Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
•KÜLTÜR• DOĞAN KUBAN Gerçeği görmekte neden zorlanıyoruz? Acaba günde ortalama beş saat televizyon seyreden Türk halkı resim yapmanın 1000 yıldan bu yana İslam dünyasında şer’an caiz olmadığını, en azından kuşkulu bir uğraş olduğunu biliyor mu? G erçi bütün Müslüman sultanların görkemli minyatürlerle süslü kitapları olduğunu ve Osmanlı sarayında nakkaşların bir ehli hırfet olarak örgütlenmiş olduğunu bilenler çoktur. Ama herkesin aklına şu ya da bu padişahın Fransız kralları ya da papalar gibi güzel portreleri neye yok diye sorduğu olmamış mıdır? Herkesin telefonuyla bile fotoğraf çektiği bu çağda yaşayanlara bizde resim ve heykel sanatlarının niçin gelişmediğini hiç düşünürler mi acaba? Yoksa bu halk eline verilen cicili bicili oyuncakla oynayan çocuklara mı benziyor? 2. Mahmut 1826’dan sonra kendi resimlerini devlet dairelerine astırdığı zaman mollalar kıyamet koparmışlardı. Gericiler 2. Mahmut’a ‘gavur padişah’ diyorlardı. Tarihçi Lütfü Efendi sultanın yaptıklarını haklı göstermek için “Resim yolu ile anlama geçilebileceği için bazı kimselerin resimlerini yapıp saklamak , tarih ve soyu saptamak bağlamında büyük faydalar sağlar. Sultan Mahmut Han gibi devleti yenileştiren bir kişinin nam ve şanı için sanatla yapılmış resminin saklanması yukarıdaki kurala uyar. Bu iyi niyet gösterisidir. Yoksa Allah korusun bunda tapma ve cisimlenme (yaşam verme) anlamı yoktur.” Diyordu. Ondokuzuncu yüzyılda bir Türk tarihçisi kamu oyunun padişah portresini bir ikon, bir put gibi algılamasından korkuyordu. Şimdi sokaklarda politikacı resminden geçilmiyor. Bizim toplumun içinde bunaldığı kültürel çelişkiler arasında savrulan insancıkların gerçeklikle bir sorunları yok. Deve kuşluğunu kültürel genlerinde saklıyorlar. Fotoğraflarıyla kentlerin duvarlarını süsleyenlerin neden heykellerinin yapılmadığını sormak kimsenin aklına gelmiyor. Ara sıra heykeller kırılıp ortadan kaldırıldığı, ya da, tablolar sergilerden uzaklaştırıldığı zaman halk tümden duyarsız davranıyor. Fakat devlet büyüklerinin, ünlü insanların duvarları, gazete ve dergi sayfalarını dolduran resimlerinden de vazgeçilmesi söz konusu olmuyor. 3. Ahmed’in Surname’sinde sultanın birbirinin aynı basit portreleri var. Avrupa tarihine içerik kazandıran bütün devlet adamları, düşünürler, yazarlar ve sanatçıların gerçekçi portreleriyle 3. Ahmet’in Surname’deki portresini yan yana koyduğunuz zaman ,3. Ahmet’in kişiliği bağlamında bilgi edine mezsiniz. Bir iki çizgiye indirgenmiş ve yüzlerce kez yinelenmiş karikatür sadeliğinde bir portreden insanın psikolojik derinliği hakkında bir bilgi edinmek olasılığı yoktur. 3. Ahmed’in kimliği hakkında bir bilgi edinmek isterseniz nereye başvuracaksınız? Osmanlı Edebiyatında biyografi de yok. Bütün Osmanlı edebiyat tarihlerini tarayın. Birkaç paragraflık bir biyografik not bulamazsınız. Osmanlı yazarları sultanların, vezirlerin yaptıkları işleri yazarlar. Fakat insan varlığıyla ilgilenmemişler. Gerçi Tanzimat’tan sonra bizim yazarlarımız da biyografi ile ilgilenmişler. Geçenlerde Beşir Fuad’ın (Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat, hazırlayan Handan nci) kitabında Victor Hugo biyografisini okudum. Fakat bu çok yeni ve Victor Hugo üzerine. Biz Osmanlı sultanlarını, eşlerini, sadrazamlarını ne fizyonomileriyle ne biyografileriyle tanıyoruz. Neden Osmanlılar biyografi yazmamışlardı? Belki kulu oldukları sultana ilişkin bir değerlendirmede bulunmak ya da değerlendirmede bulundukları intibaı vermeğe cesaret edemiyorlardı. Bu nedenle biz yüzyıllarca imparatorluğu idare edenlerin, değil psikolojik kişilikleri konusunda, davranışları hatta fizyonomileri üzerinde de doğru dürüst bir bilgi sahibi olmadık. Sadece bir idareci bir yere sürüldüğü ya da kellesinin kesilmesi buyrulduğu zaman radei Şahane’nin gazabının dehşetini ve gücünü öğreniyoruz. Sultanlara ilişkin bir şey yazmayanlar diğer büyüklere ve başka insanlara ilişkin de bir şey yazmamışlar. Görünüşe göre övgü ya da sövgü ifade eden birkaç mısra dışında çağdaşlarının yaşamlarıyla da ilgilenmemişlerdir. Kişilerle ilgilenmeyen bu insanlar, içinde yaşadıkları toplum için ne düşünmüşler? O da yok. 19. yüzyılda Türkçe roman ortaya çıkana kadar Osmanlı toplumunu dolaylı olarak bazı belgelerden ya da yabancı gözlemcilerden öğrenebilirsiniz. Osmanlı’da kişi yoktur. Kul vardır. Osmanlı insanı ne resmini, ne heykelini, ne de yazılı tanımlanmasını bilmediğiniz bir varlıktır. Sadece toplumsal işlevini (vezir, kadı, beylerbeyi, ağa, yeniçeri, ehli hırfet’ten biri) biliriz. Giysisi hakkında da çokluk yabancı ressamların çizdiklerinden bir şey öğrenmek olasıdır. En büyük sanatçımız Sinan’ın insan kimliğine ilişkin bir şey biliyor mu DÜŞÜNCELER N DE B LM YORUZ K ML K B G LER YOK sunuz? Michelangelo, Leonardo gibi bir portresi yok. Vasari gibi hakkında bir şey yazan da yok. Nasılsa bir Sai Çelebi çıkıyor. O da Sinan’ın insan kimliğinden söz etmiyor. Sultan Ahmed, Sinan, Sokollu bir takım işaret niteliğinde adlar. Osmanlı toplumu insanı merak etmemiş. Bunun nedenini anlamaya çalışmamız gerek. Bunu söylerken bu toplumun doğa ile ilgilenmediğini de fark ediyoruz. Dünya bilimine de hiçbir katkıları yok. Bizans’ı hiç taklit etmediğimizi söylesek bile bilimsel meraksızlık konusunda aynen izlemişiz. Bizans kültürünün bilime katkısı, Ortaçağ slam’ından çok aşağıda. Osmanlı’nın insan ve dünya bağlamındaki ilgisizliği bugüne de yansıyor. Biz bilim üretiminde fazla bir varlık gösteremiyoruz. nsanları düşüncelerini eleştirerek değil, kişiliklerini överek ya da yererek tartışıyoruz. Bugünün tarihçileri ne kadar çaba gösterseler, olasılıkla genellemelerden ileri gidemeyecekler. Biyografi yazmağa Mustafa Kemal döneminde başladık. Onun gerçekten ışıklı kişiliği bir çok yerli yabancı araştırıcı ve gözlemcinin ilgisini çekmiş ve Osmanlı sultanları için söz konusu olmayan bir eleştirel tavırla biyografiler yazılmıştır. Bugün biyografi yazma geleneği yerleşti. Hatta politikacılardan çok yazarların ve sanatçıların biyografileri yazılıyor. Osmanlı döneminde nesnel tarih ya da biyografi yazılamamasının başlıca nedeni kişiler arasındaki yazılı tartışmaların, diyalogların, düşünceler arasındaki farklılıkların analizine değil, kimlikleri yüceltmek ya da yermeye dönüşmesi oluyordu anlaşılan. Buna bir politik bileşen de eklerseniz tartışma düelloya dönüşür. Davranış bize anlaşılan Osmanlı’dan miras. Osmanlı’da sultan’a kul olmak insan olmayı engellemiş . Eğer sultan gibi Allah’ın yeryüzünde gölgesi değilseniz, bir gün övülecek, ertesi gün yerilecek birisi olabilirsiniz. Oturduğunuz koltuk, ya da politik konumunuzun söylediğiniz herhangi bir sözden, ya da savunduğunuz herhangi bir düşünceden çok daha fazla önemi vardır. Türkiye’de bir konu üzerinde aydınlar tartışamıyor. Bizde Yunan sofistlerinin ince mantıkları yok. Biz yergi ustasıyız. Bu da mahalle kabadayılığına paralel bir kültürel gösteridir. Osmanlı son döneminde bu yerme ağır suçlama düzeyine ya da küçük düşürücü yargıya dönüşebiliyordu. 2. Abdülhamit saltanatında ünlü heccav Eşref’in ‘Asiyabı Devleti bir har da olsa döndürür’ diyecek kadar pervasız olduğunu eskiler hatırlarlar. Bu bizim toplumsal gelişmemiz bağlamında unutulmaması gereken bir konu. Tayfun Akgül AvrupaTürkiye İlişkileri Vizesiz Avrupa ve Vize Ötesi ATAD Kararları: Avrupa’nın Avrupalılığı İnkârcılığı! Editörler: Harun Gümrükçü/Yakup Karabacak Yayınlayan: Akdeniz Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi (İİBF) Akdeniz Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof.Dr.Harun Gümrükçü, 12 Eylül 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması’nın ve 23 Kasım 1970’de imzalanan ve 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün, ortaya koyduğu hükümlere göre Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin “Hizmetin Serbest Dolaşımı ve Yerleşim Serbestisi” alanlarında ve üye ülkelere Türkiye’den yapılacak hizmet verme ve alma amaçlı yapı CBT 1259/2 6 Mayıs 2011 lacak seyahatlerde, Türk vatandaşlarının mevcut haklarını geriye götürecek yeni uygulamalar ve hukuki düzenlemeler getirmemesi gerektiğini belirtiyor. Ayrıca Avrupa Toplulukları/Birliği Adalet Divanı’nın (ATAD/ABAT), Mayıs 2000Mart 2011 arasında Türk vatandaşları ve şirketlerinin taraf olduğu 6 farklı davanın her biri için almış olduğu kararlar da Türk vatandaşlarına uygulanan vizenin hukuki olmadığını teyit ediyor. Buna rağmen AB ülkelerinin nasyonalist bir yaklaşımla yarattıkları güvencesizlik ortamı, onların ATAD/ABAD kararlarını yanlış değerlendirmelerine ve bu bağlamda kamuoyunu eksik bilgilendirmelerine bağlı olarak yaratılmıştır. Aynı durum AB’nin ilerleme raporlarında da görülüyor ve kendilerinin en yüksek en son yargı mercileri olan ATAD’ın kararları tamamen görmezlikten geliniyor.