Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
POLİTİK BİLİM Aykut Göker http:/www.ınovasyon.org;hagoker@ttmail.com Mademki tarımda büyük yanlışlar yaptığımız düşünülüyor; meselenin, en azından TÜSİAD raporunda olduğu gibi, tarım ve sanayi ilişkilerinin sistemik bütünlüğü açısından da ele alınmasında da yarar var. TarımSanayii İlişkisi Tarımla ilgili tartışmalarda yeterince üzerinde durulmayan önemli bir nokta daha var; o da tarım ve sanayi politikalarının bütünselliğidir. Bizim bir sanayi politikamız vardı da, tarım politikamızın bununla bütünleşmesi mi eksik kaldı, diyebilirsiniz. Ama, mademki tarımda büyük yanlışlar yaptığımız düşünülüyor; meselenin, en azından TÜSİAD raporunda olduğu gibi, tarım ve sanayi ilişkilerinin sistemik bütünlüğü açısından da ele alınmasında yarar var. Politikalar düzeyindeki sistemik bütünlük, her şeyden önce, bu iki üretim kesimi arasındaki girdiçıktı ilişkilerinin, bilim ve teknolojideki gelişmeler paralelinde kazandığı yoğunluktan kaynaklanır. Bu ilişkiler, sınai üretim alanında egemen olan üretim tarzlarına ve iş süreçlerine özgü kavram ve normların giderek tarımsal üretimde de geçerlilik kazanmasıyla çok daha üst düzeylere taşınmıştır. Aslında, bu iki üretim alanını hâlâ birbirinden çok farklıymış gibi algılamamızın nedeni, maddeye ve doğa güçlerine egemen olma konusunda, aralarında var olan farklılıklardır. Bilindiği gibi, sınaî üretim bizim, madde ve doğa güçleri üzerinde önemli ölçüde egemenlik sağlayabildiğimiz bir alandır. Maddeyi fiziksel, kimyasal, biyolojik yollardan değişime uğratıp ona işimize yarayacak şekiller verebiliyor, çeşitli işlevler kazandırabiliyoruz. Maddeye şekil vermede mikro ölçeğe indik (mikroelektronikte olduğu gibi); şimdi nano ölçeğe (moleküler ve atomal boyutlara) iniyor, madde üzerindeki egemenliğimizin sınırlarını genişletiyoruz. Sâdece madde mi? Doğanın içerdiği enerjiye de belli alanlarda dizgin vurabiliyoruz. Hidrolik enerjiyi, güneşin, rüzgârın enerjisini dizginleyip işimize yarayacak enerji türlerine dönüştürebiliyoruz. İtirazlarımız var ama, insanlık nükleer enerjiyi de bütünüyle dizginleyebilmenin peşinde. İster maddeye yeniden şekil vermede, isterse enerjiyi dönüştürmede olsun, biz bütün bu işlemleri, şartları insan eliyle belirlenmiş mekânlarda gerçekleştiriyoruz. Sınai üretim dediğimiz o süreçte, biz hata yapmadığımız sürece, doğa işimize karışmıyor. Oysa, tarımsal üretimde hâlâ büyük oranda doğa bize hükmediyor. Artan dünya nüfusunu yeterince besleyebilmenin önünde doğanın kısıtları var. Bütün dünyayı saran tarımla ilgili son tartışmayı ateşleyen de, gezegenimize hükmeden kuraklığın tarımsal üretim üzerindeki etkisi oldu. Bütün bunlar, tarımda da doğa güçlerine meydan okuyabilme ve canlı maddeyi yeniden şekillendirebilme arayışlarına ivme kazandırıyor. Bu arayışlar, elbette, açlığı önlemek gibi, sadece insani kaygılardan kaynaklanmıyor. Bu arayışların ardında tarımsal üretimden elde edilen ekonomik faydanın yükseltilebilmesi; sektörün sübvansiyon gereksinmesinin en aza indirilmesi gibi, başka nedenler de var. Farklı nedenlerle de olsa bütün bu arayışlar sanayie özgü pek çok üretim tarz ve normunun bunları belirleyen teknoloji muhtevalarıyla birlikte tarım alanına taşınması sonucunu yaratmaktadır. Örneğin, tarımda elde edilen ekonomik faydanın yükseltilebilmesi, sektörün, sübvansiyona muhtaç olmadan kendisini sürdürebilecek bir yapıya kavuşturulabilmesi ve benzeri sorunların çözümü, açıkça görülmektedir ki, ancak tarımda da doğa güçlerini yenmek ve prodüktiviteyi (üretkenliği) yükseltebilmekle mümkündür. Doğa güçlerini yenmek ve prodüktiviteyi yükseltebilmekse, tıpkı sanayide olduğu gibi, (1) Bilgiye, dolayısıyla, eğitilmiş insan gücüne; (2) Kullanılan teknolojinin düzeyine; (3) Ülkenin araştırma, teknoloji geliştirme ve teknolojik inovasyon yeteneğine; (4) Teknolojiden beklenen faydanın sağlanabileceği en uygun işletme ölçeğinin yakalanabilmesi için tarımsal üretimin de yeniden örgütlenebilmesine (kısacası, ülkenin ‘organizasyonel inovasyon’ yeteneğine); (5) Yükselen prodüktivitenin boşta bırakacağı işgücüne yeni istihdam alanları yaratılabilmesine bağlıdır. Ve tarım politikaları da artık bu öngörüleri temel almaktadır. Sanayideki ‘inovasyon’ kavramı burada da mı karşımıza çıktı, diye düşünmeyin. Siz tarım politikanızı, bu meseleyi dikkate almadan tasarlıyorsanız, Türkiye tarımı için bir çıkış noktanız da zâten yok demektir. Haftaya ‘Tarımsanayi ilişkileri (2)’de buluşmak üzere... Avrupa ARGE’sinin bilim ve teknoloji dünyasındaki yeri Çin, Güney Kore ve Rusya Federasyonu, bilim, teknoloji ve yenilikçilik açısından dünyanın yeni parlayan yıldızları. Buna karşın Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin ARGE faaliyetlerinde 2003 yılından sonra belirgin bir azalma görülüyor. Bunun nedeni AB ülkelerinin ARGE harcamalarına yıldızı yeni parlayan Asya ülkelerinden daha düşük bir pay ayırması. ARGE harcamalarında aslan payının özel sektöre ait olduğu düşünüldüğünde, Avrupa’da 2000’den bu yana özel sektörün ARGE’ye katkılarının giderek düşmesi, Avrupa ARGE’sinin önce durağanlaşmasına, sonra da gerilemesine yol açmış bulunuyor. A vrupa Birliği’nin ARGE yoğunluğu (GSMH’nın yüzdesi olarak ARGE harcamalarına ayrılan miktar) doksanların ortalarından 2001 yılına kadar yavaş fakat istikrarlı bir gelişme gösterdi. Ancak 2001 ve 2002 yılları arasında Birlik üyelerinin ARGE faaliyetleri durgun bir dönem yaşarken, bu tarihten sonra inişe geçti. 2005 yılında AB’ye bağlı 27 ülkede GSMH’dan ARGE’ye ayrılan pay yalnızca %1.84 oranında kaldı. Japonya, ABD ve Güney Kore’de son 10 yıl süresince ARGE’nin izlediği trend, küçük ve önemsiz dalgalanmaların dışında, Avrupa’nın performansının hep ilerisindeydi. Sonuç olarak ARGE yoğunlukları arasındaki bu uçurum hiçbir zaman kapanmadı. Tam tersi son beş yılda gözlenen trendin devam etmesi durumunda, 2010’da Avrupa’nın ARGE yoğunluğu, doksanların ortalarındaki düzey olan GSMH’nın %1.80’nin altına düşebilir. ÇİN SIKI TAKİPTE Dahası Çin gibi gelişen yeni ekonomiler hızlı bir şekilde arayı kapatıyor. Halihazırdaki trendin devam etmesi durumunda, Çin’in 2009 yılında ARGE yoğunluğu açısından AB’ye bağlı 27 ülkeye yetişmesi bekleniyor. Rusya 3.5 Japonya G. Kore ABD ARGE yoğunluğu (GSMH’nın %) 1.0 1.5 2.0 2.5 3.0 AB25 AB27 Çin Rusya 00 1995 0.5 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 Dünyanın belli başlı bölgelerinde ARGE yoğunluğu (GSMH’nın yüzdesi olarak ARGE harcamalarına ayrılan miktar) CBT 1105/ 6 23 Mayıs 2008 Federasyonu’nun da 1995 ve 2003 yılları arasında ARGE’ye önemli miktarda kaynak ayırdığı görüldü. Ne var ki 2003’ten sonra Rusya’nın ARGE yoğunluğu 2001’deki düzeyinin altına düştü. KÜRESEL ARGE’DE GELİŞMİŞ ÜLKELERİN PAYI AB, ABD ve Japonya gibi ileri ekonomilerin küresel ARGE harcamaları içindeki payı giderek küçülüyor. OECD verilerine göre AB’ye bağlı 27 ülkenin payı 1995’teki %29’tan 2005’teki %25’e geriledi. Benzer şekilde ABD ve Japonya aynı dönemlerde sıra ile yüzde 4 ve yüzde 3 oranında kayıplara uğradılar.