Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? “Eğlenmesini bileceksin kirve... Her ortamda... Ruhun coşkun ise, yer yer fark etmez! Hayatın kıymetini de bilecen, yolun sonu gelmeden ama. Her vakit ölümü düşünecen, aşkı hiç boşlamıyacan, şarkıları da... Ölü coşturan Üseyn’im benim be, helal... Hayal çatıcım... Şarkı döktürenim. Şu ölüm dediklerini bile çiçek gibi ediyorsun, helal sana bu yollar...” “Yakamoz” adlı öyküde yazıldığı yerin, yani Ayvalık’ın tuz, zeytin, deniz, imbat, aşk, yakamoz, yıldız, balık kokularını duyarız. Yer yer güçlü doğa betimlemeleri vardır. Daha doğrusu betimleme değil, doğanın kendi sesinin öyküye karışmış halidir. Bu öyküde “Hayat” adlı bir kadının aşkı uğruna Rumluktan dönen Hızır’a sevdalanışı verilir. Hızır da aşkı uğruna sünnet olup Müslümanlığı seçmiştir. Hayat, burada kalmaz, Hızır’ın çocukluk arkadaşı ve Ermeni asıllı İskender’e de sevdalanır. İki erkek ve çevre bunu bilir... Dinler, uluslar, gelenekler üstü bir sevgi, sevda işlenir. Anlatı geleneği üzerine kurulmuş bir öyküdür bu da... “Aslında hazin bir hikâyedir bu” tümcesiyle başlayan öykü, çağdaş bir öykünün girişi değil, köy kahvelerinde anlatılan geleneksel öykünün girişi olabilir. Öykü yer yer sarksa da “tahkiyeci” bir dilin güzel örnekleriyle doludur: “Ben söylediydim, ama anasına, bu kızın göbek bağını sırmalı iple bağlama, dediydim. Yüzüne mavi sedef yıldızlar, pullar işlenmiş mavi tülbent örtme... Daha doğduğu dakika kızı yıldız tutmasına uğrattı, ondan sonra da kız iflah etmedi. Zaten adı Abıhayat, oldu mu sana yıldız vurgunu bir hayat. İnsanların sıradan hayatlar sürmesi gerek. Karışma dünyanın hot zotuna.” “Sadece Sevdim” adlı öyküde bizi Hatay’a, Fransızların orayı işgaline kadar götürür. Bu öyküde de sahici bir anlatım buluruz. Öykü sahiciliğini, içtenliğini en çok da bir Türk kadınının “Müsü Tabip” dediği Fransız doktora âşık olmasından alır. Bugüne kadar yabancı kadınları Türk erkeğine âşık eden, sonuç itibarıyla o kadını Türkleştiren, Müslümanlaştıran kalıpçıl ve gelenekçi anlayışa karşı tersi bilerek yapılmış gibidir. Burada gözü kapalı şovenizme karşı yazarca sessiz bir başkaldırış yaşanır. Hem de bir kadının gözüyle. Kilimci’nin yürekli duruşlarından birisidir bu... “Beşibiryerde” adlı öykü iki kişinin diyaloglarıyla başlar, diyaloglarla biter. Betimlemeler yoktur. Yalın, düz, kurulmuş olmasına karşın son derece renkli, çarpıcıdır. “Altun” adlı kadın, “Münkir Bey” adlı erkeğin sorularına sürekli yanıt verir... Altun kadın tam beş kez evlenmiştir. İki kocasını savaşta yitirmiştir. Üçü gepgenç ölmüştür. Altun, Anadolu toprakları gibi doğurgandır. Başı dara geldiği zaman her kocasından kalan beşibirlikleri bozdurarak ayakta kalmaya çalışır. Bu renkli öykünün renkli anlatım sahneleri vardır: “Besmele çekmesini bilirim, kelimei şahadet getirmesini, İslâm’ın şartlarını, sonra kulhüvallahiyi, elhamı, rabbiyesiri, ayetel Kürsi’yi az bir CUMHURİYET KİTAP SAYI şey işte, evin kapısını koruyacak kadar birkaç satırını, Yasini Şerif’i de ızıcık, pek az. O kadar okurdum, aklıma gelmez idi. Kendi dilimden ilahiler bilirim, darbmesel bilirim, türkü çağırırım... Çok kalpten okur idim, gönülden. Nasıl içim titrerdi anlatamam. Hele kine Allah der iken, bin Allah dökülür idi dilimden...” Kitabın en güzel öykülerinden birisi “Kiracı”dır. Dil, biçim, kurgu, tarihsel göndermeler itibarıyla diğer öykülerinden daha varsıldır... Bu öyküde de gecekondu çevresi, Anadolu’dan gelmiş insanlar anlatılır. Onlarda sınıf atlama tutkusu hiç bitmez. Mahallenin değişimi, yeni kiracılar, çevresel dokuya yakışmayan, ama gizli gizli sevilen, hayranlık duyulan genç fahişeler, dünyanın en eski mesleği olan fahişelik, bu mesleğin ta Efes’teki fahişeliğe kadar uzatılması, tarihsel anlamda ilişkilendirilmesi, Arzuhalci Muharrem Efendi’nin fahişe kızlara yaptığı gösterme babalık, aşk ve ölüm izleğinin iç içe yedirilişi, bu dünya ile öbür dünya arasında kurulan koşutluk ve daha niçe ayrıntılarla dengeli bir öykü atmosferi çizilir... SONUÇ Ayşe Kilimci, halk dilini, söylencesini iyi kullanan, masal ve mitolojilere yaslanan, bunları bulmadığı zaman kendisi yaratan bir yazardır. Öyle ki yeri geldiği zaman kendisi sözcükler yaratmaktan çekinmez. Örnek mi: “sübye, kömeçli, aklının dibi yok, nehletlik, mezzeki, kıllik gülleri, cemilekârlık, daraç, parpallamak, tunne kasafancı, üstlenici, karavel, kaleydoskop, çilti, sırsıtır, asfalya vb... Dikkat edilirse bunların içinde Türkçe kökten ve eklerden yapılan yok gibidir. Bu sözcüklerin tümünü kendisi yaratmasa da birçoğunu bir yerlerden alıyor. Sözcüklere, tümcelere bilerek taklalar attırıyor. Söylenişini, dizgi biçimini bozuyor. Yüklemlerden vazgeçiyor. Sonuç itibarıyla kurallı, arı, duru bir dil yerine, yerel özellikler taşıyan, feodal kültüre ait sözcük ve terimleri kırıyor, kendine göre yeni bir biçem yaratıyor. Bu dil son derece renkli, coşkulu, şiirli, ışıltılı bir cümbüşe ulaşsa da ulusal ve evrensel dile olan açılımı daraltıyor, tıkıyor. Bu renklilikteki bir öykünün yabancı dillere çevrildiğini düşünün. Ayşe Kilimci’nin o folklorik söyleminden ne kalır geriye? Ya tüm renklerini gümrük kapısında bırakıp, kupkuru bir söylemle sınır ötesine geçerse? Bu öykülerin yabancı dillere çevrileceği, günümüzün genç kuşağına ulaşacağı düşünüldüğünde, elli yıl gerisinin diliyle, kültürüyle, yaşam biçimiyle öyküye başlamanın gelecek açısından bir avantaj olmadığını düşünüyorum. Kilimci son derece coşkulu bir yazar. Öykünün içine daldı mı kendini tutamıyor, kaptırıp gidiyor. Bu da öykünün dilinde yer yer yinelemelere, dokusunda sarkmalara neden oluyor. Kilimci’nin öykülerinin bu anlamda da yeni arınmalara gereksiniminin olduğunu düşünüyorum. “Ben kasafancıyım, yalana bal katmaktır işim” diyen bu özgün ve seçkin öykücüden çok şey beklediğimizi vurgulamak isteriz. Öykülerine agu da katsa biz onu yine de severek okuyacağız... ? g.mehmet@hotmail.com Şu Ölüm Dedikleri/ Ayşe Kilimci/ Altın Kitaplar/ 288 s. 884 SAYFA 9