17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

GÜNCEL TIP Mustafa Çetiner [email protected] TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP Geçtiğimiz günlerde sevgili babam düştü ve omzunu kırdı. Değerli meslektaşım Prof. Dr. Mehmet Demirhan yaptı ameliyatını, babam şimdi iyi. Bir Mütevelli Heyeti Başkanının Ardından... Doğuş Üniversitesi’nde akademik yükseltmeler ve atamalarla ilgili konulan kuralları sel aldı yel üfürdü.. Levent Sevgi, Doğuş Üniversitesi, Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği Bölümü, [email protected] Baba Olmak Aynı günlerde biricik oğlum on beşinci yaşını bitirdi. Oğlum ile ilk göz göze geldiğimde gözlerimi kaçırdığımı, şaşırdığımı, biraz utandığımı hatırlıyorum. Büyülü bir andı ve o ilk bakış, hayatımı “ondan önce” ve “ondan sonra” diye ikiye ayırdı. Benim çocukluğum işten eve dönecek babamı bekleyerek geçti. Meşgul bir adamdı, onunla hemen hiç birlikte vakit geçiremezdim. Bu beni kızdırır, üzerdi. Oğlum da sitem ediyor bana, ne zaman kızgınlığını, kırgınlığını hissetsem babam aklıma geliyor. Çoğu zaman yorgun bedenim, işimle dolu beynim oğluma yeterli vakit ayırmamı önlüyor. Ne yaman çelişkidir değil mi? Babalara en çok gereksinim duyulduğu çocukluk yıllarında onlar hep çok meşgul. Sonra zaman geçiyor, çocuklar birer yetişkin oluyor, babalar yaşlanıyor. Bu kez babalar, çocuklarını daha çok görmek istiyor ama roller çoktan değişmiş ve çocukların onlara ayıracak hiç vakti kalmamış oluyor. Görüşmek için ancak kolunun kırılması gerekiyor. Oğlum artık büyüdü, bir ergen şimdi. Şimdi fiziksel olarak sadece akşamları uykudayken yaklaşabiliyorum ona. Uyanıkken uzak tutuyor beni, onun istediği başka artık. İki yabancıdan olma üçüncü bir yabancı olduğunu bize öğretme sürecinde şimdi. Bu eğitim sürecinde her geçen gün biraz daha başarılı oluyor. Evet kabul ediyorum; benim oğlum farklı benden, az anladığım bambaşka bir dünyaya hazırlanıyor. Yardımıma gereksinimi hiç yokmuş gibi hissettiriyor. Benim bilip onun bilmediklerini öğrenmesi gerekmezmiş gibi düşündürtüyor. Ama bana gereksinimi aslında var. Onun benden ve annesinden özerk biri olduğunu hissettirmeme gereksinimi var. Farklı zevkleri, istekleri, hayalleri, idealleri olduğunu fark etmeme gereksinimi var. Saygı görmeye, desteğe, yüreklendirilmeye, korunmaya gereksinimi var. Dahası da var. Daha adil bir dünyaya, daha yeşil, daha mutlu, daha sulak bir dünyaya gereksinimi var, kansız, gözyaşı olmayan, insanların “öteki” olmadığı bir dünyaya. Bu yeni yetmeler bizden farklı, soru sormayı biliyorlar, her yanıttan tatmin olmuyorlar, daha çok kurcalıyorlar, özgürlüklerine daha düşkün, daha bireyciler. Birinin çıkıp onlara “ne yapmaları gerektiğini” söylemesinden hoşlanmıyorlar, tepki gösteriyorlar. Ama bu her çocuk veya genç için aynı mı? Başka türlü çocuklar, gençler de var. Bir çocuk babasından her gün dayak yerse anladığı ve bildiği tek iletişim biçimi şiddet olur. Ondan hoşgörü, içgörü beklemek olur mu? Bir çocuk cahilliğin değersiz girdabının içine doğmuşsa, yaşamı boyunca da hep içinde kalmışsa, onun tartışılmazlarını tartışanlara duyduğu “nefret” hissini yok etmek mümkün mü? Böyle bir çocuk yetişkin olduğunda eline inanılmaz yetkiler de geçirse, uygar dünyada taş üstünde taş bırakmasa, kendi gibi düşünmeyen insanları aşağılasa, gözünü kaşını çıkarsa, öldürse içindeki kini ve yüreğini sarmalayan aşağılık duygusunu yok edebilir mi? Böyle yetişmiş bir çocuk tüm yaşamı boyunca bir kadının ta gözlerinin içine bakarak ‘seni seviyorum’ diyemediyse, bir kadınla iki eşit insan gibi bir masanın başında ‘dünya hallerini’ konuşamadıysa onu ‘bir doğum makinası’ gibi görmekten vaz geçebilir mi, içindeki kadın korkusunu yenebilir mi? Ama yine de bu dünyayı değiştirecek bir güç, bir umut varsa, sanırım o güç masum bir çocuğun gözlerinin derinliklerinde saklı olandır. Bu dünyayı değiştirecek olanlar, o bakışların derinliklerindeki o saf ve yenilmez gücü görmeyi başaranlardır. Onlar, kavganın bilgi ile cahilliğin, yoksulluk ile “orantısız” zenginliğin, hoşgörü ile bağnazlığın kavgası olduğunu bilenlerdir; düşünceleri, inanışları, değer yargıları ne olursa olsun... K uruluşundan bu yana Doğuş Üniversitesi (DÜ) Mütevelli Heyeti başkanlığı yapan Doğu Gözaçan 20132014 öğrenim yılı başında yoruldum diyerek görevinden ayrıldı. Bunda DÜ’nin bir süredir sıkıntı içinde olması mı belirleyici oldu, başka baskılar mı var, yoksa Başkan gerçekten yoruldu mu bilemiyorum. Doğu Gözaçan’ı fazla tanımam, kendisini anlatmak bana düşmez (umarım, uzun yıllar birlikte olmuş yakınları, dostları bunu bir gün yapar). Ancak, onbeş yılı aşkın süresini bu kuruma vermiş biri olarak; daha önemlisi üniversiteyle ilgili kritik sorunlarda yollarımız birkaç kez kesiştiği için Başkan hakkında kısa da olsa tarihe not düşme gereği duydum. 2009 yılı başında, değişen akademik yönetimle birlikte DÜ kendi koyduğu kurallara uymayan profesörlük unvanları vermeye başladı. Üstelik, eserleriyle doçent bile olamayacak kişilere verildi bu unvanlar. Değişik kurullarda ve komisyonlarda, akademisyenlerin odalarında yaptıkları sohbetlerde kıyasıya eleştirilmesine karşın bu konuda kimse adım atmayınca 8 Haziran 2009 tarihinde Başkan’a şu mektubu yazdım: Sayın Başkan, 2002 başından bu yana DÜ’nde tam zamanlı öğretim üyesiyim. DÜ’nde Profesörlük unvanı alan ilk kişiyim; bununla hep gurur duydum. Bu süreçte, DÜ’nin üniversite olma yolunda ağır ve kararlı adımlarla nasıl ilerlediğini bizzat sürecin içinde olan bir akademisyen olarak yaşadım, gördüm. Yok denecek kadar az araştırma ve sıfır yayından bütün üniversiteler sıralamasında 14.lüğe kadar yükselme başarısını gösterdik. Halen ilk 3040 üniversite arasında gidip gelen sıralamadaki yerimizi ilk 10’un içine çıkarmayı hedefledik. Üniversite olmayı okul olmadan ayıran en önemli unsur bilimsel çalışmalardır. DÜ’nin bu çalışmaları önemsediği DÜ Bilimsel Yayınları ve Sanatsal Etkinlikleri Teşvik ve Yurtiçi ve Yurtdışı Bilimsel/Sanatsal Toplantılara Katılım Yönergelerine göre vermekte olduğu desteklerden bellidir. Öyle ki, her iki yönetmelik yürütücüsü olduğum komisyonlar tarafından değiştirilmiş, performans kriterleri öne çıkarılarak güncellenmiş ve 25 Mart 2009 tarihli Mütevelli Heyeti toplantısında onaylanarak yürürlüğe konmuştur. Yaklaşık sekiz yıldır bu kurumdayım; bu süre içerisinde bir kez olsun sizi, bir talepte bulunmak üzere ziyaret etme ya da size bir sorunu aksettirme gereğini duymadım; bugüne kadar her sorunu, olması gerektiği gibi, hiyerarşik yapı içinde çözme yoluna gittim. Bu bile, asistan alımlarına dahi karışan mütevelli heyet başkanlarına sahip birçok vakıf üniversitesinden farkımızı ortaya koymakta ve kurumsallaşmaya verdiğiniz önemi göstermektedir. Bilindiği gibi, doçentlik, profesörlük gibi unvanlar akademisyenlerin onurudur. Bu unvanların dağıtımı sadece unvanı veren üniversiteyi değil, bütün üniversiteleri, YÖK’ü, hatta uluslara rası akademik camiayı ilgilendirir. Kuralları, koşulları vardır ve bu kuralları gözetmek başta yönetimler olmak üzere bütün akademik camianın sorumluluğunda ve yükümlülüğündedir; aksi durumda üniversite olunamaz. Üniversitemiz, buna verdiği önemi 23 Ağustos 2007 tarihinde kabul edilen Akademik Yükseltme ve Atama ile İlgili Kriterler Hakkında Senato Esasları’nda yer verdiği koşullardan ve isterlerden açıkça göstermektedir. Öte yandan, 28 Haziran 2008 tarih ve 26920 sayılı Resmi Gazetede yer alan 5772 sayılı yasayla, 2547 sayılı YÖK Yasasının akademik atamalara/ yükseltmelere dair maddelerine bazı değişiklikler getirilmiş ve üniversitelere objektif ve denetlenebilir nitelikte olmak koşuluyla kendi kriterlerini YÖK’ün asgari kriterlerinin üzerine çıkarabilmelerine olanak sağlanmıştır. Buna paralel, DÜ Rektörlüğü akademık kaliteyi arttırmak ve çıtayı yükseltmek hedefleriyle atama/yükseltmelerde getirilecek ek koşulları/kriterleri belirleyecek (yürütücülüğümde) bir komisyon kurmuştur. Kurumsallaşmanın olmazsa olmaz koşulu, düzgün, hakkaniyetli ve etik bir çalışma ortamı sağlamak amacıyla, kurallar koyma ve daha önemlisi – Meclisi’nde bile kendi koyduğu kurallara uymamasının adet olduğu bir ülkede – konulan kurallara sıkı sıkıya uymak ve uyulmasını sağlamaktır. Bu özgür ve çağdaş bir üniversite olmanın da ön koşuludur. Ne yazık ki, son dönemlerde çıtanın yükseltileceği yeni esaslara uymak bir yana, varolan esaslara bile hiç ama hiç uymayan atama/yükseltmeler yapılmıştır. Bir yandan yeni esaslar saptamak, yeni yönetmelikler hazırlamak üzere komisyonlar oluşturmak, hazırlanan yönetmelikleri onaylayıp yürürlüğe koymak, öte yandan bu esaslara, yönetmeliklere hiç uymayan adımlar atmak; prestiji ön planda tutan, kaliteyi yükseltmek için her türlü özveriyi gösteren bu Üniversite için çok talihsiz olmuştur. Bazı şeylerin “pardon”u yoktur. Bir adım atarsınız, on yıllarca izi kalır, yaşadığınız sürece peşinizden gelir. Sözü edilen konu da bu kapsamdadır. Amacın ne olduğu bir yana, bütün Üniversitede algılanan ve her yerde konuşulan “DÜ istediğini profesör yapar” mesajıdır. Bunun olumsuz etkileri, izleri düşünemeyeceğimiz kadar çok uzun bir süre göz önünde olacak, yayılacak, ve bir çok ortamda başta siz olmak üzere hepimizin, tüm Doğuş mensuplarının önüne konacaktır. Korkarım ki, çok olumsuz bir emsal oluşturmasının yanı sıra, bu Üniversiteye başvurup da unvan alamayan herkese yargı yolunu açacak ve Üniversitemizi ciddi açmazlara, yasal sıkıntılara sokabilecek, YÖK denetlemelerinde de Üniversitemizin başını ağrıtabilecektir. Diğer bir olumsuz etkisi de, özellikle vakıf üniversitelerinde yaşanan bu gibi olumsuzluklar sonucu, YÖK’ün, doçentlik unvanında olduğu gibi profesörlük unvanları için de üniversiteleri devre dışı bırarak, merkezi sistemler getirmek zorunda kalabileceğidir. CBT 1390 18 / 8 Kasım 2013
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle