Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? sunuz Yedi İklim Dört Mevsim’de. Yöntem derken bu ittifakı da açar mısınız? Söyleyeceklerimin kalabalıklığı, yoğunluğu açısından şiir dilini zedelemek kaygısını hissediyordum. Yer yer öyküden yararlanmam bundandır. Öyküler, masallar hayatımda çocukluğumdan itibaren çok önemli bir yer tutar. Doğduğum yer, Arguvan türkü toprağıdır. Babaannem köyün masalcısıydı. Büyük bir dil zenginliğinden geliyorum. Şimdi, destanda tabii, blok halinde şiirsel bir anlatıya girişiyorsunuz. Bunu ne kadar canlı tutsanız da bir yerde o blok görüntü, o uzun söylem okuyucuyu göz olarak bile yoruyor. Buralarda küçük masal ve öykülere başvurdum. Bu noktada destanımın senfonik bir özellik gösterdiğini, ayrıca teatral bir yapıda ilerlediğini düşünüyorum. Öyle ki yazarken hep bir belgesel yapılabilir veya sahnelenebilir duygusunu yaşadım. Okuru dinlendirmek, nefes aldırmak adına araya anlatılar, diyaloglar koydum. Örneğin Gelin Tepesi öyküsünü, Koçkıran öyküsünü, Merdiven Mıstık’ı, Körşeytan’ı… “BİZ” VE “ÖTEKİ”... Kurgu evet.. Tarihsel fon söz konusu mekânda ve zamanda korunsa da düşsel olanla perçinleniyor. Korunsa da dedim çünkü somut gerçeklere göndermelerde bulunan bir düşsellik buradaki. İçi dolu, mesaj veriyor. Destanda arka fonu gerçeklik oluşturuyor. Bölgelerin tarihsel, coğrafik özelliği, yaşam biçimleri, dilleri… İmgelemden, düşselden yararlanarak masalsı bir söylem ile bölgeler arasında yürürken, yaşamı zamanlarda ve mekânlarda görünür kılma çabası… Elbette bu yaşamların iletileri de var. Örneğin bugün hâlâ insanların birbirini boğazlama gerekçeleri olarak görünen AleviSünni, TürkKürt, MüslümanHırıstiyan çekişmelerinin çıkış noktaları, aşkın çoğu zaman yasaklı durumu, paranın her dönemde birçok değeri yerle bir edişi… Kardeşin kardeşi öldürmesi, çocuklarını satan anababalar, “Biz” ve “öteki”… Destanın bir özelliği de özgün şivelerin dile gelmesi. Kimliği en somut haliyle imliyor dil. Yaşamı yerine oturtan bana göre dildir. Her dönemin ayrı bir dili var. Zamanların ve toprağın her zaman ayrı bir dili oldu, dün de bugün de. Oradaki kahramanları tutup da İstanbul Türkçesiyle konuşturamazdım. Yerine oturmazdı yaşam. İnancı konuştuğum yerde, inançtan söz ettiğim yerde onun sözcüklerini kullanmak zorundaydım. Göçer bir toplumu anlattığım yerde o toplumun dilinden az çok özellikler katmak zorundaydım. Örneğin Karadeniz bölgesiyse Karadeniz’e, kemençeye uygun bir söylem yaratmışımdır. Doğugüneydoğu çarşılarını anlatırken nasıl baharatlardan söz etmek gerekirse, kaderciliği, mistisizmi, suskunluğu duyumsatmak adına da o dili kullanmak gereğini duydum. Peki coğrafyanın geneline hangi duygular damgasını vurmuş en çok? İnsanlık zamanda ilerlerken, çağları aşarken en çok hangi ortak duyguyu paylaşmış, hangi ortak dili konuşmuş? Ortak duygu ayakta kalmak, bunu çok net söyleyebiliriz. Destanda hangi bölge, dil, din, ırk, inanç bazında olursa olsun genel insanlığın hallerini vermeye çalıştım. Yani sonuçta Etiler’deki insan, Asurlulardaki de insan, Osmanlı’daki de insan, genç Türkiye Cumhuriyeti’ndeki de insan. Hepsinin ortak CUMHURİYET KİTAP SAYI özelliği, yok olmamak ve ölmemek adına direnç. Bu topraklardaki en önemli kaygılardan biri bu, asıl duygu bu. Bunun için, bir arada kalabilmek, ayakta kalabilmek için ne yapmışlar? Kız alıp kız vermişler, kirvelikler olmuş, hısım akraba olmuşlar, ad vererek dostluk kurmuşlar. Bugünkü geleneklerin arkasında hep bu var. Öz bu. Yaşamda kalma mücadelesi.Yaşamda kalırken de aşk yaşamışlar, ölmüşler, öldürmüşler, kinlenmişler, korkmuşlar. Yeraltına, yerüstüne kentler kurmuşlar. Boylar halinde gelip yerleşiyorlar. İlk diyalogları doğayla. Bir defa doğanın da insana karşı koruyuculuğundan söz ediyorum orada. Sözünü ettiğimiz kurguya, düşselliğe göz kırparak. Ağrı Dağı emir veriyor küçük dağlara, ‘göçen insanlığın yolunu engellemeyin, karla buzla boğmayın, bırakın geçsinler’ diyor. Sonra doğa insandan korkmaya, çekinmeye başlıyor. Doğanın korkusunu sezen, özünde doğayı da, insan soyunu da yaratıcı durumunda olan, yaşamı sürdürecek durumda olan kadın; doğaya güvence veriyor. Diyor ki ‘biz yaşadıkça bizim emrimizle ölüm olmayacak. Suyunun akışını değiştirmeyeceğiz, böceğe kuşa dokunmayacağız’. Ama tabii öyle olmuyor. Kadının öldürülmesiyle, daha doğrusu yetkisiz kalmasıyla birlikte doğa da zarar görmeye başlıyor... Dinsel geçişlere de yer verdim Yedi İklim Dört Mevsim’de. Destanda en önemli bölüm bence Türklerin İslam’ı kabul ettiği dönemdir. Önceleri totemleri ve tanrı kavramını değiştirmek ve yabancı, anlamadıkları bir dilde Arapça dua dinlemek istemiyorlar. İlkin toplu ve birlikte yaşam önemliyken, toprağa yerleşim ile birlikte sınıflara ayrılmalar başlıyor. Paranın etkinliği düşmanlıkları körüklüyor. Aşiret birlikteliği, yerini ağa, bey, sultan, padişah hükümranlığına bırakıyor. Yani toplumların tarihsel ekonomik değişimi verilirken, ilk grevlerden, iş bırakımından söz ediliyor… Her dönemde etkin izlek: Yaşam ve özgürlük… “KADIN, ...ETKİN BİR TEMA...” Nesnelerin canlandırılmasında, dağların, ovaların canlandırılmasında cinsiyet olayını kullandığınız dikkat çekiyor. Bir de “Kız gada, kız cefa, kız kul, kız köle… Kız doğurmaya gelinler..” diyorsunuz. Kadının durumu, hali, ahvali.. Sadece kadın değil, Fırat nehri kadınken mesela Dicle erkek oldu. İşte Erciyes Dağı erkek, hatta çok kaba saba, sert bir erkekken, Kayseri Ovası kadın oldu. Neden biri kadınken öteki erkek derseniz, kesin bir sebebi yok sadece öyle imledim diyebilirim. Ama ge nel olarak anlatıcı kadın. Dicle, suskun bir kadın, içine gömülü bir kadın. Fırat anlatırken haykıran bir ırmak var. Bağıran biraz da yakıp yıkan bir erkek tipi var Fırat’ta. Destanın sonuna kadar, genel olarak kadını ilgilendiren konular, geleneklerden bahsettiğim yerler. Sonu ölümle biten töreler, cinayetler… Hamamda görücü gitmeleri, kına geceleri, doğan çocuğun kız olmasında etrafı bir suskunluğun sarması… Kadın ve kızın yağma ve talan aracı olarak kullanılması, bedel karşılığı sunulması… Kadın bu çıkmazı bildiği için kız doğurmak istemiyor, doğurmuşsa da üzüntü duyuyor. Kim kaçıracak, kim tecavüz edecek korkusu. Yağma ve talanlarda ilk kaçırılan şey genç kızlar. Ya köle olacak, satılacak, ya da ırzına geçilip öldürülecek. Kadın, kitap boyunca etkin bir tema… Amazonlar da var destanda… Evet, Karadeniz çok ilginç bir bölge benim için. Kadının bugünkü sindirilmiş, korkak konumuna bakarak, amazonlar hep masal kahramanları gibi duyumsanıyor. Oysa kadının doğadaki mücadelesinin yanı sıra, kurnazlığı ve ince zekasıyla başardıkları için, tarihe dönüp bir kez daha bakmak lazım… Bundan sonraki çalışmanız için ipucu aldık diyebiliriz sanırım? Evet kesinlikle aldınız. Karadeniz. Daha önce yazdığım ama yayınlanmamış olan bir gezianı kitabım var. Onu biraz çeşitleyerek, daha çok Doğu Karadeniz kültürünü tanıtacak, el kitabı şeklinde yazmayı düşünüyorum. On yıl önce hazırlamıştım. Yazı kaybolmuyor. Bugün karşıma gelmiş ‘beni hayata geçir’ diyor. Bir de, dünya böyle şaşkın şaşkın dönmeyi sürdürürken, belki açlık, kıran, kuraklık destanına başlarım, kimbilir!... Göçebe kültürü denilince akla günümüzde tarihe olan tüm ilgisizliğe hatta cahilliğe karşın en bilenen temsilcileri Çingeneler kuşkusuz. Destan onlarsız kesinkes eksik kalırdı. Anadolu’daki göçerler, bunlara doğuda çoğunlukla ‘elekçi’ denir. Elek ve kalbur yaparak yaşamlarını sürdürürler. Kalbur karşılığında çoğu kez yiyecek alırlar. Son derece özgür topluluklar. Nerede su, gölge, serinlik varsa oraya yerleşirler. Kendilerine göre bir yaşam biçimleri, özgürlük anlayışları, direnişleri ya da aşkları var. Bir defa doğayı çok güzel değerlendiriyorlar. Doğanın bütün güzelliklerinden yararlanarak yaşarken, yerleşik hayatın tekdüzeliğinden kurtuluyorlar. Elbette yaşamları filmlerdeki, romanlardaki gibi yalnızca dansa ve aşka ayarlı değil. Tüm dünyada ‘yok sayılmak’ gibi bir sorunları var. Onlara Trakya bölgesini anlattığım bölümde yer verdim. Bu topraklarda yaşayan herkes kadar… Destanı en son Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar getiriyorsunuz, Atatürk’le bitiyor. Neden orada bitirdiniz? Ondan sonraki süre içerisinde çeşitli şairler, çok da sevdiğim şairler, Gülten Akın, Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ataol Behramoğlu, Melih Cevdet Anday ve şu anda anımsayamadığım daha birçok şair, çağdaş şiirimizde destan yazdılar. Çoğunun teması yakın geçmişimizdi… Ben daha ötelere giderek, hangi dil, din, ırk ve kültürden olursa olsun, bu topraklardaki genel insanı konu aldım. Çağdaş edebiyatımızda Kurtuluş Savaşı ve sonrası yazıldığı için ben oraya kadar getirip bırakmayı düşündüm. Buraya kadar getirirken, örneğin Erzurum’dan geçerken Nene Hatun’u, Ege’de efelerin Kurtuluş Savaşı’na katılışını, Antep’te Karayılan’ı, Çanakkale’yi anmadan geçemedim. Kurtuluş savaşımızda ad olmuş birçok şeyi, birer imge durumunda olsa da, anmak gereğini duydum. Zaten destanın tümü içerisinde insanlık en korkunç durumlarında hep bir kurtarıcı arıyor. Örneğin Hızır hikâyesi var, Pir Sultan Abdal’ın bir halk ozanıyken kurtarıcı olarak görülmesi var. Hacı Bektaşı Veli, Mevlana var. Yoksul ve korkulu anlarında yarattıkları, mazlumdan yana olan, zalime karşı kılıç kuşanan Hz. Ali’leri var. Yani yaşamın genelinde olduğu gibi, destanda da halk, en çıkmaz durumunda bir kahraman yaratır ve onun peşinden gider. Yakın tarihimizde bunun gerçeğini Atatürk olarak gördük. Zamana adlar, sınırlar koymadan insanı anlattım. “ ‘SÖYLEMEK İSTEDİĞİM’ BİR ŞEY HEP VARDI...” Son yıllarda edebiyatın, özellikle de şiirin yaşamdan koptuğu, şiirin işlevini neredeyse yitirdiği görüşleri var. Şiir kitapları bile okunup, satmadığı için yayımlanamıyor. Son olarak bu konulardaki kaygı ve düşünceleriniz neler?.. Belki de söylediğin şeyler benim kırılma noktalarım oldu. Şiirin zamandan, yaşamdan, insandan kopmuş görüntüsü “Deli Bal”a kadar şiirimi sorgulamama neden oldu. Burası bende bir dönüm noktasıdır. Bu sığ, yapay ve aynılaşma görüntüsü içinde bir yandan şiir ustalarını, aynı zamanda da dünya şiirini tanımaya çalışırken; şiirimin yönünü araştırmak gereğini duydum. Şiire başladığım ilk günden beri ‘söylemek istediğim’ bir şey hep vardı. Doğayı ve çevremde olanları fon olarak kullanırken, insana ulaşma ve onda var olma isteği yazmamdaki en belirgin etkendi. Bu nedenle diyeceği, müziği, görüntüsü olmayan bir şiirden yana olmadım. Popüler kültür anlayışıyla yola çıkmadığım gibi, okunur mu, yayınlanır mı sorusunu da sormadım. Destanlar, eğer toplumları ve onların sorunlarını, yaşamlarını, kavga ve umutlarını dile getiren ürünlerse, ki tanımları çoğu kez böyledir, dünyanın bugün çok fazla destanlara gereksinimi var. Küreselleşme her şeyi önüne katmış, yuvarlayıp yok ederken; içinde yaşadığımız ülkenin bizlere sunduğu güzellikleri selin önünden kaçırıp, kurtarmak istedim. Silinip gitmekten, kaybolmaktan korktuğum için, geçtiğimiz yerlere işaret koymaktı “Yedi İklim Dört Mevsim”. ? Yedi İklim Dört Mevsim/ Arife Kalender/ Phoenix Yayınları/ 248 s. SAYFA 17 “...yaşamın genelinde olduğu gibi, destanda da halk, en çıkmaz durumunda bir kahraman yaratır ve onun peşinden gider. Yakın tarihimizde bunun gerçeğini Atatürk olarak gördük. Zamana adlar, sınırlar koymadan insanı anlattım...” 884