24 Aralık 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SON ARAŞTIRMALAR Sigara içimi beyinde kalıcı izler bırakıyor sigara içimi bırakıldığında huzursuzluk, gerginlik, korku, baş ağrısı, uyku sorunu, dikkat bozukluğu, açlık hissi ve kilo artışı gibi “yoksunluk semptomları” başlıyor. mGluR5 reseptörü üzerinde etkili olan ilaçlar, yoksunluk semptomları ve nikotin tüketiminin diğer psişik sonuçlarını azaltarak sigarayı bırakmak isteyenlere yardımcı olabilir. CBT 1346/ 6 4 Ocak 2013 İsviçreli bilim insanları tütün içiminin beyinde de izler bıraktığını saptadı. Sigara ve benzeri ürünleri içmek kronik obstrüktif akciğer hastalığı ya da akciğer kanseri gibi çeşitli solunum yolları hastalıklarına sebep olur. Ancak bu bağımlılığın beyindeki sinyal iletiminde de kalıcı etkiler yaptığı kesin bilinmiyordu. Bern Üniversitesi, ETH Zürich ve Zürich Üniversitesi bilimcilerine göre, sinyal iletimindeki en önemli reseptör olan glutamat reseptörü, sigara içenlerde %30 kadar daha düşük oranda bulunuyor (Proceedings of the National Academy of Sciences). Sigara içmek dünya genelinde gitgide daha önemli bir toplum hastalığı haline geldi. Sigara içimi yüzünden her yıl beş milyon kişi yaşamını yitiriyor ve tahminlere göre bu sayı 2030 yılına dek on milyona çıkacak. Nikotin bağımlılığı çok ciddi: Sigara içen kadın ve erkeklerin %90’ı sigarayı bırakmayı çok zor buluyor. Dörtte üçü bırakmayı deniyorsa da sadece çok azları başarılı oluyor. Sigara içiminin bireyler ve toplum üzerindeki olağanüstü etkilerine rağmen bugüne kadar nikotin tüketiminin beyin üzerindeki uzun vadeli etkilerini kanıtlamak ve anlamak Resimde sigara içenlerin, sigarayı bırakanların ve hiç içmeyenlerin (yukarıdan aşağı) beyinle mümkün olrindeki glutamat reseptörünün oranı (kırmızı) gös mamıştı. İşte İsviçreli araşteriliyor. tırmacılar bunu başardı. Nikotin bağımlılığının gelişimi bir tür öğrenme süreci. Beyin uyarı maddesi glutamat bu konuda en önemli rolü üstleniyor. Bu yüzden araştırmacılar sigara içenlerde, sigarayı bırakanlarda ve hiç sigara içmeyenlerde glutamat sistemini incelemişler. Bunun için de pozitron emisyon tomografisinin yeni bir yöntemiyle glutamat sisteminin önemli bir proteini ölçülmüş: Glutamat reseptörü 5 (mGluR5). Glutamat reseptörleri beyindeki sinyal aktarımında çok önemli bir rol oynar. Reseptörün miktarı sigara içenlerde ortalama olarak yüzde yirmi azalmış, hatta bazı beyin bölgelerinde yüzde otuza kadar. Ortalama olarak 25 haftadır sigara içmeyenlerde bile yüzde on ila yüze yirmilik bir azalma var. Özellikle de sigarayı bırakanlarda reseptör sayısının yeniden normale dönmesinin çok uzun sürmesi şaşırtıcı olmuş uzmanlar için. Nikotin, beyinde uyarıcı olduğu kadar rahatlatıcı bir etki de bırakır ve kısa vadeli olarak konsantrasyon yetisini iyileştirebilir. Ama ne var ki tekrarlanan nikotin tüketimi sonucunda pozitif etkiler azalıyor ve III. Ramses boğazı kesilerek öldürülmüş Efsanevi firavun III.Ramses’in ölüm ne deni açıklığa kavuştu. Anlaşıldığı üzere firavunun boğazı bir “harem komplosu” sırasında keskin bir bıçakla kesilmiş (Avrupa Akademisi Mumya ve Buz Adam Enstitüsü –EURAC; British Medical Journal). Firavun yaklaşık İ.Ö.1155 yılında tahttan indirilmiş. Cinayet, oğullarından biri olan ve ilk kez genetik olarak tanımlanan prens Pentawere tarafından gerçekleştirilmiş. Ayrıca firavunun iki eşinden biri olan Tiye de cinayet ortağıydı. DNA testi ve bilgisayar tomografisi gibi çeşitli incelemeler Kahire Müzesi’nde gerçekleştirilmiş. Mumyaya, mumyalayıcılar tarafından takılan amulet de (muska) bu tezi doğruluyor. III.Ramses’in mumyasının aksine oğlu prens Pentawere’nin kalıntıları tamamen aydınlatılmış değil. Fakat ilk kez yeni DNA incelemeleri sayesinde “Bilinmeyen adam E” olarak saklanan mumyanın öldüğü tarihte 1820 yaşlarında olan prense ait olduğu tespit edilmiş. Günümüze dek korunagelen papirüslerde cinayetin ardından gerçekleştirilen mahkemede Pentawere’in suçlu bulunduğu ve prensin bu karardan sonra intihar ettiğinden söz ediliyor. Bir İngiliz ve bir Alman bilim insanı yaşamın oluşumuyla ilgili yeni bir teori sundu. Nick Lane (London College Üniversitesi) ve William Martin’e (Düsseldorf Üniversitesi) göre ilk hücre duvarları anorganik mineral maddelerden oluşmuş. İlk hücreler enerjilerini derin deniz kaynaklarından almışlar. Yaşamın doğuşunu araştıran bilim insanlarının çoğu ilk bilgi taşıyıcıya odaklanırlar. Büyük bir olasılıkla DNA değildi, araştırmacılar daha çok RNA’ya şans verirler. Buna göre ilk işlevsel moleküller, RNA yapıtaşlarından oluşan ilkel bir bulamaçta çoğalmaya başlamışlardı. Bilim dilinde bu senaryoya “RNADünyası” denir. Lane ve Martin şimdi dikkatleri başka bir yöne çektiler. Nasıl tüm canlılardaki genetik kod aynıysa, tüm hayvanlarda, bitkilerde ve mikroorganizmalarda enerji kazanımı evrensel bir ilkeye göre işliyor. Hücreler örneğin enerjiyi zarın iç ve dış kenarına “inşa ettikleri” iyon gradyantlarıyla kazanır ve depolarlar. Bu ilkeden ilk protohücreler yararlanmıştı diyor mikrobiyologlar Cell dergisinde. Ve bunlar ilk başta organik kö Yaşam bir mineralle mi başladı? niz kaynakları gibi çok benzer kimyaya sahip olmaları nedeniyle akla yatkın geliyor. Lane ve Martin’in düşüncelerine göre bunun sonucunda genler ve proteinler yarıklara girerek, metabolizmayı adım adım zenginleştirmişler. İki araştırmacı ilk genlerin ne şekilde görünmüş olabilecekleri hakkında bir şey söylemiyorlar. Bilim insanlarının görüşlerine, İskoç kimyacı Graham CairnsSmith’in teorisi uyabilir. Kimyacı ilk genlerin RNA’dan değil kil minerallerinden oluştuğunu düşünüyor. kenli değildi. Lane ve Martin’e göre ilk protohücreler demir ve kükürt minerallerinin küçük boşluklarında oluşmuştu. Bu tür boşluklar günümüzde de mesela derin denizlerdeki sıcak su kaynaklarında (hidrotermal yarıklar) bulunur. Bu kaynaklar, yaşam alternatif enerji kaynaklarını kullanmayı öğrenene dek ilk metabolizma için enerji üretmiş olmalı. Bu senaryo, hidrojen ve karbondioksit ile beslenen basit bakterilerin, belli başlı derin de Yeşil veya siyah, çay sağlığa iyi geliyor. Epidemiyolojik araştırmalara göre düzenli çay içenler, osteoporoz, kanser veya kalpdolaşım hastalıklarına daha ender yakalanıyor. Bunun nedeni bugüne kadar bilinmiyordu. Jacobs Üniversitesi bilim insanları şimdi belli başlı çay içerikleri ve insan DNA’sı arasında moleküler biyolojik bir etkileşimin bulunduğunu saptadı. Bunlar çayın pozitif etkilerinden sorumlu (Food & Function). Şimdiye kadar çaydaki sağlığa yararlı etkinin özellikle de antioksidatif etkinin polifenollere bağlı olduğu sanılıyordu. Bu doğal maddeler bir fincan çaydaki kuru çayın yüzde yetmişini oluşturur ve siyah çayda 30.000 kadar farklı bileşimde bulunuyor. Antioksidanlar, agresif kimyasal bileşimler olan serbest radikalleri zararsız hale getirerek dokulardaki bozuklukları önlüyor. Ancak son beş yılda gerçekleştirilen yeni araştırmalar, polifenollerin doğrudan doğruya antioksidatif etkiyi doğurmadıklarını gösterdi. Bu nedenle çay için tipik olan bitkisel maddelerin sağlık üzerindeki etkisinin kesin etki mekanizması açıklanamamıştı. Fakat polifenollerin özellikle de hücre çekirdeklerinde biriktiği fark edilmişti. Bunların buradaki etkisini şimdi Nikolai Kuhnert yönetiminde çalışan ekip ayrıntılı bir şekilde inceledi. Bilim insanları çeşitli spektroskopi yöntemleriyle polifenol mole Çayın sağlık üzerindeki olağanüstü etkisi HIvirüsünün hücreye ne şekilde girdiği çözüldü İspanyol ve Alman bilim insanları HIvirüsünün insanın bağışıklık hücrelerine ne şekilde girdiğini buldu. Bu konuda virüse özel bir molekül yardımcı oluyor. Siglec1 olarak isimlendirilen taşıyıcı protein, virüsle mücadelede yardımcı olabilecek (PloS Biology). Dendritik hücreler virüs veya bakteri gibi hastalık etkenleriyle karşılaştıklarında bunları yakalayıp sindiriyor ve zararsız hale getirdikleri hastalık etkenlerinin parçalarını yüzeylerine atarak diğer bağışıklık hücrelerini uyarıyor. Uyarılan hücrelere, yabancı maddeleri tanıyarak savunma reaksiyonunu harekete geçiren yardımcı Thücreleri de dahil. Ne var ki HI virüsünün hedefinde tam da bu Thücreleri bulunur. Enfeksiyon süresince bunların sayıları gitgide azalır ve bağışıklık sistemi en nihayetinde çöker. Bunun sonucunda ise AIDS hastalığı gelişir. Fakat dendritik hücreler en yaygın olan HIvirüs türüne (HIV 1) karşı neredeyse tamamen bağışıklar. Buna rağmen enfeksiyonun bedende yayılmasında yine de önemli bir rol oynuyor. Gerçi virüsleri yine yakalıyor ve hücrenin içinde saklıyorlar. Ancak normalde olduğu gibi parçalayıp zararsız hale getirmek yerine, yardımcı Thücrelerine parçalanmamış ve bulaşıcı virüsleri sunuyorlar. Bu hücreden hücreye doğrudan temas yüzünden, birçok yardımcı Thücresi enfeksiyona yakalanıyor ki bu da enfeksiyon sürecini hızlandırıyor. Siclec1’in işlevini incelemek isteyen araştırmacılar proteini bloke etmiş ya da dendritik hücrelerin bu proteini üretmelerini engellemişler. Bunun üzerine neredeyse hiç virüs girememiş hücreleri. Deneyler sırasında ayrıca Thücrelerine aktarım bile durdurulabilmiş. Bilim insanları bu yüzden Siglec 1’in enfeksiyonu yavaşlatacak etkili bir tedavi yöntemine izin vereceğine inanmakta.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle