17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Amerikan halkı bilime uzak; bu yüzden de kandırılması kolay oluyor! Aydınlanma değerleri üzerine kurulmuş ve bilimde dünyanın en güçlü ülkesi ABD, ne yazık ki halkını bilim ile kaynaştırmayı başaramamış. Kongre’de 100 Cumhuriyetçi üyenin 96’sı iklim değişikliğini inkâr ediyor. eki, bir ülke bu duruma nasıl gelir? New Scientist dergisi Amerika’nın akıldan nasıl uzaklaştığını araştırıyor. Derginin yazarlarından Shawn Lawrence Otto, insanların bilime yabancılaşmasının altında yatan nedenlere değiniyor. 2008’deki başkanlık seçimlerinin güçlü adaylarından Cumhuriyetçi Michele Bachmann, seçim kampanyasında küresel ısınmanın bir aldatmaca, saçmalık ve yalan olduğunu söylüyordu. Yine Cumhuriyetçi adaylardan Texas Valisi Rick Perry ise evrim kuramına saldırmayı tercih etti. Muhafazakârların bilime güveni sarsmak için kullandıkları bir diğer hedef de, kök hücre araştırmalarıydı. Cumhuriyetçilerin sözcüsü Newt Gingrich, “Araştırma malzemesi elde etmek için çocukları öldürüyorlar” diyecek kadar 2012’deki başkanlık bilimsellikten uzaklaşmıştı. Son seçimleri hazırlıklarının günlerde yıldızı parlayan bir diğer Cumhuriyetçi Herman Cain ise, eştüm hızıyla sürdüğü şu cinselliğin kişisel bir tercih oldugünlerde, Amerikalı ğunu, eşcinseller arası evliliğin suç siyasetçiler, özellikle sağ sayılması gerektiğini söylüyordu. ABD yönetimindeki bu entekanatta yer alanlar, lektüel çürüme giderek yayılıyor. gerçekleri ve bilimsel Kongre’nin yeni seçilen 100 Cumkanıtları halkın gözünden huriyetçi üyesinin 96’sı iklim değişikliğini inkâr ediyor. İşi iyice aşıkaçırıyor. Bunun için de rıya vardıran bazı yöneticiler, Dünkamusal aklı, cehalet, ya’nın giderek soğuduğunu ve hava inkâr ve mantıksızlıkla tahminlerinde astrolojinin büyük rol oynadığını söylüyor. Buna benzer bulandırıyorlar. saçma yorumlar yalnızca siyasiler tarafından kabul görmekle kalmıyor, aynı zamanda büyük bir taraftar kesimi tarafından alkışlanıyor. Bundan sonraki 40 yıl içinde bilimin, yazılı tarih boyunca insanların yarattığından daha fazla miktarda bilgi üreteceği tahmin ediliyor. Dünya kamuoyunun bu kadar yoğun bilgi bombardımanına tutulduğu dönemde beklenmedik bazı gelişmeler halkın aklını karıştırıyor. İklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin azalması, çevre kirliliği, nüfus artışı, aşırı avlanma ve daha pek çok konuda bugüne dek edinilmiş bilgiler bumerang etkisi ile geri tepiyor. Bugün çevreyi korumak ve artan nüfusu beslemek için bilime güvenmek zorundayız, ancak siyasiler, bilimin önerdiği çözümleri reddederek, sorunları yok sayıyorlar. Bilimsellikten uzaklaşma kısmen ABD Kongresi’nin yapısından kaynaklanıyor olabilir. Kongrenin 535 üyesinin yalnızca %2’si bilimle ilgili eğitim almış. Buna karşın üyelerin 222’si avukat. Avukatlar genellikle tartışmaları kazanmak üzere eğitilmişlerdir; başka bir deyişle gerçeği ortaya çıkartmaya değil, davayı kazanmaya çalışırlar. Bu nedenle siyasi tartışmalarda ideoloji ve retorik hâkimdir. Amerikan bilimi ile siyaseti arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamak için ülkenin tarihine bir göz atmak gerekir. Son iddiaların aksine, ABD bir Hıristiyan ülkesi olarak kurulmamıştır. İlk yerleşimciler Püritandı, otoriter Hıristiyanlıktan bağımsız bir yaşam tarzının peşindeydiler. Bir Püritanın Tan P rı’nın yasalarını anlaması için hem İncil’i hem de doğa ile ilgili kitapları okuması gerekiyordu. Ancak bu şekilde bugün bilim dediğimiz “doğal felsefe”yi algılayabiliyorlardı. 1662 yılında aralarında Newton’ın da bulunduğu İngiliz Bilimler Akademisi üyeleri Püritendi. Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırlayan Jefferson, Newton, Francis Bacon, John Locke ve David Hume gibi büyük düşünürlerden etkilenmişti. Newton, inanç ve bilgi arasındaki farkı ortaya koymuş; Bacon tümevarım yöntemi ile bilgiye nasıl ulaşılacağını göstermiş; Locke bilginin inanca göre üstünlüğünü savunmuş; Hume ise özgürlüğü bir şey yapma veya yapmama arasındaki tercih yeteneği olarak tanımlamıştı. Jefferson bu fikirleri birleştirerek Amerika’nın kurucu belgesini hazırladı ve ABD’nin felsefi ve yasal temellerini attı. Kurucu belgeye göre eğer her insan, bilimi kullanarak gerçeklik ve doğru ile ilgili bilgiyi oluşturma yeteneğine sahip ise, ne bir kral ne de Papa sıradan bir vatandaşın üzerinde otoriteye sahip olamazdı. Daha da önemlisi tüm insanlar eşit yaratılmışlardı. Böylesine bir ortamda dine saygı ve hoşgörü ile bakan laik bir yönetimin altyapısı oluşturuldu. Bu yönetim gücünü dinden değil, özgürlük, akıl ve bilimden alıyordu. Bu düşünce sistemi ABD’yi tam 200 yıl götürdü. Derken bazı şeyler ters gitmeye başladı. Ters giden her şey için suçu, dini kullanan sağ kanada yıkmak işin kolayına kaçmak olur. Gerçekte pek çok etmen bu süreçte rol oynamıştır. Bunlar siyasi yelpazenin her iki ucundan ve bilimin kendi içinden kaynaklanıyordu. Bu gidişatın nedenlerini araştırmaya II. Dünya Savaşı’ndan başlayabiliriz. Bu savaş bilimi, doğayı keşfetme misyonundan uzaklaştırarak silah üretimine doğrulttu. Radar ve atom bombası sonuçları büyük ölçüde etkiledi. Ayrıca sonar, sentetik kauçuk ve diğer icatlar de bu sonuçlara zemin hazırladı. 1945 yılında bütün bu bilimsel gelişmeler arasında eşgüdüm sağlayan Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Merkezi başkanı Vannevar Bush, Başkan Henry Truman’a “Bilim, Sonsuz Ufuklar” adı altında bir belge sundu. Bu belgede bilimsel araştırmalara hükümetlerin sürekli olarak mali destek sağlaması gerekliliği vurgulanıyordu. Bush’un bu talebi bilim insanlarını büyük ölçüde rahatlattı. Bundan böyle mali destek için buluşlarını zengin yatırımcılara pazarlamak zorunda kalmayacaklardı. Bunun üzerine bilim insanları laboratuvarlarına çekildiler, sivil kuruluşlarla ilişkilerini kestiler. Üniversiteler yeni programlarla araştırma ve yayınları teşvik ettiler, ancak halkla teması kestiler. Halk ile yakın ilişki kuran bilim insanları meslektaşları tarafından dışlandı. Öyle ki siyaset, insanların nesnelliğini gölgeleyen bir şey olarak algılanmaya başladı. Bilimin politik olmadığını düşünmek büyük bir gaftır. Bilim her zaman politiktir, çünkü yarattığı yeni bilgiler, ahlaki ve manevi değerlerin arıtılmasına ve edinilmiş çıkarların yeniden gözden geçirilmesine yol açar. Bilim insanları laboratuvarlarına çekilirken, Amerikan halkına bilginin yalnızca olumsuz yönleri yansıtılıyordu. Atom bombası, kamu vicdanını, nükleer tehlike ve ahlaki belirsizlik gibi konularda derinden etkilerken, kimyasal kirlilik ciddi bir çevre olayı olarak karşımıza çıkıyordu. Zehirli atıklardan tehlikeli tıbbi cihazlara kadar çeşitli felaketler kamunun bilime duyduğu güveni sarsıyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra doğan nesil, gerek yönetime gerekse bilime güvenmemeyi öğrendi. Bu arada din de örgütleniyordu. Radikal dinciler cemaatlerini arttırmak için bilimi kullanmaya başladılar. Televizyon üzerinden sesini duyuran Protestanizm, öfkeli, bilim karşıtı ve yoğun siyaset içeren bir yol tutturdu. Bilim, eleştirilerin tırmanışa geçmesine karşın daha fazla mali destek alıyor, saygınlığı artıyor ve beşeri bilimleri geri pla BİLİM SİYASETTİR 2. SAVAŞTAN SONRAKİ GELİŞME DİN ÖRGÜTLENİYOR na atıyordu. Ne var ki beşeri bilimler geri tepti. Postmodernizm ortaya çıktı; antropoloji ve görelilikten yararlanarak nesnel gerçeklik diye bir şeyin olmadığı tartışmasını başlattı. Bilim basitçe Batılı beyaz adamın kültürel ifadesiydi. Bu da vatandaşlık hakları politikasına gayet güzel uyum sağlıyordu ve beşeri bilimleri yine en üst sıraya yerleştiriyordu. Popüler kültür bağlamında, bilim kendi gerçekliğini yaratmak için telkinde bulanan laik bir dini hareket olarak algılanıyordu. Postmodernizmden pek çok olumlu şeyde çıktı, ama nesnel gerçeklik diye bir şey olmadığı apaçık yanlıştı. Yine de bir nesil Amerikalı bu doğru olmayan düşünce ile büyüdü. Bunlar siyasette, sanayide ve medyada yönetici konumuna geldiklerinde, bu yanlış düşünce bilime bakışlarını etkilemişti. Nesnel gerçeklik olmadan tüm tartışmalar retorikten öteye geçmez. İnsanlar sonsuz tartışmaların içinde paralize olur veya kaba otoriteye sığınır. İşte bugün ABD’nin içinde bulunduğu açmaz budur. Bu durum 1987 yılında Federal İletişim Komisyonu doğruluk ve tarafsızlık doktrinini bir kenara atınca iyice kötüleşti. O saate kadar kamu dalgalarını kullanarak yayın yapan yayıncılardan, tartışmalı konuları sunmaları ve bunları da tarafsız bir şekilde sunmaları isteniyordu. Bu doktrin rafa kaldırılınca yeni nesil radyo ve TV yayıncı türü ortaya çıktı. Örneğin Rush Limbaugh gibi programcıların sunduğu öfke ve nefret dolu talk show’ları ülkenin en fazla rating alan programları arasına girdi. Aynı zamanda kablolu TV ve internet de sayısız yeni haber platformlarını halkın seçeneğine sundu. Haber programları şimdi eğlence programları ile yarışıyor. Ve artık daha duygusal ve empoze edici bir uslüp geçerli. Postmodern bir eğitimden geçen son nesil yayımcılar, rating endişesi ile aşırı görüşlere yer vermeyi tercih ediyor ve bu yaklaşım da bilim ve araştırma konularında program yapanların devreden çıkartılmasıyla daha da vahimleşiyor. Nihai olarak kazanılmış çıkarların da etkisini yabana atmamak gerekiyor. Örneğin Ocak 2009 ile Haziran 2010 arasında enerji sektörü, iklim değişikliği yasa tasarısı ile mücadeleye yaklaşık yarım milyar dolar harcadı. Ayrıca 73 milyon dolar da OcakEkim 2010 tarihleri arasında temiz enerji karşıtı reklamlara harcandı. Bütün bu çabaların altında, iklim değişikliği ko nusundaki bulguları gölgelemek ve bilim insanlarına duyulan güveni sarsmak gibi motifler yatıyor. Bu çalışmalar ne yazık ki amacına ulaşıyor, çünkü haber mafyası da buna izin veriyor. Bütün bu faktörler birleştiğinde ABD tarihinde ilk kez bilim bu kadar şiddetli bir saldırıya hedef oluyor. Nesnel gerçeklikten uzaklaştırılan Amerikan kamuoyu kaba otoriteden medet umar hale getiriliyor. Kaba otorite ise kendini yasaların, bilimsel verilerin, muhalif seslerin üzerinde görüyor. Bilimi düşman gören bu yaklaşım, daha önce de farklı şekillerde farklı ülkelerde başgöstermişti. Cumhuriyetçilerin adayı Sarah Palin için küresel ısınma “insanları korkutmak için uydurulmuş kıyamet günü senaryoları” idi. Weimer Almanya’sında siyasi sağ, Einstein’ın görelilik kuramını “saçmalık” olarak nitelemiş ve Einstein’ın bu çalışmayı para için yaptığını iddia etmişti. Nuremberg duruşmalarında, Hitler’in Silahlanma Bakanı Albert Speer, yeni teknolojileri ideolojik bir mesaj vermek için kullandıklarını itiraf etmişti. Bu yaklaşım bugünkü modern iletişim cihazlarıyla insanların özgür düşünceden kopartılmasına benziyor. BİLİME ŞİDDETLİ SALDIRI ABD kriz noktasına her gün biraz daha yakınlaşıyor. Akıldan uzaklaşan ve ideolojiye yaklaşan her adım, ülkeyi bir zorbalık rejimine doğru sürüklüyor. Böyle bir rejimde kamu politikaları bilgiye değil, en yüksek sesle dile getirilen düşünceye dayanacak. Çözüm, sorunda olduğu gibi çok yönlü. Her şeyden önce bilim insanları yeniden halk ile diyalog kurmaya çalışmalı ve aklı başında siyasetçiler muhaliflerine bilime dayalı tartışmalar ile karşı çıkmalı. Alexis de Tocqueville’in belirttiği gibi “Demokrasilerde insanlar layık oldukları şekilde yönetilir.” Türkçesi: Reyhan Oksay, Kaynak: New Scientist, 29 Ekim 2011 KRİZ YAKIN DURUM KÖTÜLEŞİYOR ABD TARİHİNDE BİLİMİN YERİ CBT 1288/ 10 25 Kasım 2011 CBT 1288/ 11 25 Kasım 2011
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle