24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aksamustu Yine Huzun AHMET SELİM SABUNCU Y rada? O fotoğraf ki, yıllardır sanat olduğunu kimsenin inkâr etmediği ama hakkını da vermediği bir acayip uğraştır ve kim eline bir makine alsa kesinlikle bir eser yaratıverir. Eğer bir fotoğraf makinesi yoksa, çözüm yine hazırdır:" Adam iyi çekmiş ama, vallahi aynı makineler bende olsa bak ben ne biçim fotoğraflar çekerim." Fotoğraf sanatçılannın adını da zaten çok dar bir çevre dışında pek kimse bilmez. Gazetelerde ya da televizyonlarda sanat gündemde olsaydı o zaman şıp diye tanırdınız onu. Hatta talkshow larda (bilirim istemez ama) "o biiiiiiiiiir fotoğrafçııuı", "o biiiiiiiiiir sanatçuıu", "o biiiiiiiiiir yazarrrrr" diye anons edilir, seyircilerin çılgınca alkışlan sanata emek verenleri ülke gündemine çekmeye başlardı. Ben kim miyim? Ben de Tuğrul Çakar gibi yaşamı dikdörtgen çerçeveye sığdırmaya çalışan biriyim. Yani edebiyatçı, eleştirmen falan değilim. Sadece Tuğrul Çakar'ın "Akşamüstü Yine Hüzün" adlı yeni kitabını okuyan biri. Bu, Tuğrul Çakar'ın ilk kitabı değil, daha önce de En Uzaktaki Gri" ile ilk denemesini yapmıştı. O zaman kendi olanaklarıyla, kendi arkadaş ve fotoğraf çevresine ulaştırmıştı kitabını. Ama "Akşamüstü Yine Hüzün" Imge Yayınları'ndan çıktı. Kitaptan uk öyküleri, ben araba kullanırken arkadaşım okudu. Öyküleri dinlerken, aklıma Man Ray'in sözleri geldi: "Fotoğrafını çekemediğim şeylerin resmini yaparım, resmini yapamadığım şeylerinse fotoğrafını çekerim" diyordu Man Ray... Tuğrul Çakar ise başka bir yol seçmişti kendine. O, fotoğrafını çekemediği şeyleri ışıkla değil kalemle hapsediyordu kâğıda. Pek çoğumuz fotoğraf makinesinin çerçevseine bir şeyler sığdırmaya çalişmışızdır. Tatile giderken bavulun en önemli yerine koyarız onu. Yanına tişörtlerden destek bile yaparız. Çoğunlukla da çok iyi bir kare yakaladığımızı söyleriz yanımızdakilere. Fotoğrafları baskıdan aldığımızdaysa, görünenin aklımızdakinden farklı olduğunu görür ve yanımızdakileri ikna etmeye çalışırız hep 'aslında burası pek öyle değildi' diye. Fotoğraf çekmek ciddi bir iştir, yazı yazmak gibi, konuşmak gibi. Tuğrul Çakar, yıllardır hep arkasında durdu fotoğraf makinesinin, poz vermeyi ise pek sevmedi. Duygularırnı ele veririm diye korkuyordu belki. Öte yandan, kalem kâğıda değdiğinde ya da daktilonun tuşları sabırsızlıkla kâğıda vurduğunda o saklanma duygusu tersine dönüyor. Duygular, özlemler, nefretler, yaralanmışlıklar, varlar, yoklar, her şeyler... Bütün duygular anlatılmıyor fotoğrafla. Her şeyi anlatmaya yetmiyor fotoğraf. O zaman ya boya kanşıyor işe va da daktilonun tuşları. Yazıda, görduğünüzü, düsündüğünüzü en ufak detayına varana kadar anlatabiliyorsunuz. Araya düşlerinizi, özlemlerinizi ve bir duble rakıyı da karıştırabiliyorsunuz. "Akşamüstü Yine Hüzün"ü alıp okuSAYFA 16 azan: Tuğrul Çakar... Kitabın adı "Akşamüstü Yine Hüzün"... lyi de, ne işi var bir fotoğrafsanatçısı olan Tuğrul Çakar'ın bu makla yetinmeyin. Onlar sadece bir öykü değil ki... îçinde Güneydoğu'da şimdilerde yok olan toprakların insanları var. Bir kare fotoğrafın ardındaki emek, bir fotoğrafın her şeyi amatmadığı gerçiği var. Bir yerlerden, köşeden bucaktan, belki de bir dosttan "Fıratı Beklerken" fotoğraf albümünü bulun Tuğrul Çakar'ın. Bu öykülerin altındaki insanı o zaman biraz daha farklı kavrayacağınızdan, öykülere farklı değerler Dİçeceğinizden eminim. Sadece Güneydoğu'nun saklanmış mektupları yok "Akşamüstü Yine Hüzün "de, ama Tuğrul Çakar var. Onun duyguları, fotoğrafçı gözlemleri ve yüreği var. Ama onu anlatan bir fotoğraf albumü yok. Yani Tuğrul Çakar'ın bir suretine bir de yazıya bakma şansınız yok. Benim tavsiyem bir kendisini tanıyın, bir fotoğraflarına bakın, bir öykülerini okuyun. Aslında Oruç Aruoba kitabın arkasına yazdıklarıyla her şeyi özetliyor; "Göz ile Söz'ün bir araya getirilmesi zordur. Görülmüş ya da görüntülenmiş bir şeyin anlamının sözelleştirilmesi, yazıya aktarılması, anlatı haline getirilmesi, çok özel anlam dönüştürmelerini gerektirir. Tuğrul Çakar, fotoğrafçı olarak, yazar olmanın da bir yolunu bulmus anlaşılan: Kameranın arkasına geçişteki rahatlıkla kalemini eline almış ve gözünün gösterdiklerini söylediği söze alctarmış. O zaman okura da özel bir iş düşüyor; sözün anlamını kavrayıp, geriye gözün anlamına çevirmek... Budazorbiriş." Kolay gelsin. • Akşamüstü Yine Hüzün / Tuğrul Çakar / Imge Kitabevi / 133 s. se bu durum belli bir dönem için elbette şaşırtıcı değildir. Ne var ki, otuz yıldan uzun bir süredir binlerce Türk kökenli göçmenin yaşamakta olduğu bir ülkenin hâlâ kesin bir biçimde edebiyatımıza giremcmiş olması bizi başka bir gerçeğe götürür.Pransa ve Almanya gibi çok daha yakın ilişkilerimizin olduğu ülkeler bile edebiyatımıza çok az ve yüzeysel bir biçimde girmişlerdir ve hatta bu durum sonunda kendi ülkemiz için de geçerlidir, çünkü edebiyatımızın ağırlık merkezi hiçbir zaman yaşadığımız hayatlann, başlarımızdan geçenlerin, bireysel deneyimlerimizin öykülenip yansıtılması olmamış, bunların yerine çoğu kez soyutlama ve dille oynama ön plana çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında, Avustralya'yı anlatmamış olmamız "egzotik" bir ayrıntının gözden kacırılması olarak değil, Yahya Kemal'in kültürümüzün büyük çıkmazı olarak gördüğü "nesirsizliğimizin" (yalnız önemli bir düzyazı geleneğimizin olmayışının değil, şiire de düzyazıyı, öykülemeyi, anlatmayı sokmamış/sokamamış olmamızın) kaçınılmaz bir sonucu olarak belirir. Gene de, Avustralya serüvenimiz edebiyatımızın üzerinde hiçbir iz bırakmamış da değildir. Seksenli yılların ortalarında Syaney'e yerleşen Izzet Göldeli'nin Sis Çanı'nda şairin Avustralya'daki hayatıyla ilgili bir avuç yahn, sessiz, ama bir o kadar da çarpıcı şiir vardır. Muzaffer Oruçoğlu'nun Avustralya Sanat Konseyi'nin desteğiyle yayımlanan romanı Kangurularyalnız Melbourne'da yaşayan Türkleri değil, genel olarak Avustralya'yı anlatması açısından ilginçtir. Ümran Baran'ın Türk göçmenlerinin kendi ağızlarından dinleyip kayda geçirdiği öykülerinden oluşan Umut Zamanı, ise an diliyle, barındırdığı canlı ayrıntılarla ve karmaşık bir olguyu yorum yapmadan bütün boyutlarıyla göz önüne sermesiyle sonunda edebiyat lcatına çıkan bir "edebiyat dışı" yapıttır. Bütün bunlara karşın, edebiyatımızın Avustralya yla ilişkisi söz konusu olduğunda akla ilk gelecek ad tabii Nihat Ziyalan'dır. Yirmi yıldır Avustralya'da yasayan Ziyalan, üretiminin önemli bir böfümünü hâlâ ardında bıraktığı Türkiye'yle ilgili olarak yazdığı siirleri ve son zamanlarda yayımlamaya Dasladığı, bu şiirlerin tema ve motiflerini daha ayrıntılı olarak işleyen öyküleriyle bütün bir deneyimin sözcülüğünü tek başına üstlenmiş gibidir. Avustralya'nın, bir ölçüde de olsa, edebiyatımıza girebilmiş olmasını temelde ona borçlu olduğumuz ileri sürülebilir. Ziyalan'ın geçen aylarda yayımlanan ilk romanı Güneşle Damgalı Avustralya'yı daha da kapsamlı bir Dİçimde gündeme getiriyor. Yazar bu yapıtında bir değil, ıki güç işe birden soyunmuş. Dar bir sosyoekonomik çerçevenin içine sıkışıp "yoksulluk ve baskı" edebiyatının klişelerine düşmemek için, ekonomik ya da siyasi nedenlerden değil, yalnızca çevresindeki yozlaşmadan bunaldığından, kaçarçasına Türkiye'den Avustralya'ya göçen bir insanı ele almış. Bu yozlaşmanın da sosyoekonomik birolgu olduğu söylenebilir elbet, ama Ziyalan toplumsal gelişmeleri şematik bir biçimde değil bir romana yakışacağı gibi, daha geniş bir perspektiften vermeyi yeğlemiş. Çevresindeki yozlaşmadan bunalanın gerçekte, bazı bakımlardan Ziyalan'ın bir otoportresi olduğu açık olan Nüzhet Kartal olduğu seziliyor. Nüzhet "in hayatının izlediği çizgi de Ziyalan'ınki gibi. O da Türkiye'deyken Yeşilçam'da oyunculuk yapmış, ama Türk sinemasının gittikçe porno fılmlerine yöneldiği 80'li yıllarda soyunmayı redaederek Avustralya'ya göçmüş. O da bir süre demiryollarında çalışmış, ardından eşiyle birlikte gömlek yapıp Sydney'in Paddington Avuttralya MTÖVMII Pazan'nda satmış ve Uzakdoğu'dan ucuz konfeksiyon mallarımn gelmeye başlaması üstüne de güç durumda kalmış. (Romanın bir yerinde acımasız bir biçimde, Nüzhet'in artık yalnızca Yılmaz Güney'in arkadaşı olmuş olmakla övündüğü ve "kendini şair sanarak" avunduğu belirtiliyor.) Ne var ki, Ziyalan dar anlamda "sosyoekonomik" bir romanın şematikliğine düşmek istemediği gibi, otobiyografik bir romanın kolaycılığına da düşmek istememiş. Dolayısıyla, Güneşle Damgalı'nın başkişisi Nüzhet değil, Nüznet'ten alabildiğine farklı bir insan olan Ezgi. Roman, varlıklı bir genç kadının ayrıcalıklı hayatını sürmesine karşın, çevresinde gördüğü haksızlıklara, çürümelere ve ikiyüzlulüklere katlanamayan Ezgi'nin Istanbul'da gittikçe artan bunalımıyla, Nüzhet'in ve nem Nüzhet'i, hem de Ezgi'yi tanıyan bir göçmen ailenin Sydney'ue yaşadıkları arasında gidip geliyor ve Ezgi'nin de Sydney'e göçmesi ile noktalanıyor. Bu ilginç ve başarılı yapıya karşın, Güneşle Damgalı'nın kusurlan yok değil. Ziyalan birçok yerde olayları doğal akışlarına bırakıp okura olurken ve yasanılırken göstermek yerine kısaca anlatıp geçmeyi seçmiş. Zaman zaman da, olaylar "sahnenin dışında" olup okura sonradan bildiriliyorlar. Bu da, Ezgi'nin ağırbaşlı, olgun bir insan olarak tanıtılan kapıcısının şoför ehliyeti alır almaz eşini bırakıp zengin bir kadınla kaçması ve Ezgi'nin ağabeyinin evlilik dışı bir ilişkiden iki çocuğunun bulunduğunun, yengesinin de "düzeninin bozulmaması için" buna gözyumduğunun ortaya çıkması gibi, ancak önceden sezdirilerek yavaş yavaş anlatılırlarsa inandırıcı olabilecek gelişmeleri inandırıcı olmaktan çıkarıp romanın kimi bölümlerine yapay bir nava veriyor Buna karşılık, Avustralya'yla ilgili olan ya da doğrudan doğruya Avustralya'da geçen bölümler genelde çok daha ayrıntılı ve inandırıcı. Nüzhet'le Ezgi'nin ortak tanıdıklan Hülya'nın Avustralya'ya giderken ilk kez yurtdışına gidiyor olmanın ve Ingilizce bilmemenin sıkıntısı içinde yaptığı uzun uçak yolculuğu, daha önce bir öykü olarak yayımlanan "Paddington Pazan" bölümü ile Kipling'in "Hindistan'da Noel" şiirini çağrıştıran "Sydney'de Kurban Bayramı" bölümü kitabın doruklan arasında. Bu sayfalarda Ziyalan, Avustralya'yı kendilerine ikinci vatan seçmek zorunda kalanların buruk öyküsünü başarıyla özetliyor. Sonuç olarak, aksayan yanları olsa da, Güneşle Damgalı önemsenmesi gereken bir yapıt. Ozen ürünü yapısı kadar edebiyatımızın deneyime kapalılık geleneğinden sessizce ayrılıp gerçek bir deneyimi odak noktası olarak almasıyla da üzerinde durulmayı hak ediyor. • ı ve inandırıcı bölümler Avustralya'dan bip ses ŞAVKAR ALTINEL vustralya'nın Türk edebiyatında önemli bir yeri olduğu söylenemez. Abdülhak Hamit'in Finten'inde Finten'in eşi Cross bu ülkede altın madenleri işletmektedir. Birinci Dünya Savaşı'nda Gelibolu kumsallarına çıkan Anzaklarla birlikte Avustralya ("Ostralya" adıyla) Mehmet Akifin Çanakkale şehitlerine yaktığı ağıda da girer. Falih Rırkı Atay'ın Hind'inden ise Ankara Gan'ndan geçen trenlerdeki yabancı yolcuların bazılarının Hindistan ve Çin üzerinden Avustralya'ya gitmekte olduklarını öğreniriz. Ama bu tür küçük değinmeler dışında, çoğu yazarımız için Avustralya, on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar Batı'da çizilen haritalarda olduğu gibi, varlığı ve biçimi ancak hayal meyal sezilen bir "Terra Australis Incognita" (Güneydeki Bilinmeyen Ülke) olarak kalmıstır. Türkiye ile Avustralya'nın birbirlerinden ne kadar uzak oldukları ve aralarındaki tarihsel ilişkilerin azlığı düşünülür A Yazmak ya da varohnak BETÜL ÇOTUKSÖKEN İ nsan çeşitli yönelimleri olan ve üstelik yönelimıerini sadece yaşamakla yetinmeyen, yönelimlerine de onları kavramak, anlamak, yorurnlamak üzere "yönelen" bir varhktır. Öteden beri insanı insan yapan niteliklerin, özgül ayrımlann neler olduğu üzerinde düşünür dururuz. Düşünme ve dil birlikteliğinin, özellikle konuşma/söz yani bizi daha çok sarar, kusatır, etkisi altına alır. Ama asıl önemli olanın yazıya geçmiş söz olduğu, zaman zaman göziimüzden kaçar. Bir an düşünelim: Yazı olmasaydı biz inSAYI 541 CUMHURİYET KİTAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle