Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Çok okuma değil yararlı okuma Geçen hafta yayınlanan CBT de, İstanbul Kültür Eğitim Kurumları Genel Müdürü Sayın Erdoğan Yılmaz’ın “Siz okuyor musunuz?” başlıklı yazısını okudum ve hayli ilgimi çekti. Mümtaz Başkaya, baskaya@superposta.com Doçentlikte tek yazarlı makale: Anlamsız koşul ve çaba Mühendislik Bilimleri alanında Doçentlik için uygulanan tek yazarlı bilimsel makale koşulu bir bilimsel ölçüt olarak anlam taşımıyor. Dergilerdeki yayınların incelenmesinde, üst düzeyde bir bilimsel yayının ortak araştırma ortamında bir takım çalışması gerektirdiği görülüyor. D.Orhon, A.S. Çığgın, Ü. Alyüz, A. Kertik, D. Uçar Istanbul Teknik Üniversitesi (orhon@itu.edu.tr) Y Teşekkür: Bu yazı için oluşturulan veriler D. Orhon’un TÜ’de vermekte olduğu “Scientific Writing in Environmental Sciences” adlı lisansüstü dersinin dönem ödevi olarak derlendi. Yazarlar çalışma grubuna teşekkür eder. CBT 1262/ 19 27 Mayıs 2011 azıyı okuduktan sonra, kendimce yorumladım. Sayın Erdoğan’ın bazı saptamalarına katılmama rağmen, bir çoğuna katılmadım. Öncelikle, yazının başlığını fazla sorgular buldum. Yazıdaki anlatılmak istenenlerin tamamı, okumanın önemi üzerineydi. Bu anlatıma uygun bir başlık daha iyi olacaktı diye düşündüm. Bu genel bir tanımdır, bilmek için okumak gerekli. Ancak her okuyanın da bilemeyeceği konular olduğuna göre; herkesin herşeyi bilmesi beklenmiyor. “Okumuyoruz ama çoğumuz herşeyi biliyor, her konuda konuşmaya, hatta bir uzmanmış gibi ahkam kesmeye bayılıyoruz” diyor sayın Erdoğan, yazısının ilk başında. Evet, bir konuda bilmeden, bilgi sahibi olmadan konuşan çok. Uzmanlık alanı olmadığı ve bilimsel ünvanı farklı olduğu halde, televizyon programlarında ottan, çöpten, bilmem ne bitkisinin tıbbi(!) yararlarını anlatanlardan, kendi uyduruk ürünlerini pazarlamaya kalkanlardan geçilmiyor. Demek ki okuyupta, bilmediği ve uzmanı olmadığı konularda konuşan, çıkar sağlamaya çalışanlar da var. şin üzücü yanı, bu kişilerden birkaçının tıp doktoru ve bilimsel unvanlı olması. “Hayat üniversitesi” kavramını elbette olur olmaz yerde kullanmak gerekmiyor. Hele, cahilliğin haklı gerekçesi biçiminde sunmak yanlış. Hayat Üniversitesi kavramı, insanın, ‘yaşadığı kültür sonucu biçimlendiği’ gerçeğinden uzaklaştırılmamalı. Bir sürü üniversite bitirmiş okumuşların, kimi zaman halkın gerisine düştüğü de bir gerçek olarak bilinmeli. Bu saptamamı okuyanların bir örnek vermemin daha doğru olacağını düşüneceklerini bildiğimden, adını vermeden Profesör unvanlı birinin televizyona çıkıp organ naklinin günah olduğunu söylediğini örnek olarak vereceğim. Nesnel bir okuma eyleminin insana çok şeyler kazandıracağını peşinen kabul etmek yanlış. Çünkü ileri gitmiş toplumlar ne bulurlarsa okudukları için değil, bilimsel düşünceyi içselleştirdikleri için bu duruma gelmişlerdir. Daha net bir söyleyişle, bilgi toplumu olabildikleri ölçüde ileri gidebilmişlerdir. Şimdiye kadar bu ilerlemeyi sağlayabilmenin yolu ‘sadece oku, ne bulursan oku’ şeklindeydi. Eğitimin her safhasında kitaba duyulan değer genelleştirilir ve öygüler yağdırılırdı. Sanırım bu gün de aynı anlayış sürüyor. ‘Kitap en iyi dosttur!’ , ’Kitap en iyi ışıktır!’ gibi basmakalıp söylemlerle, toplumların bilgi toplumuna erişeceği sanıldı. Cumhuriyet’i aşağılamaya çalışan, bilimi yok saymaya çalışan bir kitabı nasıl kendimize dost ve en iyi bir ışık sayabiliriz? Kitap okurken bile seçici olmamız gerekiyor. Kitabın da düşman olduğunu bilerek. Artık bu boş söylemleri bir kenara bırakıp çok okumayı değil, yararlı okumanın erdemine inanmalıyız. Öyle kuru kuruya sorgulamaların bir yararı yok. nsanları bilginin erdemine vardırmak için, ayaklı kütüphane durumuna getirmeye gerek yok. Bilimsel ilerlemenin ve bilgi toplumu olmanın gereği bu değil. Var olan bilgi ile doğruyu bulabilmek ve sentezleyebilmek. Olayın esası bu. Ünlü Antik Yunan bilgini Sokrates, “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” demiş. Artık kimin ne okuduğu değil, ne bildiği önemli. Ayrıca var olan bilgi kaynağıyla doğru senteze ulaşabilmek. Sözün kısası, doğruyu seçebilmek... Bilimsel düşünceye yetkin olmanın önemli bir yolu, elbetteki iyi bir eğitim almaktır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Ancak o durumda dünyayı kendi bilgileri ve görgüleri doğrusunda algılamaya çalışanların yeri neresi olacak? Haydi eğitim al da gel mi diyeceğiz? Ya da, yaşamlarında edindikleri deneyimleri yok mu sayacağız? Ancak bunu yaparken toplumu nasıl bir bilgi toplumuna eriştireceğimizin gerçek şifresini verelim. Sorunu sadece ‘çok okumanın erdemine’ bağlamakla iş bitmiyor. Nitelik olarak kaç kitap okuduğunun sayısını belirlemekle de olmuyor. Zaten seçkinci bir tabakalanma var. Çoğu kişi, sınıfsal çarpıklık gereği zaten o eğitim kurumlarının yanına bile yaklaşamıyor. Bu durumda zaten bilimsel edinimler kazanamamış oluyor. Bu ve benzer çarpıkları görmezden gelip “aç tavuk kendini darı ambarında görür” mü diyeceğiz? Daha ötesi, her alanda çarpıklığı görmezden gelip, bilimi anlamaya çalışanları kara cahillerle bir mi tutacağız? Öyle bir durumda, onlar da haklı olarak “üniversite vardı da biz okumadık mı” diyecek. Sayın Acar ve Zuhal Baltaş hocalar yaptıkları bilimsel araştırmalarında elbette ki bazı bilimsel gerçeklere varmış olmalılar. Ancak Türkiye’de kişi başına düşen 56 kitabın hepsi okunuyor olsa da, bir toplumun bilgiye ulaşabilmesinin yolu bu olamaz. Ayrıca sorun, gençlerin para vermeye kıyamıyor olması da değildir. Sorun sistem sorunudur. Yani tüm gençlere çok sayıda kitap verilse ve zorla da olsa okunması sağlansa kültürel ilerleme hemen sağlanmış mı olacaktır? Bu ilerlemenin bir çok yolu var. Ancak en belirgin olanı özgür düşüncedir. Halkı bilim temelli geliştirme yönünde üniversitelerimizin gerçek bir programları var mı? Halkı eğitme adına ne yapıyorlar, yüksek yüksek duvarlar yükseltmekten, halka kapılarını kapatmaktan başka? Bilimi tanımaya çabalayan kişilere çeşitli programlarla yardım mı ediliyor? Halka, bilimi tanıtma adına hangi çarelere başvuruluyor? Hiçbir somut adım atılmazken, bilgi toplumu olması gerekli olan halkın bu beceriyi kazanması, gökten zembille inmesi sunucu mu gerçekleşeceği sanılıyor? Sayın Yılmaz’ın “Herşeyi bilen ve her konuda sadece konuşan yetişkinlerden çocuk ve gençlerimizin başka ne öğreneceğini sanıyoruz?” sorusuna yürekten katılıyorum. Sahi, bu toplumun bilgi temelli düşünme yetisi kazanması için neler yapılması gerektiği yönünde programlar ve akılcı çareler üretilmesi ne zaman gündeme gelecek? Bu sorunların çözümünün basit önermelerle değil, sınıfsal çözümlerle giderileceğini ne zaman anlayacağız? Sanırım, Antik çağın mitoloji kahramanı olan Promethaus’u gerçek biçimde anlayabildiğimizde. Herkesin bildiği gibi o efsanede promethaus, ateşi soylulardan alıp halka getiriyordu. Ü lkemizde doçent unvanı, Üniversitelerarası Kurul tarafından yürütülen merkezi bir değerlendirme süreci ile verilir. Her isteyenin yardımcı doçent olabildiği, ders verip lisansüstü tezi yönetebildiği bir ortamda, yıllar sonra doçentlik düzeyinde öğretim üyeliğinde aranması gerekli özelliklerin hatırlanması ve değerlendirilmesi gariptir. Ancak, yüksek öğretimdeki onca garabet arasında, bu bariz çelişki de hiç tartışılmadan göz ardı ediliyor. Uygulanan koşullardan biri de doçent adayının araştırma yeteneğinin değerlendirilmesidir. Bu özellik için adayın başlıca yazar olduğu uluslararası hakemli dergilerde yayınlanmış özgün makalelere bakılıyor. 2011 yılı itibarı ile tüm mühendislik alanları için geçerli kurallar uyarınca, adayın en az bir bilimsel yayında başlıca yazar olması aranıyor. Adayın başlıca yazar olarak değerlendirilebilmesi için de “tek başına ya da sadece lisansüstü öğrencileri ile birlikte yayın yapması” gerekli. Ülkemizde, lisansüstü öğrencisi bulabilme, öğrencilerin talebi ve ekonomik durumları başta olmak üzere, akademik kıdem, öğretim üyesi ilişkileri, altyapı imkanları gibi birçok etkene bağlıdır. Genelde, yardımcı doçent düzeyindeki elemanlar lisansüstü öğrencisi bulmakta büyük sıkıntı çeker. Bu durumda doçentlik için gerekli koşul pratik olarak adayın tek yazarlı bilimsel makale yayımlayabilmesine dönüşmektedir. Başta bu koşulun neden temel bilimler dallarına uygulanmayıp sadece mühendislik dalları için arandığına anlamlı bir cevap bulmak mümkün değildir. Ayrıca, deneysel araştırmanın ve takım çalışmasının geçerli olduğu çağımızda, araştırmacıları tek başına çalışmaya ya da araştırmada emeği geçenlerin hakkını yemeye itmek, günümüzün bilim düzeyinden bihaber olmak anlamına gelir. Araştırmada esas itibarı ile Üniversitelerarası Kurul tarafından mühendislik temel alanında belirlenmiş olan 23 bilim alanında, seçilen dergilerdeki tek yazarlı araştırma makale (research article) sayıları ve uluslararası düzeydeki dağılımları incelendi. Sonuçlar, günümüz bilim anlayışı içerisinde tek yazarlı yayının nitelikli bilimsel yayın kavramı ile bağdaşmadığını ve bir bilimsel ölçüt olarak anlam taşımadığını ortaya koydu. Web of Science veri tabanı kullanılarak belirlenmiş olan her bir mühendislik dalında yayın yapılan dergilerin dökümü yapıldı ve bunlar içinden etki faktörü (impact factor) en yüksek ilk üç dergiden biri seçildi. Incelenen dergilerin ortalama etki faktörü 3.39 (1.07/Petrol Mühendisliği – 5.29/Kimya Mühendisliği) olarak hesaplandı. Bazı mühendislik dallarının aynı dergilerde yayın yapabilme olanağı göz önüne alınarak, belirlenen 18 derginin Ocak/2011 sayılarında yer alan bilimsel makaleler yazar sayısı bakımından değerlendirildi. Alttaki Tabloda özetlenen veriler, konu ile ilgili olarak çok somut ve çarpıcı sonuçları ortaya koydu: (i) Dergilerde incelenen toplam 419 bilimsel makalenin sadece 11’inin tek yazarlı olduğu tespit edildi; bu sayı toplam bilimsel makale sayısını sadece % 2.6’sına karşı geliyor. (ii) ncelenen dergilerin 11’inde yayınlanan toplam 199 bilimsel makalenin hiçbiri tek yazarlı değil. (iii) En yüksek tek yazarlı makale oranına sahip olduğu görülen dergi Endüstri Mühendisliği alanının yüksek etki faktörlü yayın kaynağı olan International Journal of Production Economics; derginin incelenen sayısındaki 23 bilimsel makaleden sadece üç adedi tek yazarlı olarak hazırlanmış. (iv) Dergilerdeki makalelerde ortalama yazar sayısı 4.4 yazar/makale; iki; üç; ve dört yazarlı makale oranları sırası ile % 16; %21 ve %22. En yüksek oran ise %38 ile dörtten fazla yazar içeren makalelerin toplamdaki ağırlığını yansıtıyor. Bu sayısal verilerin hepsi geçerli ve anlamlı, çünkü çalışmamızda yapıldığı gibi, rastgele seçilmiş çok sayıdaki dergiden türetilen bilgilerle doğrulandıklarını görmek mümkün. Ortaya konan bulgular iki önemli hususa işaret ediyor. En azından mühendislik bilim dalında üst düzey bir araştırma ya da bunun sonucu olan kaliteli yayın ancak ortak araştırma ortamında bir takım çalışması ile sağlanabiliyor. Doçent adaylarından eğer üst düzey bilimsel yayın bekleniyor ise beklenmediğini bilsek bile anlamsız olduğu açıkça ortada olan tek yazarlı makale koşulu, olsa olsa onları bu yoldan alıkoymaktan öte bir bilimsel anlam taşımıyor. Bu koşul kardırılırsa ne olur? Örneğin TÜ’ de uygulandığı gibi birinci yazar ya da sorumlu yazar koşulu ile de başlıca bilimsel katkı kolayca saptanabilir. şin asıl ibret verici yönü, bu kuralı koyanlar bilimsel gerçeklerden bu kadar mı uzak? Dahası, doçent adayları neden bunca yıldır bu anlamsız koşulu sessiz sedasız kabullenip hepimizin bildiği değişik yollarla sağlamaya çalışıyorlar? 23 B L M DALINDA DURUM