Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
GÖNÜLDEN BİLİME mazlar dünyasında, elle tutulacak kadar yakın gelecekte, geri kalmış toplumların daha çok bunalacakları gerçeği değişmiyor. Hiçbir ortaçağ ideolojisinin sömürge toplumundan başka bir şey yaratması söz konusu değil. Kaldı ki bilim ve teknoloji üretmedikçe toplum ideolojisinin doğası da kölelik perspektifini değiştirmiyor. Türkiye, AKP ortaçağ propagandası yaptığı için değil, çağdaş bilim ve teknolojiyi üretemediği, halk safsata ile aldatıldığı için kırılgandır. İnsan politikacıların Ortaçağ hayallerinin bilim ve teknolojiyi üretme şansı olmadığı için eleştirildiğini anlamayacak kadar cahil olduklarını düşünmek istemiyor. İslam’ın sorunu namaz, oruç, Kuran, cami sorunu değildir. Bizim yumuşak karnımız cehaletimizdir. Ahmet İnam ainam@metu.edu.tr Annemin hastalığında çektiği acıları duymasaydım ölünceye dek sürdüreceğim düşünme, duyma ve anlatma yolculuğuna çıkamayacaktım. Anneme yalnızca tensel değil tinsel (mânevî) açıdan da borçluyum. Yolculuğum, bu borcu da ödeme yolculuğudur. CEHALET KAPISI Avrupa dillerinde ‘emancipation’ sözcüğü önemli bir kavramdır. Latince ‘esirin serbest bırakılması’ anlamına gelen ‘emancipat’ sözcüğünden gelir. 17. yüzyıldan sonra baskıdan, boyunduruktan, toplumsal ve kültürel kısıtlamalardan kurtulmak anlamına kullanılmıştır. Türkiye’de ortaçağ baskısı cehalet kapısıdır. 1950’den bu yana köylüleşen iktidarlar bu kapıyı zorluyorlar. Oysa örnek yanımızda. Demokrat olsun olmasın, bilimin ve bilim insanının özgürlüğü çağdaş teknolojiyi üretmek için gerekli. Tarikat yurdundan geçmiyor. Bütün dünyada insanları eğitmenin temel sorunu kütlelere eğitimi eşit olarak götürmek ve düşünce özgürlüğüne sahip insan yetiştirmektir. Eğitim politikasının temeli, en az bir yüzyıldan bu yana aynı ilkeler üzerine kuruludur. Yakın geleceğin evrensel sıkıntıları hiçbir toplumu esirgemeyecek. Ve susuz, yakıtsız, aç kalan insanların, ne kadar dinci yurt yapılsa, ve ne kadar zekat dağıtılsa da hiçbir ideolojisi olmayacak. Bugünden bu geleceğin farkında olan toplumlar olamayanları köle olarak kullanacaklar. Her toplum kendi ayağından asılacak. Ve karşıtları ne söylerlerse söylesinler ‘Her Toplum’ henüz ‘her ulusal devlet’ anlamına geliyor. Yani yüzyıl ortasının açlığı, susuzluğu ve enerji sıkıntısı Türkiye Cumhuriyeti’ne fatura edilecek. İslam toplumlarının artık farkına varmaları gereken bir gerçek var: Yalancı demokrasi söylemi eşitsizliği ve özgürlüğü tehdit ettiği zaman, toplum bir intihar komandosu psikolojisi içine düşüyor. Evet, geleceğe umutsuz olarak bakmak insana yaraşmıyor. Tarih okuyanlar insanlığın her zaman bu hastalıklarla yaşadığını biliyorlar. Tarihin bilge öğreticiliği geçmiş örnekleri hatırlatmasından kaynaklanıyor. Bugün bütün olumsuzluklara karşın her zamandan daha çok biliyoruz, öğreniyoruz. İnsanlar ortalama daha çok yaşıyorlar. Kalbin 64 kesitini bir dakikada gören aletler icat edildi. Doymayan milyarlar var ama, insanlar her zamankinden daha çok doyuyor. Belki her zaman var olan kötülükleri daha çabuk işitiyoruz. Çünkü dünya medyası kötü haber satarak yaşıyor. Yine de musiki ile neşenin ve mutluluğun en üst basamaklarına ulaşabilen bir insan ruhu var. Umut ve mutluluk arayan insan Schopenhauer’in sözünü ettiği yaşama iradesini yitirmemiş insandır. Belki istese de yitiremez. Beethoven’in 9. senfonisini yazmasından 184 yıl sonra bugünkü sözde gelişmiş dünyanın içinde bulunduğu durum sömürge dönemi psikolojisinin kalıntısı bir sapıklıktır. Avrupa uygarlığının bir ‘aberration’udur. Belki enerji kıtlığı ve global iklim değişiklikleri insanları başka türlü düşünmeye sevk eder. Bir hayal gibi görünüyor ama, beslemeye değer. Annem İnsan doğar ve ölür. Bir anneden doğar (İleride gelişen teknoloji “anne” kavramını dönüştürebilecektir!). Kimdir anne? Doğuran mı? Bakıp yetiştiren mi? Çoğunlukla, ikisi birden. Binlerce yıldır insanlar analarından doğup genellikle analarınca bakılıyor. Öksüzler, sokağa bırakılanlar, bir başka bakıcının kucağına düşenler, anasız büyüyenler, annesinden nefret edenler, anne özlemi çekenler… “Neredeyim” diye soruyorum kendime. Benim annem oldu. Oldu ve öldü. Borçluyum, ona. Her insan borçludur annesine. Annemin, babamın da daha küçükken bana nedense oldukça saygılı davrandıklarını hatırlıyorum. Babamın yaşım epey ilerlediğinde bile onu kızdırdığım için beni tokatladığını unutmuyorum ama! Oysa annem, bana hiç vurmadı. İçindeki sevgi kendini nasıl ortaya koyuyorsa öyle sevdi çocuklarını. Bir sorumluluktu onda, sevgi. Bu sorumlulukla koşup durdu, çocuklarının ve babamın ardından. Geriye dönüp baktığımda, annemin mutlu bir yaşamı olduğunu düşünüyorum. Acılı, ağır yaşam sarsıntılarıyla yüklü bir mutluluk! Bir imâmın en küçük kızı! Nedense babası ağabeylerini, ablasını okula göndermiş de anneme izin vermemiş. Çok zekî bir kız. Kendi kendine okuma yazma öğreniyor. İyi de Kur’an okurdu. Okul görmemiş de olsa, müthiş bir çözümleyici düşünme gücü vardı. Babamın romantik, hayâlci yanını bu özelliğiyle bütünlerdi. Garip bir evlilik yapmıştı: Fen fakültesi mezunu bir subay olan babamla evlenmişti. O zamana dek küçük bir kasabanın dışına çıkmayan bu duygulu, keskin zekâlı kadın; büyük kentlerde bir asker öğretmen olan babamla yaşamını sürdürmek zorunda kalmıştı. Babamı çok sevdi. Babamsız bir yaşam yoktu onun için. Babam ölünceye dek yanında, babamın bir parçası olarak yaşadı. Kısacık boyuyla koca koca fileleri Kadıköy çarşısındaki evimize ter içinde taşırdı. Kocası memnun olunca o da olurdu. Elbette, babam zor bir adamdı. Onu mutlu etmek için epey çırpınması gerekiyordu. Üstelik babam yakışıklı, çapkın bir subaydı. Çocukluğum büyük kıskançlık kavgalarına tanıklık ederek geçti. Kimi zaman gülünç kimi zaman derin acılarla dolu kavgalardı. Sanırım dokuz ya da on yaşındaydım, Çengelköy’deki evimizde bir akşam, yılbaşını kutlamaya hazırlanıyorduk. Birden annemin bakışlarındaki değişikliği fark ettim. Son derece ürkütücüydü. Birazdan tabakların olduğu masayı devirip balkona koştu. Avazı çıktığı kadar bağırıp üstünü başını paralıyordu. Balkondan kendini atmasını babam zorlukla önleyebilmişti. O yılbaşı, bundan sonraki yılların üstüme yığacağı dayanılmaz acıları işâret ediyordu. Annem bir süre sonra şizofreni teşhisiyle Bakırköy’e yatırıldı. Pazarları, babamla ziyaretine gittiğimizde, demir parmaklıklar arasından bana bakan saçı başı darmadağın bir kadın görüyordum Babam kardeşimle beni Sandıklı’ya halamın yanına yolladı. Halam, dört çocuğuyla birlikte bizlere kol kanat gerdi. Annemin kasabasında annesiz, üç yıl geçirdim. Yorganın altında gizli gizli ağlardım. Bende hiç geçmeyen yalnızlık duygusu o yıllardan kalmadır, belki. İnsanlara tam güvenememe, yaşamın karşıma çıkardığı, iç dünyamı alt üst eden olayları anlama tutkum, belki de bir süre annesiz kalışımdandır. Biraz önce gülümseyen anneniz, biraz sonra çığlık çığlığa çırpınıp üstünü başını parçalamaya başlayabilirdi. Hayat böyle bir şeydi: Kalıcı bir denge durumu yoktu. Yıllar sonra babamın hediye ettiği madalyonun bir yüzüne “mutluluk” diğer yüzüne “mutsuzluk” yazdıracaktım. Sonra annem çıktı hastaneden. İlâçlarla büyük ölçüde dengeli bir yaşam sürdürdü (zaman zaman krizler yaşamıyor değildi!). Ama ben, o yılbaşından sonra, artık o eski annemi göremedim. Kendimi bu dünyada hep gurbette, hep yalnız hissettim. Felsefe olmasa, felsefeyle karşılaşmasaydım herhâlde bu dünyada bir cehennemi yaşardım. Unutmayayım: Felsefeden önce edebiyât. Yazdım ve hayat denilen okyanusta boğulmamı engelleyen bir sal oldu, yazdıklarım. Şiirler, denemeler yazdım, yazmaktayım. Annemin hastalığında çektiği acıları duymasaydım ölünceye dek sürdüreceğim düşünme, duyma ve anlatma yolculuğuna çıkamayacaktım. Anneme yalnızca tensel değil tinsel (mânevî) açıdan da borçluyum. Yolculuğum, bu borcu da ödeme yolculuğudur. Tayfun Akgül CBT 1123/ 11 26 Eylül 2008