24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 TartışmaEditöre mektup Denizli ve Laodikeia kazı çalışmaları Ahmet Fuat Özkan, DenizliMerkez Efendi Belediye Meclis Üyesi afuatozkan@hotmail.com L aodikeia, Denizli’den 6 km uzaklıkta Eskihisar mahalle sınırları içinde kurulmuş bir Frigya kentidir. Laodikeia’nın tarihçesi Helenistik dönem öncesine dayanır. Laodikeia kazı çalışmalarını on yıldır yürüten Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi Sayın Prof. Dr. Celal Şimşek’e göre ‘Helenistik kent, M.Ö. 3.yy’ın ortalarında Seleukos Kralı 2. Antiokhos tarafından karısı Laodike adına kurulmuştur. Her dönemde depremlerle yıkılan ve tekrar ayağa kaldırılan kent, imparator Focas (M.S. 602610) döneminde meydana gelen büyük deprem sonrasında terk edilerek Salbakos’un (Babadağ) kuzey yamaçlarına, DenizliKaleiçi ve Hisar köye taşınmıştır.’ Kent’in önemli gelir kaynağı anayol kavşak noktasında olması nedeniyle ticarettir. Ticaretin en önemli sektörü tekstil, mermer, tarımsal ve hayvansal ürünler teşkil etmektedir. Bugünkü tekstil ve mermer sanayisinin tarihsel izleri o dönemlere uzanmaktadır. Celal Hoca’nın daveti üzerine 19.06.2014 tarihinde kazı çalışmaları yerinde görmek için arkadaşım Dr. Tahir Hatipoğlu ile Eskihisar köyüne gittik. Hatipoğlu’nun yeğeni olan hoca bizi tarihi geziye çıkardı, bilgiyle donattı. Tarihi ve kültürel değerleriyle önemli bir kent olan Laodikeia’nın tarihi kimliğini ortaya çıkaran Şimşek’in yaptığı kazı çalışmalarını desteklemek, kazandırdığı arkeolojik kültürel değerleri korumak devletin olduğu kadar bu kentte yaşayan çağdaş iş adamlarının ve yerel yönetimlerin de duyarlı davranacağını düşünüyoruz. Tüm emeği geçenleri kutluyoruz. Yüzyıllar öncesi yaşayan insanların yarattığı uygarlıkların izlerini, kent planını, kanalizasyon ve su sistemini görünce şaşırmadık değil. Toprağın altı, kalıntıların altı, daha da altı un eler gibi arkeologlar tarafından dikkatle deşiliyor. Geçmişte yaşamış ölü kentlerin iskeleti ve ruhlarını düşündükçe gecikmiş ziyaretimiz için özür diliyoruz. Kentin ana arterleri, yan sokaklar, dükkân önünde taştan yapılmış oturaklar, burmalı sütunlar, hamamlar ve kilise ayrıntılarıyla yeryüzüne çıkarılmış. Bu tarihi dev kent 1300 yıl sonra yeniden ayağa kaldırılmış. Biz oradayken İzmir’den Başpapaz başkanlığında bir heyet geldi. Papaz Hoca’ya bir hediye paketi verdi. Paketin içinden müzede bulundurmak üzere İNCİL vardı. Çünkü Laodikeia’da Anadolu’nun en eski 7 kilisesinden biri bulunuyordu. Merkez, kuzey, kuzeybatı kilisesi ve buna bağlı diğer yapılar vaftizhane ve havuzu dikkatli çalışmalar sonucu çıkarılmıştı. Âşık Veysel’in Esma’sı taş kalpli mi? Yoksa lohusalık psikozu mu? Emine DemirelYılmaz, Emine.Demirel.Yilmaz@medicine.ankara.edu.tr; Veysel Kaymak, Haldun Soygür, İhsan Öztürk şık Veysel’in, acılarla dolu yaşamını (18941973), hepimiz az çok biliriz. Çocukluğundan itibaren feleğin sillesini yemeye başlamış ve gözlerini kaybetmiştir. Gençlik dönemi, Anadolu’nun yoksulluk ve kayıplarla dolu, savaş yıllarıdır. Evlendiğinde kendisi 25, Esma Hanım 15 yaşındadır. Sekiz yıl süren bu evlilikten, iki çocuğu doğmuştur. Oğlu, on günlükken annesinin memesi ağzına tıkanarak ölmüş; kızı ise, anne başka biriyle kaçarak evi terk ettiğinde, 6 aylık bebekmiş ve iki yıl sonra onu da kaybetmiştir (1). Âşık Veysel yaşamının bu hüzünlü dönemini, bir şiirinde de dile getirmiştir: “Genç yaşımda felek vurdu başıma Aldırdım elimden iki gözümü Yeni değmiş idim yedi yaşıma Kayıb ettim baharımı yazımı … Bir vefasız zalim yâre bağlandım Tarih üç yüz otuz beşte evlendim Sekiz sene bir arada eğlendim Zalım kafir yetim koydu kuzumu” Bu iç sızlatan öyküyü duyunca, zihinlerimizde ister istemez “taş kalpli kötü kadın” görüntüsü oluşuyor. Bu olayda, Esma Hanım’ın bizi sarsan iki farklı davranışı var, aslında: Birincisi, evlilik antlaşmasına uymayarak, başka biriyle ilişkiye girmesi ve eşini terk etmesi. İkincisi ise, 6 aylık anneye muhtaç bir bebeği bırakıp gitmesi. Eşe ihanet, ahlaki bir sorundur ve tüm ahlaki kurallar gibi; zamana, topluma ve kişiye göre farklılıklar gösterebilir. Bu davranış, yaşanılan bireysel koşullar göz önüne alındığında; farklı açılardan, değişik şekillerde yorumlanabilir. Ancak ikinci davranış olan “bebeği terk”, yorumlanabilecek bir yanı olmayan, biyolojiye ters bir durumdur. Çünkü “annelik” denilen özel durum, içgüdülerle ve hormonlarla kilitlenerek, kadının iradesini aşan bir davranış kalıbına dönüşmüş ve doğa tarafından bebek garantiye alınmıştır (2,3). Bu nedenle anne doğal ebeveydir ve içinden geçse bile, bu sımsıkı bağı koparamaz ve bebeğinden ayrılamaz. “Annelik”i tatmayanların, bu öznel deneyimi anlamaları ve değerlendirmeleri de olanaksızdır. “Babalık” durumunun ise, biyolojik bağı daha zayıftır (2,3) ve sosyalahlaki yanı ağır basan bu bağın hiç oluşmadığı ya da kolayca çözülebildiği durumlar, sıkça karşımıza çıkmaktadır. Â KORUMA YERİNE YIKMA Anadolu’da yaşamış halkların yarattığı kültür ve uygarlıklar evrensel tarihi mirastır. Bunların korunup yaşatılması yerel yönetimlerin de görev alanındadır. Yerel yönetimler demokrasinin okuludur. 5 yılda bir oy vermek klasik temsili demokrasinin görünen yüzüdür. Halkın her türlü hizmet kararlarına, sanat ve demokratik etkinliklere katılması, tarihi değerleri koruması, yerel yönetimlerde egemenliğin kendinde olduğu bilincinin geliştirilmesi çok daha önemlidir. Ne yazık ki Denizli yerel yönetimleri tarihi yapıları koruma yerine, yok etmeyi tercih etmiştir. Benim gördüğüm, bildiğim Cumhuriyet öncesi ve sonrası yıkılan binaları şöyle sıralayabiliriz: Memleket Hastanesi, Halk Evi, Vali Konağı (Özel İdare İş Hanı yerinde Rum sanayici Kimon Pandozopulos’un konutu), 60’lı yıllarda Vakıflar Yurdu olarak kullanılan Hükümet konağı (Merkez Bankası’nın yanında), Süt Damlası, Himayei Eftal Sineması (Candoğan Park çevresi), ünlü Meserret Oteli ve Kıraathanesi (Delikçınar’da). O otel ki; 15 Mayıs 1919 İzmir’in işgaliyle başlayan Milli Mücadele yıllarında Denizlili aydınların ve yurtsever Denizli Müftüsü’nün toplantılarına ev sahipliği yapmıştır. 2002 yılında Denizli’de Selçuklular’dan kalma 800 yıllık Ulu Cami yıkıldı, kimse ses çıkarmadı. Halkın demokratik katılım bilinci olsaydı kim yıkabilirdi bu tarihi camiyi. Yavrunun beslenmesi, korunması ve her türlü gereksiniminin karşılanmasına yönelik ebeveyn davranışları, hayvanlar dünyasının hemen hemen tümünde gözlenebilir (4). Çok seyrek ortaya çıktığı böcekler, balıklar ve sürüngenler dışındaki ebeveynler, yavrusu kendi başının çaresine bakacak duruma gelinceye kadar, “can feda” uğraş verir. Ebeveynlik çoğunlukla dişi tarafından üstlenilmektedir, ancak dişi ve erkeğin birlikte ya da yalnızca erkeğin üstlendiği türler de vardır (4). Her canlının temel güdülerinden biri olan “nesli sürdürme içgüdüsü”, dişide doğum sonrasında “annelik” diye tanımlanan özel bir durumla, karşımıza çıkmaktadır. Bizim kültürümüzde “ana yüreği” diye adlandırılan ve dişinin yavrusu uğruna kendi sınırlarını aşan bir etkinlik göstermesi durumunu; hepimiz gözlemlemişizdir. İnsanda, diğer canlılarla karşılaştırıldığında çok daha uzun bir süre, yavrunun anne bakımına gereksinimi vardır. İlk yılı kapsayan bebeklik, insan yaşamının tümünü etkileyen, özel bir dönemdir. Zihinsel ve bedensel gelişimin en önemli bölümünü oluşturan bebeklik döneminde, yavrunun annesiz ya da anne yerine geçebilecek başka biri olmadan, yaşaması olası değildir. “Annelik”, kadın yaşamında hem bedenin hem de zihnin kökten değişime uğradığı; yeniden yapılanma dönemidir (5). Hamileliği boyunca etkisinde kaldığı hormonların yüksek düzeyleri (östrojen, progesteron ve diğerleri), doğum sonrasında aniden düşer. Bebeğe temas ile başka hormonların (prolaktin, oksitosin ve diğerleri) yüksek düzeyde salgılanması, süt verme gibi biyolojik işlevlerin yanında; kadını bir bebek bakım ve gözetim robotuna dönüştüren, davranışları da şekillendirir (6,7). Ancak hamilelik ve doğum sonrasında, bu hormonların keskin iniş çıkışları; bedendeki değişiklerin yanında, ruhsal değişikliklere de sebep olmaktadır. Bazı çevresel etkenler ve yapısal yatkınlık da varsa, bu dönemde bazı ruhsal hastalıklar ortaya çıkabilmektedir (8). Kadınlara özel, “doğum sonrası ruhsal hastalıklar” diye adlandırılan bu hastalıkların; “lohusalık sıkıntısı, depresyon, anksiyete ve psikoz” gibi türleri ayırt edilmiştir (9) ve düşük sosyoekonomik koşullarda daha fazla ortaya çıktıkları gözlenmiştir (10). “Lohusalık sıkıntısı” denilen en hafif şekli, %2574 sıklıktadır ve ilaçla sağaltıma gerek duyulmadan, sosyal destekle üstesinden gelinebilmektedir. “Lohusalık depresyonu ve anksiyetesi”: ilk bir yılda %1020 oranında ortaya çıkmaktadır ve şiddete maruz kalan kadınlarda 3 kat fazla görülmektedir (8,10). “Lohusalık psikozu” bu hastalıkların en ağır şekli olup; psikiyatrik acil sayılmak
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle