24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

•KÜLTÜR• DOĞAN KUBAN Tarihi çevreyi koruma söz konusu değil Türkiye’de eski Safranbolu ve antik sitler dışında devlet tarafından korunduğu kanıtlanacak bir tarihi kent dokusu kalmadı. Birkaç ev, bir iki sokak örnek gösterilerek kendimizi aldatmaktan vazgeçelim. İtalya, Almanya, Fransa, Amerika, İngiltere, Avrupa’nın her yıl turistle dolan kentlerinde Paris, Roma, Floransa, Viyana gibi en ünlülerini değil, AixenProvence, Salzburg, Heidelberg, Cambridge gibi küçük kentleri anımsayalım. K urumlar var, yasalar var, Kültür Bakanlığı, koruma kurulları, yüksek kurullar, ICOMOS, ICOM, UNESCO, Europa Nostra’nın Türkiye temsilcisi olan bir dernek, sivil toplum kuruluşları var. Ama korunan bir kent dokusu yok. Partiler ulusal kültür âşıkları. Fakat anlaşılan buna kent ve yaşadığınız ev dahil değil. Koruma kurulları 1. sınıf önemli yapıları 2. sınıf yapıyorlar. 1. sınıf koruma alanlarına gökdelen dikilmesine izin veriyorlar. Fakat bir ahıra da birinci sınıf eski eser diye savunma yapabiliyorlar. Bir köşke boya izni vermek için bir yıl bekliyorlar. Eski tiyatroları yıkıp, tescilli eski binalara kat izinleri veriyorlar. stanbul’da 1971 yılında onaylanmış koruma alanlarında birkaç tane zavallı ahşap yapı kaldı. Yani sonuçlar evlere şenlik. Kısa bir süre önce Europa Nostra adlı Avrupa derneğinin Türkiye şubesi kurulmuş. Bu dernek sanırım 1963’den bu yana Avrupa’da kentsel tarihi çevrenin korunması için sponsorluk eden bir kuruluştur. Onunla ilgili olarak Orhan Silier’in derlediği küçük bir kitap verdiler, ‘Onlar Nasıl Başarıyor’ adını taşıyor. Bu konuyla altmış yıldır uğraşan bir uzman olarak bizim neden başarılı olmadığımızı biliyorum. Bu ülkede 1951’den başlayarak mimarlık öğrencilerine bir yıl boyunca restorasyon dersi verilen bir teknik üniversite var. 1951’de Gayrimenkul ve Anıtlar Yüksek Kurulu kuruldu. Mimarlık fakültelerinde çok sayıda restorasyon bölümü ve özellikle 1970’lerden başlayarak, yoğunlaşan bir restorasyon eğitimi var. Türkiye’de Avrupa’da olan bitenleri çok iyi bilen sayısız uzman ve uzman olmayan kişi var. Korunmuş Avrupa kentlerini gören milyonlar var. Bütün kentleri tarihi doku ve konutlardan temizleyip çirkin apartmanlarla dolduran belediyeci ve politikacılar da ke sinlikle Avrupa’yı, Paris’i, Roma’yı, Londra’yı, talya’yı, Fransa’yı gördüler. Böyle bir birikimi görmelerine ve bilmelerine karşın Türkiye’nin bütün kentlerinde tarihi dokunun altmış yıl boyunca yok edilmesine neden olan bu inşaat açlığı nereden kaynaklanıyor? Bu bilinçsiz bir yağma ekonomisi değilse nedir? Sevgili okuyucular, stanbul Belediyesi’nin Osmanlı konaklarını ihya etmesi gibi dünyada var olmayan çocukça projeleri, nasıl bir bilgi ve düşünce çarpıklığını yansıtıyor, bilmiyorum. Fakat çevre koruma ve restorasyon uygulamalarının ehil olmayan ellerde yapıldığın gösteriyor. Bugün koruma sorunun içeriği değişti. Çünkü konut dokusu kalmadı. Daha zor ve duyarlı olunması gereken bir kentsel tasarım sorunu var. Kentsel koruma adı altında, uydurma bir yenileme uygulaması yapıyorlar. Bunun koruma literatüründe yeri yoktur. Var olan anıtlarla, yok olan dokusal ölçüler arasında restoratörlerin hiçbir zaman düşünmedikleri ve yapamayacakları bir kentsel mekân imajı yaratılması sorunu, yeni bir kent kurgulaması sorunu vardır. Restoratörler ayakta kalmış binaları ve ören yerlerini ölçü hissini yitirmiş bir yapı spekülasyonundan da kurtarabilirlerse, ülke kültürüne büyük hizmet etmiş olur. Ama bilinçli patron da onlar kadar önemli. Onlar nerede? Bugünkü uygulamaların tarihi çevre korumakla ilgisi yoktur. Türkiye’de her dönemde bürokrasi ve her dönemde politikacı bunu dışlamıştır. Oysa bu olgu tüccarın, müteahhidin, işadamının, parti üyelerinin, esnafın, işçinin, mimarların, hatta deneyimsiz kurulların da altından kalkacağı bir iş olmaktan çıkmıştır. Sadece politikacılar değil, halk, okumuşlar, hukukçular, bürokrasi buna Kültür Bakanlığı ve Kurullarda çalışanlar da dahil büyük bir oranda bugünkü UYDURMA YEN LEME yıkımı anlayacak şekilde yetişmedi. Türkiye’de en ciddi kültürel ve simgesel sorunlardan biri olan, uğrunda çok çaba sarf edilmiş bu konu, toplumun tarihi ve estetik bilinçsizliği, cehaleti ve yağma ekonomisinin kentsel gelişme ve yapılaşmanın kanını emen karakteri karşısında iflas etti. Bu, kültür yoksulluğunun dev bir göstergesidir. Toplumun bilinçlenemediği konular şunlar: Tarihi yansıtan kentsel doku, siluet ve yapıların saptanması sadece uzmanlarca yapılır. Bu konu diploması olan mimar, sanat tarihçisi, arkeolog, avukat, politikacı, belediyeci hatta restoratörün de bilgisini aşan deneyimli uzmanların konusudur. Fiziksel çevreyi tamamlayan, mimari anıtla ve kentsel dokuyla bütünleşerek, çerçeve oluşturmuş doğal yapı da (topografya ve bitki dahil) koruma konusudur. Bu kararı da ekolojistler, çevreciler, biyologlar verebilir. Burada diplomalı değil, deneyimli uzmanlar söz konusudur. Kültürel irade ve onu yansıtması gereken politik irade tek yapının, onu içeren doku ve bu dokunun doğal topografya ve flora içindeki konumunun yarattığı biçimsel düzenlere karşı saygı ve sevgi ifadesi olan bir kültürel duyarlığı yansıtamıyorsa, bu gerçekleşmez. Bu duyarlık kentsel kültürün ve uygarlığın da en üst düzeyidir. Bizdeki zorluk da oradan kaynaklanıyor. Sayın okuyucular, Tarihi çevreyi koruma konusunu belirleyen olgular, kurumlaşma, çağdaş davranışlar Avrupa’da gelişmiş ve oradan dünyaya empoze edilmiştir. Biz Batılılaşmanın neredeyse üç yüzüncü yılında ne yazık ki sürece, hâlâ yok edici olarak katılıyoruz.. Arabayı, televizyonu vb. şeyleri pek beğenenler, marka olmak isteyenler, tarihi korumayı, bilimi, sanatı, müzeyi, kitaplığa sahip çıkmaya yanaşamadı. Dünyanın bildiği sorunları ve kuralları yok sayan ve sahip çıkmayan bir toplum bilgisizdir. Bu tartışılamayacak kadar açık bir konudur. Avrupa’nın fiziksel görüntüsü bizim bu alanda geri kalmışlığımızı yüzümüze çarpan bir kanıttır. B Osmanlılarda “Benim oğlum bina okur, döner, döner yine okur!” diye bir tekerleme vardır. Burada ‘bina’ bir din kitabıdır. Bu bir işi bir türlü anlamadığı için ilk hatalarını yineleyen insanlar için söylenirdi. D Ü N Y A G Ö S T E RG E L E Rİ Tayfun Akgül Zenginlik ve mutluluk arasındaki güçlü korelasyon Ekonomistler 70 yıldan beri ekonomik zenginliği ölçmek için çaba harcıyor. Ölçek olarak kullanılan GSMH (Gayrı safi milli hasıla) ne yazık ki doğal kaynakların tükenmesini ve gönüllülüğe dayan ücretsiz hizmetleri hesaba katmadığı için zenginliği tam olarak ölçemiyor. OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) 24 Mayıs tarihinde ulusların zenginliğini ölçmek için alternatif bir ölçüm yöntemi geliştirdiğini açıkladı. Bu yöntemde 34 üye ülke 11 sektördeki 20 farklı gösterge ile değerlendiriliyor. Bu göstergeler, yaşam tarzının insanlarda uyandırdığı tatminden çevre kirliliğine dek uzanıyor. Kullanıcılar, etkileşimli bir araçtan (http://www.oecdbetterlifeindex.org/) yararlanarak her sektörün ağırlığını kendi görüşleri uyarınca değiştirebiliyor. Tabloda Daha İyi Yaşam Endeksi adı altındaki mutluluk ölçeği, kişi başına düşen GSMH ile karşılaştırılıyor. Satın alma gücü paritesine göre belirlenen GSMH, her ülkenin geçim endeksine göre ayarlanmış bir değerdir. Paranın mutluluk satın alamadığı söylense de, bu yeni alternatif ölçüm sisteminde zenginlik ile mutluluk arasında güçlü bir korelasyon olduğu görülüyor. Daha iyi yaşam endeksi CBT 1263/2 3 Haziran 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle