24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? ray”, “eyaletler”, “hukuk”, “ordu” ve “donanma”. Kitapta yer alan “iktidarın yapısı” altbaşlığına bakarak çoğunluğun tarihinin yazılmadığını ileri sürüp eleştirmek yersiz olabilir; ama yazarın “sayılardan anlayan bir kişiye” bıraktığını söylediği maliye ya da vergi gibi konulardan imparatorluğun iktidar yapısını uzak tutması her ne kadar kendisi sayılardan anlamadığını ilan ediyorsa da çok önemli bir eksiklik sayılmalıdır. Böyle bir eksiklik okuyucunun eksik bilgilenmesine yol açabilirse de (yazar, keşke onları da kitabına yerleştirseydi desek de) Imber’in Osmanlı İmparatorluğu’nu vermeye çalıştığı tabloda anlatılanların önemini ve değerini yoksaydırmıyor. İmparatorluk kudretinin temsili sayılan merkezi işlerken, hanedanın oluşumunu, sürekliliğini, sarayın yapısını ve yönetim merkezinin işlevini açıklamaya çalışıyor: “Hanedan”ı işlerken, genel tasvir veren pek çok tarihçinin tersine, sultan evliliklerini, hanedandaki “Osmanlı soyunun hemen hemen istisnasız cariyelerden çocuklarla devam” ettiğini, yabancı ve Müslüman/Türk hanedan üyeleriyle yapılan ve siyasi nitelikte olan evlilikler dışında “hanedanın zürriyet yoluyla devamını ve bekasını sağlamak görevinin” cariyelerce yerine getirildiğini ayrıntılarla yansıtıyor (s. 125 vd.). Sultanlığın hanedandan bir erkek üyeye açık olma kuralı yanında kardeş ve şehzade katliamları ve önceliklilik (ekberiyet) aşamaları yaşanmış olsa da yazarın saray hiziplerinin ne denli rol oynadıklarına ilişkin vurgulamaları dikkat çekicidir. Siyasi iktidarın parçası olan Divanı Hümayun’da görevli örneğin bir vezir ya da kazasker olmanın inanılmaz zenginliğini, buna karşılık bu yetkililerin masraflarının da pek fazla olması, örneğin sayısız denecek kadar çok olan kölelerini beslemesi gerektiğini vurgulaması, genellikle işlenmemiş konular olarak ilgi çekmektedir. Padişahın ve merkezin taşra düzenindeki yapılanması da yine keskin genellemelere değil, kaynaklarda yansıyan bilgilerin ışığında değişimlere bağlı olarak anlatılmaktadır. Bir eyaletin en yüksek dereceli yetkilisi sayılan vali (beylerbeyi) ile onun altındaki yetkililerin yüklendikleri sorumlulukların tarihçesi ilgiyle izlenebiliyor. Irsi olarak tayin edilenler bir tarafa bırakılırsa, yerel nüfuz sahiplerinin etkilerinin kırılması, sultanın atamasıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığı belirtilmektedir. İmparatorluğun İç ve Güneydoğu Anadolu’daki yapılanmasının Selçuklular ve beylikler dönemlerinden devreden miras ile açıklaması yanında, daha ziyade merkezi (çekirdek) eyaletlerde uygulanmış olan timar rejiminin, Bizans etkisi ile daha bir cesaretle ilintilendirilmesi, taşra düzeni açıklamaları bakımından dikkat çekici sayılmalıdır. Ancak başka bir dikkat çekici husus da timar sistemi dışında, kısaca değinmek gerekirse, tahsis edilen toprakların vergisini toplamak hakkını elde eden, buna karşılık savaşta sultana askeri yardımda bulunan ve bölgesinin asayiş ve benzeri sorunlarıyla uğraşan sipahi’ye dayalı sistem dışında kalan, salyaneli eyaletler olarak bilinen ve imparatorluğun başta birçok Arap ülkesinde uygulanmış olan iltizam sisteminin işlenmemiş ya da yarım sayfaya (s. 276) sığdırılmış olmasıdır. Kitabın Osmanlı hukukunu (şeriatı ve örfi, manevi ve dünyevi hukuku) irCUMHURİYET KİTAP SAYI deleyen kısmı, bir alan otoritesinin genel kültür ihtiyacı duyan bir okuyucuya sunduğu yetkin ve okunulabilir metinler olarak daha da dikkat çekici görünmektedir. Zevkle ve bilgilenerek okuduğumu söylemeliyim. Osmanlılarda idamı gerektirmeyen suçlar için kırbaç ve para cezalarına dayanan, bölgesel özellikler taşıyan kanunların din kaynaklı hukuk ile birlikte uygulanmasını yansıtan güzel işlenmiş bir metin ile karşılaştığımı belirtmeliyim. Kitabın son kısmında yer alan kara kuvvetleri ve donanma, konusuna da egemen bir tarihçinin aynası gibi. Okçu (akıncı) kuvvetleriyle gücünü göstermeye başlayan, 15. ve 16. yüzyıllarda temelde timarlı sipahiler ve yeniçerilerle simgeleşen ve kuşatma, meydan muharebesi ve savaş taktiklerinde ve ateşli silahların kullanımında ulaşılan becerileriyle dünyaya kafa tutan, 17. yüzyılda ise askeri bilimlerin teorik kavramlarını anlamada geriye düşmesiyle Avrupalı rakiplerinden geri kalmış olarak beliren Osmanlı kara kuvvetlerinin, örnek olaylarla süslenen, yapısına ilişkin bir metin sunuluyor. Deniz kuvvetlerinin anlatımında da, yetkili bir ağızdan yerli yerine oturmuş bir tarih parçası ile karşılaştığımı duyurmak isterim. Yazar, ana metinde Türkçe kaynak ve araştırmalar kullanmış, ama onları bibliyografyasında göstermemiş. Böyle bir yöntemin, genelde Türkçe bilmeyen bir okuyucu kitlesine seslendiği için, kullanılmış olduğu düşünüldüğünde mantıklı tarafı olabilir; ancak kitap Türkçe olarak çıktığında Türk okurlarının ihtiyaç duyabileceği incelemelerin eksikliği hissediliyor. Kitabın çevirisine gelince; Şiar Yalçın’ın ortaya koyduğu Türkçe metin, çeviriden ziyade kendisine ait bir metin görünümünde sanki; kolay okunuyor, yabancı yer adlarının Osmanlılardaki isimlendirmeleriyle kolaylık sağlanıyor (ancak yazarın vermediği açıklamalar yerine bolca izahlar koyup metnin dışına taştığı olsa da ya da eklemeler köşeli parantez içinde verilmediğinden yazarın tasarrufu dışına taşsa da) tercüme kokmuyor. Günümüzde acele yapılmış, özensiz çevirileri düşündüğümde, değerini daha çok fark ediyorum. Ancak kafama takılan bazı hususlar var; birçokları içinden seçtiğim yalnızca birkaçı şöyle: “[Sultan] Süleyman Portekiz Kralı Joao ile görüşerek” tümcesinin “Süleyman was attempting to negociate with King John of Portugal” yerine ikame edilmesi (s.73); “Barbaros’tan önceki kapudanpaşalar” ibaresinin “the admirals before Barbarossa” tümcesine uyarlanması (s.387 (“kapudanpaşa” deyimi önceleri kullanılmıyor, “kapudanı derya” daha uygun olurdu); “devşirme”nin “levy”ye karşılık olarak kullanılması (örneğin s. 397), “ama ne yazıktır ki, 15931606 Avusturya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun hem silah hem de taktik üstünlüğünü kaybettiği…” ifadesi (s.421); yazarın “It became clear, however, during the Austrian war of 15931606 that the Ottoman army had lost its superiority both in weapons and tactics,…” tümcesinde vermeye çalıştığı anlamın dışına çıkıp “ne yazık” gibi bir üzüntü beyan etmesi. . Tarih saptamadır, yorumdur; gereksiz övgü değil! Tarihçiliğin, özellikle ülkemizde, geçmişteki olay ve olguları doğru sap884 tamaya, bunları mantığını algılayabileceği biçimde sentezlere ve yorumlamalara götürmek şeklinde algılanması gereken formüllerini yoksayarak ya hanedan ve imparatorluk övmeye ya da romanlarla amatör tarihçilik hevesleri kabartanların tekeline sokulmak istenen, hatta hiçbir akademisyenin yapmaması gereken anlatımlarını “bizim” aidiyet formatına sokup yüzyıllar öncesine taraf olmak isteyen bir inceleme dalı haline getirildiği bir zamanda, Colin Imber’in kitabı, en azından, uyarıcı sayılmalıdır. İstenildiği kadar muhafazakâr bir ortam yaratılsın ve böyle bir ortamı teşvik edici tarih yazılsın, istenildiği kadar biricikliği savunulsun, hatta ve hatta, istenildiği kadar “postmodernizm” adına belirsizliği öneren format içine sokulsun, tarih eninde sonunda bilimsel didiklemenin kıskacında kalacaktır; Imber’in bu kitabındaki saptamalar ve yorumlamalarında gösterdiği örneklerdeki gibi. Şüphesiz ki Osmanlı devlet ve imparatorluğunun ilk yüzyıllarına ilişkin tek elden çıkmış ve bir kitap hacminde olan tarihler içinde Halil İnalcık’ın 1973 yılında Londra’da yayımlanmış olan The Ottoman Empire: The Classical Age, 13001600 başlıklı eseri (Türkçesi: Osmanlı İmparatorluğu: Klasik Çağ, 13001600, çev. Ruşen Sezer, YKY: İstanbul, 2003), öncüllerinden çok farklıdır, sonradan yazılanlar için de çok güzel bir kılavuzdur. Ancak, İnalcık’ın Tarihçilerin Kutbu’nda (Türkiye İş Bankası: İstanbul, 2005) Emine Çaykara’ya söyledikleri arasında geçen “Colin Imber, The Ottoman Empire, 13001650 (New York, 2002) diye bir kitap çıkardı, kitap ana fasılları ile benim Classical Age’den az farklı. Her insan kendini dünyanın merkezi sayar. Modern insan her şeyi kendi menfaati bakımından düşünür ve kendini haklı sayar” biçimindeki cümleleri Imber’in kitabını küçültmez. Bir tarihçi, tespit ettiği kaynaklardan yararlandığı kadar başka tarihçilerin yöntem ve üsluplarından da faydalanır. Şüphesiz, hatta kaçınılmazdır ki Imber, İnalcık’ın Türkçe olarak hazırladığı sözünü ettiğim kitabını vaktiyle İngilizceye aktarırken ve İnalcık’ın uzun yıllardır yazageldiği özgün inceleme ve makalelerini okurken (hepimiz gibi) çok şey öğrenmiştir; 1970’li yıllardan itibaren tarihçiliğini geliştirmiş, birçok eser ortaya koymuş, nice öğrenci yetiştirmiştir. Böylece, burada tanıtmaya çalıştığım eserini ortaya koymuş, Osmanlı tarihçiliğine çok şey katmış, İngilizce avantajıyla da dünya literatüründe yerini almıştır; okuyucuyu dönemin çağdaş kaynaklarından haberdar etmiş, bir meraklının, hatta uzman tarihçinin genel kültürüne Osmanlı İmparatorluğu’nu sıkmadan, abartmadan, yaranmadan sokmuştur. Türkiye’de (hatta Türkiye dışında) politik ve ideolojik mülahazalarla Cumhuriyet dönemini yok sayarak Osmanlı kimliğine bürünmek isteyenlerin çoğaldığı ve Türkiye Cumhuriyeti hükümet yetkililerinin Osmanlı övgüleri döktürdükleri bir zamanda çıkagelmiştir. Güzel bir kitap yazmış Colin Imber, Türk tarihçiliğini ve okuru uyarmıştır adeta. Kendisini, haddim olmayarak, kutlarım. ? (*) Prof. Dr., Emekli. Osmanlı İmparatorluğu 13001650: İktidarın Yapısı/ Colin Imber/ Çeviren: Şiar Yalçın/ İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları/ Mayıs 2006/ IX+449 s. SAYFA 15
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle