23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? si, okurun günah tarihini, günah çıkarma tarihini zenginleştirir, o zaman daha doğru bir kanaate varabilir. Acılar, kıyımlar, bıraktığı izler. Tarihe kalıyor ama örnek görevini yerine getirebiliyor mu? Sanmıyorum. İşte hayatla sanatedebiyat arasındaki kopuk bağlar beni rahatsız ediyor. Artık rahatlıkla günah çıkarabilmek gerek, insanların anlatması gerek. “YAZMAK YA DA YAŞAMAK” Jorge Semprun'un kitabına verdiği başlık, tam da yerindedir kanımca; “Yazmak ya da Yaşamak”... İkisi bir arada gerçekleştiriliyor mu? Edebiyat tarihinde örnekler her tezi savunabilecek gerekçeleri sunuyor bize. İhtilalleri yaşamış biri onu yazıyorsa, yaşamaktan gelen yazmak eylemi diye tanımlanabilir. Ama onu sadece bir roman malzemesi olarak kullandığı için, gene de yaşadıklarını yazıyor diyebilir miyiz? Sovyet ihtilalinin tanıkları onu yazacaklar. Türk inkılabının içinde bulunanlar elbet onu yazacaklar. İşin başka bir yorumu da var. Yazmak için yaşamak gerekmiyor. Çünkü bir yazar dolaşıp da, gördüklerini, yaşadıklarını nakleden adam değil ki? Nakledenler de var, o da edebiyat oluyor. Ama gene de yaşayamayanların yazar olma oranı da yüksek. Hayatlarını roman yapanlara gelince. O başka bir konu. O kaynak bir iki romanda tükeniyor. Sonrası gelmiyor, çünkü o yaratıcılık özyaşamla sınırlı olduğu için devamı gelmiyor. Peki dönem romanlarına bakışta örneğin, 12 Eylül'ün hâlâ tam olarak işlenemediğine vurgu yapılıyor; henüz yüzleşilemediğine vardırılr konu, siz nasıl düşünürsünüz? Taze taze bir siyasal roman yazmak çok güç. Birincisi onun içinde yaşayan, onunla arasındaki nesnelliği kaybediyor. Edebiyat zarar görüyor bu kenetlenmeden. Ama tanıklığın da etkileyiciliği inkâr edilemez. Bu konularda esere göre değerlendirme yapmak gerekiyor. Genel kurallar her zaman yanıltıcıdır. Ben o günleri yaşamayanın, kitaplardan okuyanların da, 12 Eylül'ün romanını yazabileceği inancındayım. Neticede bu bir kurgu meselesi, iyi bir kurgu ile o dönemi yaşamamış birisi de rahatlıkla anlatabilir. Bugün Bizans dönemini anlatan onlarca roman var, bunlara yazamazsın diyebilir miyiz? Hayır. Ama yazılması, incelenmesi gerekli, genç kuşağı bilgilendirmek için. Onu yaşayanlara da kalıcı bir edebî belge verebilmek için. Tabii burada anıların, hatırat kitaplarının önemine de dikkat çekmek gerek, onlar olmadan sadece romanla bu gerçekleri anlatamazsınız. TEZLİ ROMAN TARTIŞMALARI Tezli romanlar eleştirildi kimileyin de. Bu konuda eleştiriyi de Kemal Tahir aldı, ilk elden. Konuyu siz estetik anarşiye getirirsiniz bir denemenizde. Biraz aralar mısınız? Tezli romanlar bir konuyu, bir görüşün, inanışın eşliğinde yazıya getirirler. Tartışma konusu olmalarının nedeni, bunu gerçek olarak kabul etmektir. O zaman bu roman değil, bir inceleme kitabı sayılmış olur. Kemal Tahir bu konuda sizin de dediğiniz gibi en çok eleştirilen kişiydi, bu yazılanlara benim yönettiğim Yeni Edebiyat dergisinde bir yazıyla cevap verdi, "Evet yazdıklarım gerçek, ama roman gerçeği," dedi. Kemal Tahir'den sonra da böyle romanlar yazıldı, tezli kavramının yanı sıra güCUMHURİYET KİTAP SAYI dümlü demek mümkün mü acaba? Romancının görüşü, gerçekle de, bilimsel saptamalarla da uyuşmayabilir, peki bu sorun olur mu? Bence olmamalı, neticede bir kurmacadan bahsediyoruz. Hiç unutmuyorum, geçenlerde bir sohbetin kulak misafiri olduğumda, şu sözleri işittim: “Sezar'ın hakkı Sezar'a, edebiyata üç Kemal'i damgasını vurmuştur! Kimileyin içlerinden bazılarını hiçe saymış olsak da…” Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve Kemal Tahir'den oluşan bu yapıda vurgu Kemal Tahir içindi sanıyorum? Bu vurgulama, üç Kemal benzetmesi kadar yanlış, öznel. Edebiyatı böyle üç kişiye indirgemek, edebiyatı bilen, okuyan hiç kimseye yakışmaz. Böyle sözler kolaycı sözlerdir. Koskoca Türk edebiyatına birçok yazar damgasını vurmuştur. Hepsinin bu edebiyatın yücelmesinde önemli etkileri, rolleri vardır. Ayrıca edebiyata bu damga vurdu, şu damga vurdu gibi sözleri bir eleştirmen reddetmeli. Okurun öznel ölçütler toplamına saygı gösterebilirim. Ama okuyan biri olması şartıyla. Fakat eleştirmenlerin, edebiyat tarihçilerinin hatalarını bağışlayamam. Biraz önce sohbetimizde, yazmak yaşamaktır'a değinmiştik. Siz de bir denemenizde farklı bir yaklaşım getirerek yazmakla yaşamak üzerinde duruyorsunuz. Yazmakla yaşayan ya da yaşayıp yazan bir yazar arasındaki farklara değinelim mi biraz burada? Az önceki yanıtımda büyük ölçüde değindim aslında. Ancak şimdi yazarların incelenmesi bağlamında buna eğilmek gerekir. YazmakYaşamak arasındaki bağ, kimi yazarlar için inceleme, eleştirme eyleminde unutulmaması gereken bir özelliktir. Bazı yazarları yaşamlarından soyutlayıp anlatmak mümkün değildir, o zaman metni yanlış yorumlayıp, okuru şaşırtırız. Bu bizi kolay bir eleştirme çalışmasına götürmesin. Ancak her yazara da ayrı bir yöntemle yaklaşma deneyiminden de uzak durmamalıyız. Benim için ortaya çıkan yapıtın niteliği önemli. Aradaki farklara gelince. Yaşayan, yaşayıp yazan yazarın belgesel niteliği, tanıklığı beni ne derecede etkiler: Her esere göre değişir. Ama yazmakla yaşayana daha özgür biçimde yaklaşabilirim. Çünkü öznel bir unsuru göz önünde tutmak zorunda değilim. Yazarın bu özelliği beni durdurmaz. Şimdi bu ikisini birleştirsem, kaynakları düşünmeden, yazma gerekçelerini düşünmeden şöyle diyebilirim: İkisi de yazarak yaşıyor. Saiklere inmeyelim. İSTANBUL VE TANPINAR “Anadolu'nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.” Tanpınar'ın “Beş Şehir”i üzerine hazırlanan belgeseli eleştirdiğiniz bir denemenizde ben, “O her kenti, tarihi perspektif içinde yorumlamış, onu yeniden yaratmıştır” sözünüzden hareket ederek, Mehmet Ergüven'in bir ifadesini kullanmalıyım: “İstanbul'un tek bir resmi yoktur, ait olduğu bütünü temsilde acze düşen ayrı ayrı resimleri vardır. Ve bu yüzden İstanbul'un en iyi resmini bir ressam değil, bir yazar, Tanpınar yapmıştır” Bu açıdan siz konuya nasıl bakarsınız? Mehmet Ergüven'in yargılarına güvenirim. Ancak burada tür farkını gözden uzak tutmuş gibi geliyor. Resimde Tanpınar'ın anlattıkları olabilir mi? Görsellik bu kadar sınırsızlığı yansıtabilir mi? Hayır. Elbette Tanpınar'ın İstan907 bul'unu çok beğenirim, bir şehri anlatmada örnek gösterebilirim. Hem de her zaman. Ama o bir şehri kültürüyle ele alıp, şairane anlatıyor. Bir şehrin her şeyini bilerek bir İstanbul bütününe varıyor. Ama her güzel, olağanüstü etkileyici yazıların bile zamanla yeni yazılara, yeni yorumlara ihtiyacı var. Ben İstanbul'u değişik ressamların, değişik yerleri anlatan resimleriyle tanımak isterim. Tanpınar'ın yazdığı İstanbul, bugünkü İstanbul değil. O edebiyat tarihinde yerini anlattı. Örnek bir yazı olarak gösterildi. Şimdi birinin bugünkü İstanbul'u o başarıda anlatmasını istiyorum. Nedense bugünün yazarları, şairleri bugünün İsanbul'unu az anlatıyorlar, az yazıyorlar. Her büyük şehrin kalıcı özellikleri de vardır, yok olan güzellikleri de. Ne yazık ki bu oran İstanbul'da çok yüksek. Kaybolan bir şehir, yerine yeni güzellikler gelmedi. Şehrin özellikleri uçup gitti, Anadolu'nun özellikleri sardı. Böyle bir şehir için acı, hazin bir kader. Göçün bitirdiği bir şehir. Buna rağmen güzellikleri var. Ama anlatmak gerekir. Yazılarınızda eleştirmen konusuna da değinirsiniz sık sık! Yazınımızda da, sürekli eleştirmen azlığına vurgu yapılır, gittikçe azaldığına değinilir. Halbuki, bakıyorum, Bilkent Üniversitesi, her yıl bu konuda çok ciddi uğraşlar sarfediyor; paneller düzenliyor! Keza diğer üniversitelerimiz (mi?)... Bir ara Hasan Bülent Kahraman söylemişti; konuya dair umutlu olduğundan, genç nesil eleştirmenler sessizce hazırlanıyorlar, kuşanıp gelecekler, diye vurgulamıştı. Siz nasıl yaklaşırsınız konuya? Ben de Hasan Bülent Kahraman gibi düşünüyorum. Umutluyum. Diğer üniversitelere konuşma yapmaya gittiğimde bu yükselişi görüyorum. Ama geliş sürecinin kısalmasını diliyorum. En azından ben onların, daha evvelki edebiyatçılardan çok, kendi kuşaklarının yapıtları üzerine çalışmalarını diliyorum. Ayrıca, kuramsal çalışmalarının da yararlarını göreceğiz. SANATSİYASET BİRLİKTELİĞİ? Sanatçıların siyasetle ilişkisine değinirsiniz bir de ve dersiniz ki, henüz şartlar olgunlaşmadı. Bu gidişle de imkânsız görünüyor sanki, ne dersiniz? Ben bu konuda karamsarım. Cumhuriyetin ilk yıllarında, sanatçılar, yazarlar milletvekili oldular. Bence bu, yönetimin onlara bir armağanıydı. Zaten devletle çelişen, çekişen, çatışan bir yanları da yoktu. Sonradan sanatçının olması gereken muhalif kimliği ortaya çıkınca, bu ilişki bitti. Daha sonraki siyasal çalışmalarda, TİP döneminde sanatçısiyasi parti ilişkisi konusunda gördüklerim, yakın arkadaşlarımın yaşadıkları, benim karamsar olmamın haklılığını gösterdi. Ben siyasetin sanatla bir arada olacağına inanmayan, politikayı da sevmeyen biriyim. Her zaman ilgi alanım dışında tutmaya çabaladım. Belli oranda da başarılı oldum. Sanatçılar Meclis’e girdi, milletvekili oldu. Onlardan sanata dair bir yasa teklifini görmedim, sanatçı olduklarını ispatlayan, kimliklerini bize hatırlatan bir iş yapmadılar. Sanatçı olmayanlar inanın daha yararlı oldular. Siz de sanat dünyasından adları anımsadığınızda bana katılacaksınız. Ama bir soru da aklıma takılıyor. Peki politikayı hep politikacılara mı bırakacağız? Hayır sanatçılar, edebiyatçılar da aday olmalı, politika kazanında erimeden görev almalı ve gerekeni yapmalılar. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Çalıntı Kitap Deposu/ Doğan Hızlan/ Kırmızı Yayınları/ 357 s. “Kitabın ödünç verilmesi tehlikeli bir iştir. Hele o kitabı çok seven, kendisine çok gerekli olan biriyse, vermeme iştahım kabarıveriyor, germişsem de sürekli taciz edercesine arar işinin bitip bitmediğini sorarım...” diyor Doğan Hızlan. SAYFA 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle