28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

r insanlartn, küçük duyguları.. Oysa Telgrafhane'ıie ve Yanyana da, günluk yaşantı, yerini daha çok, düşünceye bırakıyor. Son zamanlarda düşüncenin şiiri sözü çok edildi; düşüncenin şiiri örneğin Telgrajhane'de bol bol vardır. Yaşantıdan düşünceye bu geçiş nerden geliyor? Konulardan mı? Dünya göriişündeki gelişmelerden mi? Dünya şiirinin etkisinden mi? Dünya görüşünden söz açmak doğru olur. Ama bu, özel olarak bir şiir sorununu açıklamaya yetmez. Bir şiirde dünya görüşü, şiir naline geldikten sonra, başka bir deyişle şiirin içinde eridikten sonra, bizim konumuzla ilgili olabilir. Bu ise, düpedüz bir şiir sorunu demektir. Öyleyse düşünceye geçiş diye adlandırılan oluşumu başka türlü, düşüncenin duyaştınlması biçiminde açıklamalı. Böyolunca, görülür ki Kahatı Kaçan ne'ae de sürüp gidiyor. Şu farkla, o ton daha başka konuları da içeri alıyor; belki toplumsal olayları bireyleştiriyor; böylece de dünya görüşünü somutlaştınyor. "Belki toplumsal olaylan bireyleştiriyor." dedin; bu geçiş nasıl oldu? Ben Orhan Veli için, ölümünden sonra yazdığım bir yazıda, "Başlangıçta onu sürükleyen dil kaygısıydı, halkın dİli. Sonra, bu dil ister istemez halk insanını da getirdi." gibilerden bir söz etmiştim; bu sorunun karşılığını da bu açıdan vermek mümkün olur, sanıyorum. Yani bu gelişim dile bağlı bir gelişim oluyor? Bana kalırsa hemen bütün şiir akımlan, bir dil akımıdır. Ama burada dile çok geniş bir anlam veriyorum, ki dilin asıl anlamı da odur. Devrim yapan toplumlar dillerini de tazelerler^Karadaki oluşumlar da dil sorunu olarak ortaya çıkar, hele şiirde... Yoksa, demin sorduğum soruyu siyasal inançlarımdaki pekişmeyle açıklamak çok kolay olurdu. Dikkat edersen, şiir sorunlarını boyuna şiir sorunlarıyla açıklamak istiyorum. "Devrim yapan toplumlar dillerini de tazelerler." diyorsun. Devrimle dil arasında bu kadar yakın bir ilişki var mı? Bu açıdan bakınca dili bir üstyapı saymış olmuyor musun? Toplum katlarına bağlı bir dil... Kesin olarak onu söylemek istemiyorum. Dilin ulusal özeUiği su götürmez bir gerçektir. Ben, daha çok, zamanın getirdiği birtakım değişikliklere dilin uyması zorunluğundan söz ediyorum. Sartre diyor ki: "Racine'in diliyle bugün grevden ya da Yahudi düşmanlığından bansedilemez." Gene şiire dönelim. llk şiirlerin hece vezniyle yazılmış şiirlerdi. Bu şiirlerden Garıp dönemindeki şiirlere geçişi nasıl açıklıyorsun? Hece vezniyle yazılmış olan o şiirlerde, gününe göre, az da olsa bir yenilik, bir tazelik vardı, denebilir. Fakat o şiirlerin bize verdiği bir sıkıntı vardı. Bunu biçim ve anlam sanatlanndan bıkma diye adlandirabiliriz. O dönemde, o güne değin şiiri yapan öğeler diye bilinen bütün sözümona ustalıklara karşı bir tepki vardı. Asıl sebep, bu tepkidir. Cahit Sıtkı ve Ahmet Muhip'le adamakıllı Batılılaşan, ölçülü uyaklı şiirimiz gene de bu çerçeve içinde çırpınıp duruyordu. Şiirin sınırlannı genişletmek sorunu her an karşımızda duruyordu. Işte böylece ölçüyü uyağı, biçim ve anlam sanatlarının topunu birden atmak yoluyla şiiri elde etmek mümkün olabilir miydi? Bu iş, Batı'da çeşitli şiir akımlarıyla yapılmıştı. Sözgelişi sürrealistlerin çeşitli deneyleri... Bu deneylerden yararlanmakta o zamanki ozan arkadaşlarımın payları büyüktür. Bu yararlanma daha çok biçim sözünden olmuştur; sürrealistlerin özü ile sizin Garıp döneminizdeki şiirlerin özü arasında epey fark vardır. Zaten Gartp'teki şiirleri tamamen sürrealist akımın Dİr sonucu saymak yanlıştır. Senin de haklı olarak dokunduğun giCUMHURİYET KİTAP SAYI Agaç\'3i\d günlük yaşama tonu Telgrafha bi özde benzerlik yok. Biz de bunu birçok yerde yazdık. Öyleyse şöyle bir durum çıkıyor ortaya; yeni biçim, ortaya koymak istediğimiz bir özün arayıp bulduğu bir biçimdir. Böylece, önce hece vezniyle başlayıp, sonra Garıp döneminden geçerek Telgrafhaneve Yd/ryara'yagelmişoluyorsun. Bunu bir değişme mi, yoksa bir gelişme mi saymak yerinde olur? Ben, şiirlerini, ozanlıklarını değiştirmek isteyenleri anlayamıyorum. Benim anladığıma göre bir ozan, bütün yaşadığı süre içinde, kafasında belki de tam olarak belirlenmemiş bir şiiri arar. Çeşitli etkiler altında, çeşitli denemelerle, deyim yerindeyse, o aradığı şiirin dozunu DUImaya çalışır, bir kimyacı gibi. Bu bakımdan, ben gelişme sözünü yeğlerim. Yanyana yayımlandıktan bu yana beş yıl geçti. Bu arada hiç şiir yayımlamadın. Bu yıllar boyunca hazırladığın şiirlerle nasıl bir gelişim çizgisine yöneldin? Hazır sormuşken şurasını belirteyim; bizde nedense bir ozandan aralıksız olarak şiir beklenir. Oysa, geçmişe baksak, geçmişin büyük ozanlannı aklımıza getirsek, bu davranışın yersizliği ortaya çıkar. Geçmişe bakınca, bu davranışı doğrulayan şairler de bulunabilir. Örneğin Hugo. lyi bir örnek verdin. Hugo romantik bir sanatçıydı. Bütün Ortaçağ masalları, hikâyeleri, kutsal kitapların masalları elinin altındaydı. Hatta tarih onlar için tükenmez bir kaynaktı. Oysa çağdaş şiirin babaları sayılan Allen Poe, Rimbaud, Verlaine, Baudelaire... nihayet birer, ikişer kitapları vardır; bunlan da bütün hayatları boyunca yazmışlardır. Çağdaş romanın başyapıtlarından biri sayılan Adolf, küçük bir romandır. Gene dil diyeceğim; bir genç şair bana, "Dilde özleştirmeci olduğum halde, bu işi gerçekleştirme bakımından, yazdığım şiirlerin az olduğunu" söyledi. Şimdi düşünelim: Kanınızda sıtma mikrobu araştırmak isteseniz bakteriyolog sizin bütün kanınızı almaz, bir damla kan yeter. Bir ozan da diyelim onbeşyirmi sözcüğü kullanılır duruma getirmekle bütün bir dili sarsabilir. Bu örneği, şiirin başarabileceği bütün konulara uygulamak yanlış olmaz. Bir ozanın, bir toplum içindeyerleşmiş olan kanıları sarsması için ille binlerce mısra yazması şart değildir; bazen küçük bir kitap buna yeter. Şairin Dütün işi yalnızca toplum içinde yerleşmiş olan kanıları sarsmaktan mı ibarettir? Bu soru ile, ozanın yalnız sarsmakla değil, yeni kanılar yerleştirmekle de görevîi olabileceğini söylemek istiyorsan, bence, ikisi bir kapıya çıkar. Sarsan, yenisini getiriyor demektir. Onu demek istememiştim. Sarsmak durumu, daha çok değer yargıları deği "Blr ozan, duygusunu. dusuncesinl ellnden geldlfllnce, acık. Dellrll kıimaya uğra$ır. Bir $1ir, ancak şllrle söyienebllecek bir düşüncenin en bellrli, en kesln. en son anlatımı olmalı." şen, hızlı bir gelişim içindeki toplumlarda görülüyor. Duruk toplumlarda şairin bir sarsma çabası görülmüyor. Örneğin bizim Divan şiirimiz. Divan şiiri için dediğin doğru ama, bence duruk toplum diye bir şey var mıdırgerçekten? Doğu toplumları, genel olarak duruk toplumlar diyebiliriz. Örneğin Osmanlı Imparatorluğu. Batı; kölelik, derebeylik, kapitalizm dönemlerini yaşar ve sosyalizm için mücadele ederken Osmanlı Imparatorluğu aynı toplum yapısını sürdürmüştür. Insan düşüncesi, toplumunun ürünü olduğu kadar yapıcısıaır da. Bu bakımdan aüşünürü, özel olarak sanatçıyı, toplumunun koşulları ile bütün bütüne bağlı saymak doğru olmaz. "Insan düşüncesi, toplumunun üriinü olduğu kadar çağının da ürünüdür" deseydin, katılırdım. Ama insan düşüncesinin toplumun yapıcısı olması birtakım nesnel koşullara bağlı; çünkü insanlar toplumlannı ancak geçmişten devraldıklan nesnel koşullann elverdiği ölçüde değiştirebilirler. Neyse, istersen bu konuyu burada bırakarak, baştaki soruma dönelim; neler hazırlıyorsun? "Kolları Bağlı Odıseus" ne oldu? îki uzun şiir üzerinde çalışıyorum. Hatta birini bitirmeden ötekine başladım. Bu yıl çıkacak. Balkonda, Tantn üzerine yaptığımız konuşmayı hatırlayarak bir başka konuya geçtim: Dunci meslek olarak gazeteciüği seçmiş durumdasın. Bunun edebiyatçılığına ne gibi etkileri oluyor? lyi mi, kötü mü? Melih gülmeye başladı: îkinci meslek olarak gazeteciüği seçtim nasıl diyebilirim? Benim gazeteciliğim, hani kışın kunduracılık yapan adamlar vardır, yazın meyve satarlar, onların haÜne benzer. Bir mevsim çalışıp bir mevsim susuyoruz. Soruna gelince, gazete yazarlığı çok vakit abyor; bu bakımdan, süreklıbir uğraş isteyen şiirin zararına oluyor. Ama Dİr de iyiliği var: Düzyazıyla söyleyebileceğin şeyleri söyleyip şiirini bunlardan kurtarıyorsun. 1 Şiirin yararına olarak söylediğin du rum gerçekten çok ilgi çekici. Ama bu, bir romancıya, bir hikâyeciye, bir oyun yazarına, birtakım şeyler kaybettirebilir. Eserlerinin gereçlerini harcayabilirler. Ben öyle sanmıyorum. Bir romanda, bir hikâyede, bir oyunda, bir fıkra ya da bir makale ile karşılaşmak hiç de hoş olmasa gerek. Hikâye'de, roman da, oyun da, ancak hikâye, roman, oyun olarak anatılabilecek düşüncelerin aracıdır. Şimdi, biraz önce sorduğun bir soruya döneceğim; yeni şiir çalışmalarımı sormuştun. îstediğim bir şeye şu bakımdan vardım sanıyorum: Bu şiirlerde ancak şiirle anlatabileceğim birtakım düşüncelerimi yazıyorum. öyle ki düzyazıyla denedim, şiirlerimdeki kadar anlatamadığımı anlaaım. Başka bir deyişle, düşüncelerimi apaçık ortaya koymak istiyorum. Yapmacık Bir belirsizliği yeğlemiyorum. Sorunun yeri gelmişti: Birtakım genç şairlerdeki belirsizliği nasıl açıklıyorsun? Konudan gelen, konuya bağlı bir belirsizlik mi? Yoksa, yapI macık bir belirsizlik mi? ~" Yerinde bir soru. Bu genç ozanların kapaldığını, konudan gelme saymaya imkân yokbence. Bütün kapalı konular, hep birden, koca bir kuşağı sarmış olmaz ya... Bir ozan, duygusunu, düşüncesini elinden geldiğince, açık, belirli kılmaya uğraşır. Bir şiir, ancak şiirle söylenebilecek bir düşüncenin en belirli, en kesin, en son anlatımı olmalı. Şiirde zoraki kapalılığın özenilecek bir yanı yoktur. Konuşmamız burada bıttı Baslangıçta hep ben yazıyordum, sonunda yoruldum yazmaktan, Melih yazmaya devam etti. Ikimiz de yorulmuştuk. Imroz'da edebiyat üstüne konuşmamız aşağı yukan bundan ibaret oldu. Edebiyatçuarla birlikte, edebiyattan konuşmadan, oturup sohbet etmenin ayn bir tadı vardır. Ankara'yı, Turgut Uyar'ı, hatırlıyorum. Pazar günleri sabahtan başlardık içmeye. O, mutfakta, padıcan salatası yapar, ben küçük bir iskemlede otururdum. Bütün gün içer, vekonuşurduk... Konuşmanın ertesigünü Istanbul'a dönüyorduk. Vapur, sabaha karşı üç buçukta geliyor, beste kalkıyordu. Iskeıeye yalnız vapur geldiği akşamlar, haftada bir gece, elektrik cereyanı veriliyor (Merkez'de elektrik var). O gece kimse uyumuyor, herkes vapuru bekliyor. O tenha yol insandan geçumiyor. Berberkahveci Kozma bile o akşam köyejgitmiyor. Manol, vapurun şerefine, iğde ağacına bir lüks lambası asıyor. Biz o gece uyumamak için, vapur gelinceye kadar Melih'le bezik oynadık. Sonra Manol'la, Kozma ile vedalaştık. Durmadan Rum vatandaşlann doldurduğu bir motöre binerken uzaktan Çirkin Kız'a el salladım. Güldü. Bir süre, vapurdan, tok gözlü, iyi insanlarını sevdiğimiz Imroz'u seyrettik. Manol'un iğde ağacındaki lüks lambası hâlâ yanıyordu. Sonra Ayvalık vapuru hareket etti. Istanbul'a dönüyorduk. • * llk defa Istanbul'u özlemeden Istanbul'a dönüyordum. • 1962 SAYFA *7 ktanburadömif "Mellh Cevdet'le konusmaianmız Onceden hazırtanarak. sorular duzenlenerek oimadı. konusurken soru soruyu açtı. Mellh Cevdet'tekl gellşlml kendislnden dlnlemek Istiyordum' dlyor42 yıl öncekl yazısında Fethl Nacl. 670
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle