dolayısıyla giderek toplumun ortak belleğinde apayrı bir yer edinir. Artık o bina, toplumsal / siyasal sürecin, tarihin tanığı bir bellek nesnesine dönüşmüştür. Müze deriz ya, işte öyledir. Haydarpaşa Garı ve liman alanı da bunlardan birisi. Çünkü, “hem yolun sonu hem de başlangıç noktası”. Batı ile Doğu'yu buluşKİTAP SAYI 907 ? CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle