18 Haziran 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

• KÜLTÜR • DOĞAN KUBAN DÜNYAYI DİVAN ŞAİRİ GİBİ GÖREN DÜŞÜNCE, FELSEFE VE BİLİM ÜRETEMEZDİ Dil Düşüncenin Evidir Başlıktaki söz Heidegger’in. Ahmet Hamdi Tanpınar, değerini hiç yitirmeyen ‘Ondokuzuncu Yüzyıl Türk Edebiyatı’ adlı kitabına almış. Ben de ondan aldım. Tanpınar Farsça kalıplarla yazılan ve ‘keyfi bir sözlük kullanan divan şiirinin, içeriği ve üslubu ile yarım kalmış Osmanlı düzyazısının Türk Dilinin gelişmesini engellediğini söyler, ve okumuşlarımızın pek akıllarına getirmedikleri bir çok tarihi gerçeğin altını çizer. la ifade edildiğini söyler. Burada edebiyat tarihini ilgilendiren daha özel konulara girmem söz konusu değil. Fakat divan şiirinin önemli bir özelliği, daha doğrusu çok köklü bir eksikliği var: Divan edebiyatı toplumun yaşamı ile ilgili bir şey söylemez. Başlıca şiir kalıplarından Mesnevi, sufi bilgelik amacıyla kullanılır; Kaside sultan ve büyükleri övmek için, Gazel aşk ve içki için kullanılır. 19. yüzyılda Batı etkisinde yeni edebiyat başladığı zaman Türkler roman, tiyatro, eleştiri, mizah ve başka tür de yazılar yazmaya ve düz yazıyı geliştirmeye başladılar. Tarih yazımı ise sultanın etkinliklerinin günlüğünü tutan devlet görevlileri olan vakanüvislerin elinde kalmış, kuramsal bir yapı, bir felsefe oluşturmamıştır. Bu, toplumun kendi dili ile düşünmeye geç başlaması anlamına gelir. Bedeli imparatorluğun yok olmasıdır. Dünyayı divan şairi gibi gören düşünce felsefe ve bilim üretemezdi. Farsçada bulduğumuz felsefe ve şiiri ya da bir İbni Sina’yı, Arapçada bulduğumuz dini bilimleri, akli bilimleri, belagat, coğrafya ya da bir İbni Haldun’u Osmanlıca da bulamazsınız. Çünkü Osmanlıca bir düşüncenin evi hiçbir zaman olamazdı. Halkın dışında idi. Türklerin ulusal kimliğini belirleyenin başında Türkçe olduğu gerçeği, bu yoldan sapışla değişmedi. Bugün düşüncemizin bir evi var. Kendi dilimizle en karmaşık konuları bile düşünüp yazıyoruz. Okulu bitirdikten sonra kimse Fuzuli ve Baki’yi anımsamıyor. Ziya Paşa’nın akıllı şairce özdeyişleri aklına gelmiyor. Abdülhak Hamit’i okusalar anlamıyorlar. Özgürlük şairi Tevfik Fikret’i ezberleyemezler. Bundan 75 yıl önce bizim kuşaklar bunu yapabiliyorlardı. Shakespeare İngilizce yazmasaydı bugün kimse onun şiirini ezbere bilmezdi. Montaigne’i yeni kuşaklar okuyorlar. Dante İtalyanca, Cervantes İspanyolca olmasa hâlâ okunur muydu? Türkçe ile okuduğunuz felsefe kitaplarını, tarih kitaplarını, romanları düşününce Cumhuriyetin size ne kazandırdığını hemen anlarsınız. TOPLUMUN YAŞAMINA İLGİSİZ T ürk göçerlerin politik örgütlenmesi, Çin’den Akdeniz’e uzanan bir coğrafyada, kısa süreli ve dağınık kuruluşlar içinde oluşmuştur. Tanpınar, İranlılar gibi, tek bir savaşta Araplara yenilerek İslam’a boyun eğmeyen Türklerin 400 yüzyılda Müslüman olduğunu ve birbiriyle ilişkisiz senkretik kültür ortamlarında yaşadıklarını anlatır. Çinden Orta Avrupaya uzanan Avrasya bozkırının ortaçağ tarihini, Budizmi, Bulgarlar gibi Hıristiyanlığı ve Hazarlar gibi Yahudiliği kabul eden Türkleri düşününce, bu gözlemlere hak vermek gerekir. Kanımca Türkler tarihin simbiyotik yaşam ustalarıdır. Osmanlı çağı için de simbiyotik bir tarihi gelişmeden söz edilebilir. Bunun en büyük gösterisi de yazılı ürünlerdir. Şiir kalıpları dillerine yabancı, edebiyat dili Türkçe, Arapça ve Farsça, bilim ve din dili Arapça olan, dini ve dili karışık, bu kozmopolit toplum pragmatik bir dünya imparatorluğudur. Tanpınar, Osmanlı Edebiyatının Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi altında oluştuğunu anımsatır. İstanbul Fethinden önce değişik merkezlerde sürekli olmayan gelişmeler olduğunu, edebiyatın halk dilini kullanmadığı için, onun yaşamını da içermediğini vurgular. Türk dilinin aruz’a hiç uymamasının, bu kalıplara uydurmak için şairleri Farsça ve Arapça sözcükler kullanmaya zorladığını, tasavvuf eğiliminin ve Mevlana’nın güçlü sanatının Farsçanın etkisini arttırdığını anlatır. Anadolu’ya gelen Türklerin Yunus Emre diliyle ifade ettiği sufilik, özellikle Mevlana’nın etkisiyle, İran dili ve düşüncesini taklit etmeye başlar. Buna Kuran ve dini ilimlerin ve bütün akli bilimlerin ve medrese öğretiminin de Arapça olmasını eklerseniz öz Türkçenin sığınacağı tek yer Türk halkının günlük yaşamı ve halk şiiri idi. Onun için Yunus Bunca gönül aldırıp cihana sultan mısın Hükmün canlara geçer can içinde can mısın Derken Ruhii Bağdadi Terdamen olanlar bizi alude sanır lik Biz maili busi lebi cam ü kefi destiz. diyordu. Osmanlılar, Şuara tezkireleri ötesinde edebiyat tarihi yazmamışlardır. Hammer’in 2200 ‘Şuara Tezkire’sini derlediği 4 ciltlik ‘Osmanlı Şiir Sanatı’ (Geschichte der Osmanischen Dichtkunst), Pesth, 183638) adlı antolojisinden sonra Osmanlı Edebiyat tarihi konusunda yazılan ilk kitap E. J. Wilkinson Gibb’in (A History of Ottoman Poetry, I, II, London 19001907) adlı yapıtıdır. Gibb, Divan şiirini ciddi olarak inceleyen ve Batılı bir tavırla değerlendiren, Türkleri ve Divan şiirini çok seven bir oryantalisttir. Fakat düşünceleri Tanpınar’ı destekler. Aşağıdaki alıntılar Ali Çavuşoğlu OSMANLI EDEBİYAT TARİHİ çevirisindendir. (E.L. W.Gibb, Osmanlı Şiir Tarihi, III, Akçağ yayını, tarihsiz, olasılıkla 2000) “Osmanlıların bağlı olduğu Tatar, Türkmen ve Moğol adıyla anılan büyük ırk hiçbir zaman kendi özelliklerinin damgasını taşıyan bir din, bir felsefe ve bir edebiyat meydana getirmemiştir.” (s.29) “..Her şeye İranlı gözüyle bakmaya çalışmışlardır. Kabul ettikleri sisteme sadakatleri eski Osmanlı şiir okulunun uzun ömrünü açıklar. En ufak bir kurala bile beş yüz yıl süren bu sadakat, şiire yansıyan en gerçek Türk karakteridir.” (s.30) “Türkler İranlılardan yalnızca düşüncelerini nasıl ifade edeceklerini öğrenmekle kalmamışlar, ne düşüneceklerini ve ne şekilde düşüneceklerini öğrenmek için de onlara baş vurmuşlardır.” (s.33) “Türk nazmı başlangıçta basit ve sadedir. İran etkisi arttığı zaman Türk şiiri kendini bir süs yığınının ortasında bulur. Herkesin çok iyi bildiği gibi, İran belagatı ile sanatı birbiriyle iç içedir. Ve bezemeseldir. Hüner ise özellikle küçük ayrıntılardaki güzellikte aranır.” (s.41) “Burada sözler ve deyişler zarif ve ustaca olabilir. Fakat bir fikir kurgusu olarak bir araya getirilmezler.” (s.41) Tanpınar’ın divan şiirinin (keyfi lugati) dediği resmi sözlük böyle oluşmuştur. Heidegger’in tanımına göre divan şiirinin üç evi vardı. İki ev ithal kültürlerin, bir ev günlük ve folklorik kültüründü. Düşüncenin benim diyeceği bir evi yoktu. Tanpınar, İmparatorluk güçlenip İstanbul lehçesi geliştiği zaman Nefi ve Yahya Efendi gibi şairlerde Türkçenin aruza tam uydurulduğunu gösteren örnekler verirse de, birkaç dize dışında sözlük yine Farsça ve Arapça doludur. Bu şiirin tümüyle sözcük zevki üzerine kurulduğunu söyleyen Tanpınar, dil zevkinin olmadığını vurgular. Bu sözcük ve kafiye zevki musikisi güçlü bir divan şiiri yaratmıştır. Şair bir dil cambazıdır (sühandan, sühanperdaz). ŞiTayfun Akgül ir zenaatkârlık ister. Ama düşünce içermez. Düşünce yokluğu edebiyat eleştirisinin gelişmesine de olanak vermemiştir. Tanpınar medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça öğrenip ve belagat (retorik, söz söyleme sanatı) kitaplarını okuyup onları dile olduğu gibi uygulamaya çalıştıklarını söyler. Aslında dil Türkçeden çok Arapça ve Farsça sözlüğü olan Osmanlıca idi. Buna Osmanlı sülalesinin resmi egemenlik dili diyebiliriz. Saray çevresinde oluşmuştur. En büyük müşterisi de sultandır. Osmanlıca bir düzyazı yaratamamıştır. Tanpınar ‘şaka, hiddet, isyan, hiciv, ölüm, keder, şikâyet’ vb. gibi bütün duygularında aruz CBT 1380 5 /30 Ağustos 2013
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle