24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Eva Tucker’la “Berlin Bir Mozaik” üzerine... ‘Her zaman yarın ne olacağını bilmek isterim’ İngiliz yazar Eva Tucker, yabancısı olmadığımız bir kavram üzerine, yüzyıl başında Berlin’de başlayan ve oradan tüm Avrupa’ya yayılan bir aile romanıyla karşımıza çıkıyor. Bu kavram kimi zaman kendi toplumumuzu da tanımlamak için kullanılan “mozaik olma” durumu. Gerçekten de roman Almanya’da neler olup bittiğini farklı bir bakış açısıyla değerlendirirken, günümüz Avrupa’sında yaşananlara da bir ölçüde ışık tutuyor. Berlin Bir Mozaik, hikâyelerin asla tükenmediği yirminci yüzyılda, bir ailenin parçalanma öyküsünü anlatıyor. Tarih kavramı savaşları, devletleri, fetihleri kapsamıyor yalnızca. Toplumların, kültürlerin, dillerin ve aşkların sınırların çok ötesinde birbirleriyle kaynaşma öykülerini de barındırıyor ve bu özel tarih kimi zaman bilinenden daha fazla duyguyu ortaya çıkarıyor. Kimlikleri, ait oldukları toplumsal sınıfları, dinleri yüzünden baskı gören ve bu yüzden onlara uygulanan kıyımların altında yalnızca “insan” olabilmek için mücadele ediyor insanlar. Yahudi olmanın, din değiştirmenin, politik görüşlerin sorgulandığı o en zor zamanların hikâyesi biraz da bu. İkinci Dünya Savaşı’nın nelere yol açtığını hâlâ tam olarak anlayabilmiş değiliz. Fransa’dan, Hollanda’dan, İngiltere’den ve doğal olarak Almanya’dan hâlâ savaş üzerine yazılmış öyküler, romanlar okuyoruz. Kuşakların hâlâ bu konuyla, babalarıyla, kendi geçmişleriyle hesaplaşmalarına tanık oluyoruz. Acıların en büyüğünü yaşamış bir topluluğun yersiz yurtsuzluğuna tanıklık ediyoruz. Eva Tucker romanında sonu İngiltere’ye uzanan bir öykü anlatıyor. İçinde sevginin, dayanışmanın, terk edişlerin, bağnazlığın olduğu bir öykü. Tıpkı insanların eğilimleri gibi, dünyanın da küçük bir panoraması aslında. Eva Tucker’la Berlin bir Mozaik üzerine konuştuk. kadar da yanıldılar! Bazıları Yahudi olduklarının bile farkında değiller. Günümüzde Avrupa’da kitle hareketinin birleştirici rolü olacağına tam tersi ayrıştırıcı bir etkisi var. İnsanlar farklı olmaktan kaçınıyorlar, kazanacakları şeyler yerine kendilerinden değerli bir parçalarının alınacaklarından korkuyorlar. Benim de son 25 yıldır içinde olduğum dinler arası çalışmalar bu ayrıştırma ve bölünme durumuna karşı çıkmaya çalışıyor. Son yirmi altı yıldır Dinsel Kardeşlik Topluluğu’na (Quakers’ın) bir üyesiyim. GÜÇLÜ KADINLAR... İnsanların köklerini araması, sömürgelerde neler olup bittiği, geçmişin gizli kalmış yönleri hâlâ yazarların en önemli ilgi alanı olarak göze çarpıyor. Nazi Almanya’sı pek çok insan için hâlâ hesabı verilmemiş bir yıkım. Yeni kuşak yazarların özellikle Zadie Smith, Andrea Levy, Uzodinma Iweala, Annejet van der Zijl gibi yazarların, bu savaşa dayanan öyküler anlatma eğilimlerini nasıl karşılıyorsunuz? Annejet Van Der Zijl ve Uzondima Iweala’yı tanımıyorum, ama Zadie Smith ve Andrea Levy’nin duygulandırmanın çekici hafifliğini taşıyan romanlarını seviyorum. Kahramanlarınızın hepsi güçlü kişilikler. Özellikle kadınlar. Hepsi küçük bir çevrede olmalarına karşın özgürlüklerinin peşindeler. Yaşamları boyunca trajedileri de peşlerinden geliyor sanki, ama onlar her defasında yeniden özgürlüğün yollarını aramaktan vazgeçmiyorlar. Bütün yaşanan kötü olaylara karşın, içlerinden sevgiyi hiç eksik etmiyorlar. Bunca gücü nereden buluyorlar? Romanımdaki kadınların enerjilerini nereden bulduğunu yanıtlamam oldukça zor. Sanırım benim tam bir iyimser olmamın etkisi var, 78 yaşında olmama karşın büyük bir yaşam enerjim var, her zaman yarın ne olacağını bilmek isterim. Romanınız savaşın başladığı yıllara kadar oldukça yoğun bir anlatımla sürüyor. Aile bireylerinin yazgıları, acıları, dönüşümleri, sindirilmişlikleri henüz savaş başlamadan ortaya çıkıyor ve çoğu sonlanıyor. Aşklarından, sevdiklerinden, ailelerinden zorla alıkoyulmaları ve toplumsal baskılar daha yıkıcı oluyor. Merak ettiğim için soruyorum. Savaş başlamadan İngiltere’ye göç eden Ruth ve küçük kızı Laura’nın sizinle bir bağlantısı var mıdır? Bu romanın özyaşamsal öğelere dayandığını söyleyebilir miyiz? Daha önce kısa biyografimi anlatırken de bahsettim, Berlin bir Mozaik’teki bütün karakterler gerçekten yaşamış kişiler değiller ama kimileri esinlenilmiş karakterler, bazıları ise tamamen kurgu karakterler. ? Berlin Bir Mozaik/ Eva Tucker/ Çeviren: Belkıs Çorakçı/ Can Yayınları/ 196 s. KİTAP SAYI 929 ? Fatih BALKIŞ B erlin Bir Mozaik adlı romanınızla ilk kez Türk okurlarla buluşuyorsunuz. Bize biraz kendinizden söz edebilir misiniz? 1929’da Berlin’de doğdum. 1939’da Quaker Cemiyeti’nin yardımlarıyla Yahudi annemle beraber İngiltere’ye göç ettik. Babam Yahudi değildi, ancak kendi gibi Nazizm karşıtı görüşe sahip olanların rejime karşı çıkması gerektiğine inandığı için Berlin’de kaldı. 1943’te bir bombardıman sırasında öldü. Annem 1983’te öldüğünde 80 yaşındaydı. Kitaptaki Ruth ve Laura karakterinin annemle benim hikâyeme dayanarak yazdım. Şu anda da Berlin Bir Mozaik’in bir çeşit devamı sayılabilecek İngiliz olma temasını işlediğim bir kitap üzerinde çalışıyorum. Berlin Bir Mozaik’ten daha kısa bir süreci, 19391950 arasında geçen, Laura’nın gözünden büyümesi ve bir İngilizle evlenmesini anlatacağım. İnglizce ve Almanca üzerine eğitim aldım, büyükbabamın “anadilini unutma” sözü kulağımda yankılanırken Almanca okumayı tercih ettim. 1950’de filozof John Tucker’la evlendim, eşim 1987’de öldü. Judith, Catherine ve Sarah isimlerine üç kızımız oldu. Ressam olan büyük kızım Judith Tucker çalışmalarında geçmişimizi yansıtmasıyla tanındı. Önceki iki romanım Contact ve Drowning Calder ve Boyars tarafından 60’larda basıldı. Kısa hikâyelerim çeşitli dergilerde yayınlandı, radyoda seslendirildi. Prodüktörüm Piers Plowright ailemle ilgili bir program da yaptı. Yazarlar Derneği üyesiyim, PEN’in Hapisteki Yazarlar Komitesi’nde Moris Farhi ile birlikte uzun yıllar çalıştım. Berlin Bir Mozaik okundukça derinleşen ve yüzyıla yayılan bir roman. Bir ailenin köklerini ve günümüze dek süren birleşmelerini ve parçalanmalarını anlatıyor. Roman belli dönemleri fragmanlar halinde anlattığı için, çoğu zaman boşlukları doldurmak okurun düş gücüne bırakılmış. Bu anlamda kılı kırk yaran aile romanlarına hiç benzemiyor. Bu yoruma katılır mısınız? Evet, yorumunuza katılıyorum, okurlardan hayal güçlerini kullanmalarını umuyorum. Romandaki fragmanlar şeklindeki anlatımı, politik baskılar nedeniyle, kimlik problemleri yaşayan karakterlerin yaşamlarındaki bölünmüşlüğü yansıtabilmek için tercih ettim. AVRUPA’NIN YAZGISI Romanı okurken, din ve dil; ırk ve ideoloji gibi kavramları yeniden sorgulamamız gerektiğini düşündüm. Özellikle de Avrupa’yı. Yüzyılın başından itibaren insanların kimliklerini bulmak için din değiştirmeyi, sınıf atlamayı, taraf olmayı ya da sınırları geç meyi daha fazla istediklerini gözlemliyoruz. Oysa duvarlar ve savaşlar bu sınırları daha da kalınlaştırmak için yapılıyor. Sanki Avrupa’nın yazgısında bir mozaik olduğunu hiçbir zaman anlamayacak olması var... Avrupa’da en fazla Alman Yahudileri asimile edildiler, Alman kültürü dayatıldı. Bir kısmı Hıristiyanlığı seçerken, bir kısmı inançlarından vazgeçti, bir kısmı iş hayatlarında yardımı olur diye bu yolu benimsediler. Ne SAYFA 10 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle