17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

TEKNOLOJİ İNSAN EVRİMİNİ HIZLANDIRIYOR: Homo sapiens, yerini homo evolutus’a bırakıyor Teknolojik gelişmeler insanı giderek artan bir hızda değiştiriyor. Son birkaç yüzyıldır, özellikle son 50 yıldırteknoloji, evrimsel değişikliklere ivme kazandıran yeni yollar yarattı, yeni habitatlar oluşturdu. Bu gidişle teknoloji, Homo sapiens’i bir sonraki evrede Homo evolutus’a dönüştürecek. Homo evolutus, kendi evrimini tamamen kontrolü altına alabileceği gibi başka türleri de kontrol edebilecek. Bu yıl da açız! Prof. Dr. Aziz Ekşi C harles Darwin, evrimin körlemesine ve dolayısıyla aşama aşama ilerlediğini ve kaynaklar kısıtlı olduğu için organizmaların sürekli olarak birbirleriyle rekabet içinde olduğunu iddia eder. Bu sonsuz mücadelede, yapısal olarak küçük bir avantaja sahip olan bireyin hayatta kalma şansı artar ve bu avantajını kendi soyundan gelenlere aktarır. Bu süreç sayesinde yeni türler ortaya çıkar; ancak bu sürecin hızı oldukça yavaştır. Geçmişte, buzul çağı veya göktaşı çarpması gibi devasa bir jeolojik kayma, bu işleyişi büyük ölçüde hızlandırmıştır. Evrim, bu kaymaları ekolojik bir fırsat olarak değerlendirir. 1972 yılında evrim kuramcıları Stephen J. Gould ve Niles Eldredge’nin tabiriyle “kesintili denge veya sıçramalı evrim” olarak bilinen olgu, fosil kayıtlarında ortaya çıkan yeni türlerin oluşumunu açıklar. Ancak aslında evrim birdenbire oluşmaz. Bilim insanlarına göre kesintili dengenin süresi 50.000 ile 100.000 yıl arasında değişir. CBT 1390/10/ 8 Kasım 2013 *Kambriyen Dönem, gezegenin tüm tarihi boyunca, yaşamın çeşitliliği ve yaygınlığı yönünden en parlak zaman aralığıdır. Kabuklu canlılara ait ilk fosiller bu devreye tarihlenmiş, hayvanların hızlı evrimi ve çeşitlenmesi de bu devirde gerçekleşmiştir. Deyim yerindeyse “yaşamın altın çağı”dır. CBT 1390/11/ 8 Kasım 2013 Doğal seçilim çoğunlukla sabır ve inatla yol alan bir süreçtir. Bir insan belirgin şekilde diğerlerinden daha uzun boylu, daha akıllı veya daha uzun ömürlü olabilir; ancak bu özelliğinin tüm popülasyona yayılması için aradan çok uzun sürelerin geçmesi gerekir. Bunun en azından bir kural olduğu düşünülüyordu. Ancak son yıllarda bu süreç iyice hızlandı Son birkaç yüzyıldır, özellikle son 50 yıl içinde, insan dehasının yarattığı yenilikler, ivmeyi hiç olmadığı kadar hızlandırdı. Kısaca teknolojimiz, değişiklikleri hızlandıran yollar (örneğin genetik mühendisliği) ve yeni habitatlar (örneğin modern kentler) yarattı. Özellikle insan biyolojisinde ani ve sert kırılmalar oluşturup, tür olarak geleceğimizi dönüştürdü. Tedrici (kademeli) değişim (Darwin’in evrimsel değişikliklerin kademe kademe meydana geldiğini öne sürmesi gibi) fikrinin gerçekleri yansıtmadığı yolundaki ilk kuşkuların kaynağı, sanıldığı gibi biyolojik değil ekonomik bulgulardı; özellikle Amerika’daki kölelik sistemi bu konuda farklı bir süreci işaret ediyordu. 1958 yılında Harvard’lı ekonomistler, Alfred Conrad ve John Meyer, köleliliğin insan ahlakına aykırı bir düzeni işaret ettiğini, ancak ekonomik açıdan anlamlı olduğunu savunan bir kitap yayımladı. KADEMELİ EVRİM TARTIŞMALARI Chicago Üniversitesi’nden ekonomist Robert Fogel’in bu önermeyi kabul etmesi olanaksızdı. Kendisi beyaz olan Fogel’in eşi zenciydi. Conrad ve Meyer’in haklı olmadıklarını kanıtlamak için tam 10 yılını verdi. Fogel, daha önceki çalışmalarında, tarihi olguların araştırılmasında, istatistiksel analizlerden ve ekonomiye dayalı matematiksel yöntemlerden yararlanılmasını savunan bir akıma öncülük etmişti (Bu çalışmaları kendisine 1993 yılında Nobel Ödülü kazandırdı). Rochester Üniversitesi’nden Stanley Engerman ile birlikte çalışan Fogel, kölelik konusundaki araştırmalarında da bu yöntemlerden yararlandı. 1974 yılında Fogel ve Engerman, Time on the Cross: An Economic Analysis of American Negro Slavery başlıklı çalışmalarında Conrad ve Meyer’in aslında iddialarında haklı olduklarını kabul etmek zorunda kaldı. Kölelik, ne kadar kabul edilemez olursa olsun, tarihçilerin dediği kadar verimsiz ve kârsız bir sistem de değildi. Fogel elde ettiği sonuçları şöyle özetliyordu: “Kölelerin çoğu, özellikle küçük çiftliklerde yaşayanlar, kuzeydeki özgür insanlardan daha iyi koşullarda yaşıyordu. Bu da bu zencilerin daha uzun ve sağlıklı yaşadıkları ve daha üretken oldukları anlamına geliyor. Bu çirkin bir sonuç ama veriler ortada.” 1988 yılında Fogel, verilerinin çok önemli bir trendi işaret ettiğini fark etti. Son birkaç yüzyıldır, özellikle 20. yüzyılda, Amerikalıların boyu giderek daha uzuyor, vücut hatları kalınlaşıyor ve daha uzun yaşıyorlardı. En önemlisi zenginleştikleri için daha iyi koşullarda yaşıyorlardı. Örneğin 1850 yılında ortalama bir Amerikan erkeğinin boyu 1.70 m., kilosu 66 kg iken, 1980’de boyları 1.78 m.’ye ve kiloları 79 kg’a çıktı. İleri araştırmalarda bu trendin yalnızca Amerikalılara özgü olmadığı, tüm dünyada geçerli olduğu anlaşıldı. Fogel bu gelişmeyi şöyle açıklıyor: “Son 300 yılda insanların ortalama yaşam süreleri neredeyse % 100 oranında arttı. Ayrıca daha sağlıklı ve sağlam bir vücut yapısına kavuştular.” Evrim penceresinden bakıldığında 300 yıl göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süredir. Dolayısıyla bu kadar radikal değişikliklerin meydana gelmesi için yeterli bir süre değildir. O halde bu değişiklikleri tetikleyen nedir? Fogel tam 20 yılını bu sorunun yanıtını araştırmaya ayırdı. Sonunda teknolojik gelişmelerin –gıda üretimi ve dağıtımı, hijyen, halk sağlığı ve tıptaki ilerlemeler süreklilik kazanmasıyla birlikte evrimsel değişikliklerin hızlandığı kanaatine vardı. Fogel bu gelişmeleri şöyle açıklıyor: “Son yüz yıldır insanların çevre üzerindeki kontrolleri hiç olmadığı kadar arttı. Bu artış o kadar üst sınırlara ulaştı ki, insanlar yalnızca diğer türlerden değil, Homo sapiens’in daha önceki kuşaklarından da kopmaya başladılar” diyor. Fogel, “teknofizyo evrimi” adını verdiği bu süreç ile EVRİME IŞIK TUTAN EKONOMİK BULGULAR ilgili görüşlerini, 2011 yılında Roderick Floud, Bernard Harris ve Sok Chul Hong adlı bilim insanlarıyla birlikte yazdığı The Changing Body isimli kitabında bilim dünyası ile paylaştı. Kitapta şöyle deniyordu. “Bir neslin sağlığı ve beslenmesi, anne ve bebekçocuk deneyimleri kanalıyla bir sonraki neslin daha sağlıklı ve uzun ömürlü olmasına katkı sağlar. Daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü olan bu neslin üyeleri, ayrıca daha çok çalışır ve daha sonraki nesillerin yararlanabilmesi için daha fazla miktarda kaynak üretir. Dolayısıyla sonraki nesiller gelişir ve daha zengin bir yaşam sürerler. Özetle teknoloji nesilleri sürekli olarak daha ileri taşır.” Bu görüşler aslında tamamen yeni değildi. Ekonomistler 100 yıldır boygeliruzun ömür arasındaki korelasyondan haberdardı. Bu noktada tam olarak açıklanmayan tek şey, bu korelasyonun altındaki mekanizmaydı. Bu açıklama daha sonraları epigenetik alanındaki gelişmelerden geldi. Epigenetik, dış çevresel etmenlerin yaşam boyunca genleri nasıl etkilediğini araştıran bilim dalıdır ve bu etkilerin bir sonraki nesle nasıl aktarıldığını açıklar. Bugün epigenetik uzmanları, kalıtsal değişiklikleri yaratan tek kuvvetin doğal seçilim olmadığını kanıtlayacak bilgi birikimine sahip. lojilerine bir göz atmak yeterli. Fetüse uygulanan testler, genetik tarama, hamilelik kontrolleri ve genetik danışma vb. Eskiden Down sendromu çok büyük bir sorundu. Bugün Down sendromlu fetüslerin % 90’ı sonlandırılıyor. Bu uygulamaları geleceğe doğru projekte ederseniz, çocuklarımızı arzu ettiğimiz gibi tasarlama olanağının çok da uzak olmadığını göreceksiniz. Ten rengini, göz rengini, kişilik özellikleri gibi tercihleri yaşama geçirebilirsiniz.” Bütün bu olasılıklar daha büyük bir soruyu akla getiriyor: Tamamen yepyeni bir tür yaratmak için ne kadar değişikliğe ihtiyaç var? Beynin evrimini araştıran Dartmouth College’dan sinir bilimci Richard Granger bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Bunun için çok uzun bir süre gerekmeyecektir sanırım. Köpekleri düşünün. Eskiden kurtlara benzerlerdi. Artık benzemiyorlar. Birkaç bin yıldan beri genleriyle oynayarak fiziksel olarak birbirinden tamamen farklı köpek cinsleri yarattık. Örneğin Danua (5060 kg) ve Şivava (1 kg) cinsi iki köpeğin doğal yollarla çiftleşmesi imkânsızdır. Köpekler için geçerli olan insanlar için de geçerlidir. Bugün Yeryüzü’ndeki tek insansı tür insandır. Ancak Biotechnology adındaki yaşam bilimleri şirketinin CEO’su Juan Enriquez’e göre bu durumun değişmesi kaçınılmaz: “Yepyeni bir insansı türün ortaya çıkması için bir ya da iki nesil beklememiz yeterli olacak. Bu yeni türe Homo evolutus adını verebiliriz, çünkü bu insansı, kendi evriminin ve diğer türlerinin evriminin kontrolünü tümüyle ele geçirecek.” Standart bilim kurgu öyküleri, insanoğlunun evrimini kontrolü altına almasından sonra üstün ırk çalışmalarına başlayacağını ileri sürer. Ancak gerçekte bu böyle olmaz. Bunun örneklerini çevremizde görmek olası. İnsanları daha zeki hale getirmek için yapılan müdahaleler hem geriye dönüşü olmayan hatalara, hem de başka bir özelliğin bozulmasına yol açabiliyor. Dahası herkesin farklı istekleri olduğunu düşünürsek, tek bir üstün ırk üzerinde antlaşmaya varılmasının olanaksız olduğu da ortaya çıkacaktır. Hessel bu konuda şöyle konuşuyor: “Hepimiz hâlâ insanız. Dolayısıyla kendi çocuklarımızı tasarlarken egomuzu ve yaratıcılığımızı tatmin etmek isteriz. Sonuçta ortaya çok çeşitli insan türleri çıkabilir. Bu türlerin de kendi aralarında başarılı bir şekilde üreyebilmeleri büyük bir olasılıkla mümkün olmayacaktır. Bu aşamada tür çeşitliliğinin artacağını söyleyebiliriz. Bu nedenle Homo evolutus alt türler için yeni bir Kambriyen Dönem’in* başlangıcı olabilir.” Derleyen: Reyhan Oksay Kaynak: Discover, Mart 2013 16 Ankara Üniversitesi Gıda Mühendisliği Bölümü”[email protected]” <Aziz. [email protected]> HOMO EVOLUTUS UFUKTA TEKNOLOJİ VE BİYOLOJİ ARASINDAKİ SİNERJİ Bir bütünün, kendini oluşturan parçaların toplamından daha büyük olduğu kuramından hareketle Fogel, teknoloji ve biyoloji arasında bir sinerji olduğunu şöyle açıklıyor: “Pastörizasyon, hava kirliliğinde azalma, su kaynaklarının temizlenmesi gibi tek bir olumlu gelişme, popülasyonlar üzerinde kalıtımsal etkiler yaratır, hem de eskisinden daha büyük bir hızla. Şu sürece bir bir göz atalım: İnsan, 200.000 yıllık bir türdür. Yeryüzü’nde ilk ortaya çıktığımızda yaşam süremiz yalnızca 20 yıldı. 20. yüzyılın başlarında 44 yıla çıktı. Yani 200.000 yıllık bir süre içinde 24 yıl kazanmışız. Fakat bugün insan ömrü yaklaşık 80 yıla çıktı. Basit dediğimiz gelişmeler, zaman içinde birikerek, tek bir yüzyıl içinde insan ömrünü iki misline çıkartmaya yetti.” Fogel’in öne sürdüğü bu fikirler yavaş yavaş ekonominin sınırları dışına taşmaya başladı. Antropologlardan popülasyon genetikçilerine kadar çok farklı alanlardan gelen bilim insanları teknofizyo evrim konusuna ilgi duymaya başladılar. St. Andrews Üniversitesi’nden evrim biyoloğu Kevin Laland 2000 yılında yazdığı “Behavioral and Brain Sciences” başlıklı makalesinde, teknofizyo evrim sıçramalarını evrim ile bir tutuyor. Laland’a göre doğal bir felaket yerine kültür de yeni nişler oluşturabiliyor. Bu ikisi arasındaki en önemli fark, değişikliğin hızı. Doğal olarak meydana gelen jeolojik olaylar nadirdir. Niş değiştiren teknolojik gelişmeler hem daha hızlıdır, hem de ivmesi sürekli artmaktadır. Bu ikisi arasındaki fark sanıldığı kadar önemsiz değildir. Son yıllarda bilim insanları aynı logaritmik büyüme hızının bilgisayar teknolojisinde de geçerli olduğunu keşfetti. (Örneğin Moore Yasası’na göre bilgisayarlardaki çiplerin entegre devresinin 12 ile 24 ayda bir ikiye katlanıyor olması). Aynı logaritmik büyüme, yapay zekâ, nanoteknoloji, biyoloji, robotik, sensörler, vb. gibi alanlarda da görülüyor. Standart tıbbi uygulamaları, kişiye özel hale getirmeyi amaçlayan genom çalışmalarının maliyeti, ilk başlarda 3 milyar dolardı; 2012’de 1.000 dolara kadar indi. 10 yıl içerisinde insan genomunun çıkartılmasının maliyeti 10 doların altına bile inebilir. Standart tıbbi gelişmelerin insan ömrünü bir yüzyıl içinde ikiye katladığını düşünürseniz, kişiselleştirimiş ve koruyucu tıbbın bu süreyi nerelere kadar uzatabileceğini varın hesap edin. ÜSTÜN IRK ÇALIŞMALARI MI? HOMO SAPIENS’TEN KOPUŞ Teknofizyo evrim, dış çevre üzerindeki kontrolümüzün artmasından biyolojimizin nasıl etkilendiğini gösterir. Bugün en hızlı teknolojilerin pek çoğu Darwinci aracıyı, yani doğal seçilimi ortadan kaldırıyor ve genlere doğrudan müdahale etme imkanını veriyor. Teknolojinin evrimle ilgili tüm tartışmaları farklı bir platforma taşıdığını söyleyen Singularity Üniversitesi’nden biyoinformatik bölümü yöneticisi Andrew Hessel’in, teknoloji ve evrim ilişkisi konusundaki görüşleri şöyle: “Teknolojinin olağanüstü rolünü anlamak için üreme tekno DOĞAL SEÇİLİMİ KALDIRAN TEKNOLOJİLER www.urbandictionary.com/define.php?term=homo%20evolutus http://www.ted.com/talks/juanenriquezwillourkids beadifferentspecies.html#! Ekim 1945, FAO’nun kuruluş günü. 1979’dan beri Dünya Gıda Günü olarak kutlanıyor. Zamanın Macaristan Tarım Bakanı Dr. Pal Romany öneriyor ve FAO genel kurulu onaylıyor. Gerçi “kutlama” kavramı günün anlamı ile bağdaşmıyor. Çünkü bir başarı veya olumlu bir durum söz konusu değil. Tam tersine bir olumsuzluğa dikkat çekilmek isteniyor. Yoksulluğa, yetersiz beslenmeye ve açlığa vurgu yapılması ve farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Dünyada aç insan sayısına ilişkin istatistikler 1969 yılında başlıyor. FAO verilerine göre, 196971 döneminde 958 milyon olan aç insan sayısı, 200911 döneminde 925 milyondur. Dolayısı ile 40 yılda belirgin bir azalma söz konusu değil. Böyle giderse olacağı da yok. Roma’da gerçekleşen 1996 Dünya Gıda Zirvesi’nde “açlığın 2015 yılında yarılanma” hedefi açıklanıyor. Hem de devlet ve hükümet başkanları tarafından. Ancak evdeki hesap çarşıya uymuyor. Çünkü açlığın nedeni yanlış yerde aranıyor. Yıllardan beri, açlığın nüfusun hızlı artışından ve gıda üretiminin yetersizliğinden kaynaklandığı belirtiliyor!.. Oysa olgular bu görüşü doğrulamıyor.Dünya nüfusu son 50 yılda 2 kat artarken gıda üretimi 3 kat artıyor. Ancak bu artış açlığın azalmasına değil tam tersine dünyanın başka bölgelerinde obezitenin artmasına yol açıyor. Dolayısı ile güncel açlığın nedeni ne nüfus fazlalığıdır ne de gıda yetersizliği. Buna yol açan gıda paylaşımındaki dengesizliktir. Bu gerçek herkes tarafından biliniyor ama nedense bilmezden geliniyor!.. Dünya ölçeğindeki bu dengesizliğin bir tarafında “global güney”, diğer tarafında ise “global kuzey” yer alıyor. Global güney kavramı; AsyaPasifik, Sahraltı Afrika, Latin Amerika ve YakınDoğu’dan oluşan bölgeyi tanımlıyor. Dünya nüfusunun %80’i bu bölgede yaşıyor ama üretimden aldığı pay yaklaşık %20. FAO verilerine göre kronik açlık çekenlerin %98’i bu bölgede bulunuyor. Global kuzeyde ise dünya nüfusunun yaklaşık %20 ’si yaşıyor ama gelirden aldığı pay %80 dolayında. Kronik açlık çekenlerin yalnızca %2’si bu bölgede yaşıyor. Global kuzey, tarım ve gıda üretiminin de yoğunlaştığı bölge. Bu yoğunlaşmada; ekolojinin tarıma uygunluğu, girdili tarıma geçiş önceliği, çiftçiye devlet desteği, maliyetin düşüklüğü ve ihracat olanağı gibi birçok faktör etkili. Global güneyde ise nerdeyse bunun tam tersi yaşanıyor. Ekoloji tarıma elverişli değil, borç yükü tarıma yatırımı engelliyor, çiftçiye devlet desteği yok. Buna global kuzeyin yıkıcı rekabeti de eklenince çiftçilik giderek terk ediliyor. Yoksulluk ve açlık yaygınlaşıyor. Buna bağlı olarak dünyanın huzuru da kaçıyor ve insancıl duygularla çözüm arayışları başlıyor. Çok sayıda yaklaşım ya da model tartışılıyor. Gıda üretiminin artırılmasını yeterli gören Batı yaklaşımı, gıda paylaşımının dengelenmesine odaklı gıda adaleti, her topluluğun kendi gıda politikasını kendisinin belirlemesini savunan gıda hegemonyası, bölgesel gümrük korumacılığını öngören tarım ortak pazarı ve varsıl ülkelerin gönüllü bağışlarına dayanan gıda yardımı gibi. Bu yaklaşımlardan her birinin doğru tarafları olsa da hiçbiri açlığa çözüm olamadığı bir gerçektir. Örneğin, eğer paylaşım dengeli değilse üretim artışının yeterli olmadığı artık görülüyor. Gıda paylaşımının dengelenmesi ülkelerin uzlaşmasını gerektiriyor. Oysa bu uzlaşmanın sağlanamayacağı ve sağlansa bile kalıcı olamayacağı biliniyor. Gıda hegemonyası her ülkenin hakkı olsa da uygulanması önündeki engeller biliniyor. Bu engellerin kalkması uzun soluklu bir mücadele gerektiriyor. Varsıl ülkelerin yardımı tam bir oyalama. Bağış toplamı dünya gıda üretiminin binde 3’ü kadar. Yani devenin kulağı bile değil. Çünkü açlıktan etkilenen insan sayısı dünya nüfusunun yüzde 15’i kadar. Ayrıca yardım için verilen sözlerin çoğu kez tutulmadığı da biliniyor. Kalıcı çözüm tarımsal üretimin yaygınlaşmasından geçiyor olamaz mı? Yeni insanların ve yeni bölgelerin tarımsal üretim ile buluşmasından… Yani, yoksulluğu yaşayanların yaşadıkları ülkelerde tarımsal üretime katılmasından. Aile ölçeğinde ve kooperatif çatısı altında doğa dostu tarım uygulamasından. Günah çıkarmak yerine bunu tartışsak daha doğru olmaz mı? Sesleri çıkabilse 1 milyar insan, “bu yıl da açız” diye haykıracak ama biz hala her yıl, 16 Ekim günü, günah çıkarmaya devam ediyoruz!.. BESLENME ARAŞTIRMALARI EVRİM ARAŞTIRMALARI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle