25 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cehennemde Bir Ada NEVRA BUCAK Gide Gide'lere devam MEHMET FARAÇ imi coğrafyalar insanı kıskandınr. Oralarda kültürler, kök boyalı bir kilimin dayanılmaz renklerini içerir. Geçmişin tarihiyle süslenen yaşamlar, nakışlı eller ve dövmeli insan yüzleriyle dışa vurur. Harman savrulan kürekler, gökyüzüne türküleri de götürür. Otantik bir gezinin sonunda kıskanılan coğrafyanın, doyulmaz lezzetine varıür... Urfa ve Harran da, ülkemizin kıskanılan coğrafyaları... însan, o yörede, geçmişi anlatan görkemli yapıların içinde dolaşırken, tarinin derin atmosferinde gizemli bir gezidedir... Sonra bol isotlu bir çiğköftenin lezzetine karışan gazeller geri çağırır otantik mekanlann sarhoş konuklarını... G K Gazeteci, yazar ve ressam Fikret Otyam da, Urfa büyüsünden kurtaramamıştır kendisini... Büyük usta, 1940'larda gizemine kapıldığı Harran toprağına ilk adım attığında, ileride bu yanık topraklarla kenetlenmiş asırlık bir çınar olacağını düşünebilir miydi?.. Otyam ilerlemiş yaşını Antalya'da sürdürürken, kalbi Harran'ın günümüzde suya kavusjmuş topraklannda atar. Urfa dendiğinde, Harran dendiğinde heyacanlanır, kulakları o yörelerden bir radyo ya da televizyon haberine kilitlenir, gözleri bir gazete haberine takıhr, kırlaşmış bıyıklarının altından sıcak bir tebessiim belirir... Onun "Ahuy'dediği Harranlı hep gözünün önünuedir. Kulağındaher zaman, "başım gözüm üstiine" diyen bir Urfa esnafının, köylüsünün sesi vardır. Urfa'yı bir Urfalı'dan, Harran'ı bir Harranlı'dan daha iyi yaşayan bir batılı olarak Otyam, kıskanılan coğrafyanın tutkunu olmuş, coşkulu ürünler vermiştir. 1950'lerde gazete sayfalarına sığmayan röportajlarında kağıda, kalem kokusuyla birlikte topraksız Harranh'nın ağıdı da yapışmıştır. O, suya hasret Harranh'nın gözyaşlarını mürekkep olarak kullanmış, çatlak ve yoksul toprakların feryadını ülke sathına yaymıştır. Otyam zor olanı seçmiştir. Babıali'de oturup salon filmlerinin süslü hikayeleri yerine ısdırabı, yokluğu, yoksulluğu geri kalmışlığı birer hayat bilgisi kitabı yapmış ve Güneydoğunun çilesini görmeyenlere de dersini vermiştir. "Harran Koçaklaması" da acı ve trajikomik derslerin çıkarıldığı bir kitap. Günizi Yayıncılık, yıllar sonra bu eseri yeniden basarken, dersini unutanlara, geçmişi gözardı edenlere de önemli bir anımsatma görevi üstlenmiş. Adı üzerine bir koçaklama olan kitapta, Harran'ın, Urfa nın Tektek Dağları'nın cendereye sıkıştırılmış insan öyküleri var. Otyam, Harran'da Arap aileleri arasında, sahipsizliğin ders, yoksulluğun inat, sevginin kan olduğu yaSAYFA 12 Urfanın büyüsü ülseren Engin, edebiyatımızın pek çok türünde ürünler vermesine karşın 'Cehennemde Bir Ada', yazarın ilk romanı. Romanı okuyup bitirdikten sonra, bana bu ilk sözcüğü haksızlık gibi geldi. Cehennemde Bir Ada, hiç de ilk roman tanımına uymuyor. Profesyonel, sağlam bir kurgu, akıcı, lirik bir dil ve uzun zamandır özlemini çektiğim klasik romanın kendine özgü tadını anımsatan o büyülü atmosfer... Cehennemde Bir Ada, II. Dünya Savaşı'nın ilk aylarında geçiyor. Savaş ve savaşın acıları (içinden, uzak, yakından izleyen) dört çocuğun gözüyle sunuluyor. Çocuk, nerede olursa olsun, her yerde çocuktur. Onlar da savaşın vahşetini yüreklerinde büyükler kadar, belki daha derin duyumsamalarına karsın, yine de içten içe o burukluğu kıran, umutsuzluğa düşürmeyen, duygu sömürüsüne izin vermeyen ince bir giz var yapılarında. Bu romana da yansıyor... Arkadaşlığın, dostluğun, el ele vermenin, dayanışmanın sımsıcak atmosferi duyumsanıyor, savaşın tüm acılarına, acımasızlıklarına karşın. Nicedir unutulan sağlam dostlukların nostaljisi yaşatılıyor, çocukların katkısıyla romanda. Cehennemde Bir Ada, ttalyan asıllı varsıl, kalabalık bir ailenin çocuğu olan Enrico'nun doğumgünü partisiyle başlıyor. Aile, Istanbul'da yaşayan mutlu azınlıklardan. Doğumgünü partisinin tadı, Enrico'nun amcası Bruno'nun salona girip, 'AJmanlar Polonya'ya girmişler', haberini vermesiyle kaçıyor. "Bu kez gerçekten bomba gibi düşmiiştü salona bu sözler. Herkes sustu bir an; sonra hep bir ağızdan bağrışa çağrışa konuşmaya başladılar. Kimi seviniyor, kimi kızıyor, kimi coşkulu, kimi korkulu bağrışıp duruyorlardı. Sara'yla ben ne olduğunu anlayamamıştık. Herkesin neden böyle heyecanlandığını henüz anlayamayacak kadar küçüktük. Merakla etrafımızdaki kargaşaya bakıyor, bir şeyler çözmeye çalışıyorduk." (s. 14) Enrico'nun dayısı Bruno, Almanya ile birlikte savaşa girmenin yararlarını sayıp döker. Aslında aüedekilerin çoğu Italya'daki Faşist partiyi desteklemektedirler. Yalnızca, Enrico'nun içe dönük bir adam olan Carlo dayısı, annesi ve Enrico'nun 'Mama' dediği babaannesi Mussolini'ye karşıdır. Mama, Duçe'yi içi boş bir kukla olarak görür. "Içi boş ama ltalya'ya zararlı bir kukla... Ailenin en büyüğü diye ona karşı çıkmasalar da, gençler Mussolini'nin nayranıydılar. Onun Italyan ırkıyla ilgili yüceltici fikirlerini benimsiyor, dünyaya yayılma tutkusunu destekliyorlardı." (s. 14) Romanın, ikinci baş kişisi, Enrico'nun yaşıtı Janusz, (çocukların birbirleriyle tanıştıktan sonra, Yanuş adını verdikleri) Polonyalı bir ailenin oğlu. Annesi, Yahudi asıllı. Büyük Tiyatbası, Dışişleri'nde çalışan bir memur. Yanuş, annesiyle babaannesinin birbirlerinden hiç hoşlanmadıklarını, hep uzak durduklarını anlar. Sonra, bunun nedenini bir rastlantı sonucu öğrenir. "Babaannem, bir konuğuyla birlikte terasta oturmuş, kah ve içiyordu. Ben de terasa açılan geniş kapının hemen önünde, salonda oynuyordum. Kapı açık olduğu içinbütünkonuşulanlar duyuluyordu. Babaannem, gelinini yani annemi çekiştiriyordu konuğuna. Onun 'Yahudi' oluşunu asla kabullenemediğini anlatıyordu. Çocuklara da 'Yahudi' kanı bulaştı diyor, sonra aileye böyle bir gelin getirdiği için oğluna söylenip duruyordu. Ayrıca gelinimin orkestrada keman çalmasına oğlum nasıl izin verebiliyor, anlayamıyorum. Bizim gibi bir ailenin gelini çalgıcı... Olacak şey mi bu? Öfkeden kendi kendimi yiyorum, diyerek yakınıyordu. Babaannemin anlattığına göre çok soylu ve zengin bir aileden geliyormuşuz. (s. 23)... Öteyanda annemin ailesi hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onları hiç görmemiştim. 'Yahudi' ne demektir, onu bile bilmiyordum; ama konuşmalardan 'Yahudi'lerin sevilmedüni, aşafiılandığını anlayabiliyordum. Hanna ile bana da 'Yahudi' kanıbulaşmış... Bu da ne demekti acaba? Ustümüze başımıza kan bulaşmış mı diye aynada çırılçıplak incelemiştim bedenimi; ama bulaşık kan filan yoktu. Babaannem yanılıyordu herhalde. Belki de annem bizi her gün yıkadığı için çıkmıştı bulaşan kan. Bunu bir gün babaanneme söylemeye karar verdim. (s. 24) Sonra, Yanuş ve ailesi için zor giinler başlar. Almanlar kenti ele geçirmeden bir akşam ansızın trene binip Varsova'dan kaçarlar. Yanuş'un annesi, babasına ve kardeşlerine haber bile veremez. Bindikleri trende, Nazilerden kaçırılan Polonya altınları vardır. Yanuş'un babası altınların sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu tehlikeli yolculuktan sonra, hiç akıllarında yokken, yakalanma korkusuyla lstanbul'a gelmek zorunda kalırlar. Cîüzel bir rastlantıyla, Enrico'nun Mama'sının Cenova Otel'ine yerleşirler. Böylece, Yanuş ile Enrico'nun arkadaşlıktan öte dostluğa dayanan birliktelikleri başlar. .. Daha sonra, Yanuş'un babasının Londra'ya gitmesi gerekir. Aile ilk kez babasız kalır. Yanuş'un annesi üzüntüsünden hastalanıp hastaneye kaldırılır. Enrico'nun yakın arkadaşı Sara'nın ailesi Yanuş ve kızkardeşi Hanna'yı yanlanna alırlar. Yanuş, belki de ilk kez orada vatan özlemini ve aynı dili paylaşmanın iç sızlatan büyüsünü yaşar. "Yemekten sonra radyoyu açıp dinlemeye başladı mösyö Naum. Paris radyosu sabaha karşı Varşova radyosundan aldığı bir haberi aynen aktarıyordu. Miralay Lipisky'nin konuşmasıydı bu. Birden radyoda kendi dilimde konuşan birini duyunca ürperdim. ...Madam Naum, ağlıyordu. Hayretle ona baktım. Lehçebiliyormusunuz? Biz de Polonya kökenliyiz, diye benim dilimde yanıt verdi Madam Naum. Hem çok şaşırmış, hem de sevinmiştim. Birden kendimi ülkemde, akrabalarımın arasındaymış gibi hissettim. Rahatladım." (s. 144145) Sonra, Balkan göçmeni Haldun, paşazade torunu Cemil... Haldunda, saCUMHURİYET KİTAP SAYI 629 Hahudrkanı MuUu azınlık Urfa'yı bir urfalı'dan, Harran'ı bir Harranlı'dan daha lyl yaşayan bir batılı olarak Otyam. kıskanılan coğrafyanın tutkunu olmus. coşkulu ürünler vermlstir. şamları aktarırken, yerel kültürün ince desenlerini, Harran sıcaklığındaki kaleminden adeta damıtmış. Ortaya, bir türküniin anlatılmaz coşkusu, bir cazelin tarifsiz kederi, bir uzun havanın ölçülemeyen hüzniinü andıran buruk ve yanık öyküler çıkmış. Otyam, 50yıllıkyazınyaşamındaGüneydoğu'nun toprağından beslendi. Kalemini kimi zaman çatlamış Harran'ın topraklarına, kimi zaman Urfa ovasının kurtlu sular barındıran kör sarnıçlarına, kimi zaman da yoksulluğun, geri kalmışlığın girdabına batırdı. Topraktan aldığını toprağa vermek felsefesi Otyam'ın yarım asırlık gazetecilik yasamında ortaya koyduğu ürünlerle belgelendi. Otyam, mesleki başarısının hamuru olan Harran ve Urfa insanına bölgeyi anlatan kitaplar yayımlayarak borcunu ödedi. Harranlı da onun adım bir kütüphaneve verdi. Urfa ile Otyam ödeşti mi?.. îlerlemiş yaşında kalbi halen Harran için atan Otyam, yeni neslin çok iyi tanıması, okuması gereken bir röportaj ve öykü ustası. Harran Koçaklaması okunduğunda hem bu gerçek göze çarpacak, hem de Urfa Ue Otyam arasındaki dostluğa, yoldaşlığı, kardaşlığa kirvelik yapılacak.B Harran Koçaklaması / Fikret Otyam/Günizi Yayınları / 332 s. Savaşın zorluğu Güneydoğunun çllesl ro Orkestrası'nda keman çalıyor. Ba
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle