02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

İktisatçının sorumluluğu: Piyasa ya da toplum Bağımsız Sosyal Bilimciler İktisat Grubu nsanlık tarihinin hiçbir evresinde toplumsal yaşam günümüzde olduğu ölçüde “piyasalar”a tabi hale gelmedi. Bütün toplumsal faaliyetlerin piyasalarla daha çok ilişkilendirildiği bir tarih sürecinden geçiyoruz. Piyasalara, toplumda yalnızca bir değişim işlevi yüklenmiyor, aynı zamanda “görünmez kuralları”yla toplumda doğru ile yanlışı, hak ile haksızlığı belirleyen bir adalet alanı işlevi de yükleniyor. Ekonominin ve toplumun mükemmel uyumunun ancak serbest piyasa işleyişiyle mümkün olacağını savunanlar, piyasaların işleyişi üzerine yapılan her konuşmayı çağdaşlığa, özgürlüğe ve demokrasiye yapılan bir müdahale olarak göstererek, bu önerilerin sahiplerini gericilik ve cahillikle suçluyorlar. Onlara göre serbest piyasaya dokunmak, toplumun işleyişine dokunmaktır, öyleyse piyasalara dokunulmamalıdır! Gündelik hayatımızda hemen her gün değişik biçim ve yollardan yapılan bu önerme, doğal olarak piyasayı ve onun devlet ve toplumla olan ilişkisini sorgulamayı gerektiriyor. Bu sorgulama, ekonominin ve onun anlatım dilini oluşturan iktisadın sorun alanının doğru olarak tanımlanabilmesi için de bir zorunluluktur: Bir düşünce geleneği olarak iktisat neyi sorun edinir? Bu soruya verilecek yanıtlar farklı iktisat algılayışlarına sahip meslekten iktisatçıların dünya görüşlerinin ve kimliklerinin algılanması için de bir başlangıç noktasıdır. Serbest piyasayı düstur edinen ve “piyasalar” için “özgürlük” isteyen neoliberal iktisatçılara ekonominin toplumsal yapıdan bağımsız olmadığını, toplumsal yapıya bütünleşik olduğunu hatırlatmak gerekiyor. İktisadi düşünce geleneğinin kurucu öncüleri toplumsal yapıdan soyutlanmış piyasa fikrinin soyut ve ütopik bir düşünceden öteye gidemediğini; piyasaların işleyişinin devlet, siyaset ve kültürel alanla doğrudan ilişkili olduğunu göstermişlerdir. Bu geleneğe göre, varlığında eşitsiz bir güç alanı olan piyasayı savunanların esas amacı, sermayenin devlet ve toplum üzerinde yarattığı baskı ve eşitsizlikleri meşrulaştırmadan öteye geçememektedir. Soruna bu açıdan yanaşıldığında iktisatçının gerçek problem alanı da piyasa değil, toplumdur. Yaşamakta olduğumuz küreselleşme süreci her şeyin daha çok para ilişkisine tabi olduğu bir dönemi tanımlamaktadır. Piyasalar paranın mantığına tabi oldukça, parayı kontrol eden gruplar da toplumsal yapı ve hükümetler üzerinde belirleyici olmaya başlamışlardır. Parasal hareketler, üretim ve maddi zenginlikler üzerinde bir baskı alanı oluşturarak, toplumların insani ve doğal özünü giderek daha fazla tehdit etmektedirler. Kapitalizmin tarihinde şimdiye kadar izlenmemiş bir biçimde para üretimden kopmakta ve giderek daha fazla sayıda insanın piyasanın mantığı açısından değersizleşmesine yol açmaktadır. Dünya Bankası raporları dahi, dünya nüfusunun beşte birinin mutlak olarak yoksul olduğunu, açlık sınırında yaşadığını itiraf ederek önemli sayıda bir insan kitlesinin değersizleştiğini ortaya koymaktadır. Bu olgu, üzerinde yaşadığımız topraklarda da çok yoğundur ve gün geçtikçe derinleşmektedir: Resmi verilere göre, Türkiye nüfusunun yüzde on beşi mutlak yoksulluk sınırını tanımlayan ve günlük bir dolara karşılık gelen gelire sahip değildir. Bu gelir bir buçuk dolar olarak tanımlandığında, ülkemizde yaklaşık yirmi beş İ milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Küresel düzeyde bu tür gözlemlerin sayısı arttırılabilir. İnsanların giderek değersizleştiği bir ortamda iktisadi krizler de sadece ekonomi alanının problemi olmayı çoktan aşmış ve toplumların krizine dönüşmüştür. Paranın ve paranın toplumlar üzerinde kurduğuiktidar ilişkilerinin dilini oluşturan neoliberal politikalar ve bu politikaları savunan iktisatçılar, piyasa özgürlüğünün çılgın despotluğuna sığınırken, ekonominin bir toplumsal ilişkiler bütünü olduğunu unutmaktadırlar. İnsanlığın önemli bir kısmını değersizleştiren “serbest” piyasanın, toplumların özgürlüğü ve demokrasi için tartışılmaz olduğunu savunmak en yalın anlamıyla toplumsal sorunlardan ahlaki düzeyde uzaklaşmaktır. Bir sosyal bilim olarak iktisat aynı zamanda bir ahlak okumasıdır. Ve her ahlak okumasında olduğu gibi konuşma alanı toplumun kendisidir. Toplumu kolayca piyasa mantığına indirgeyen iktisatçı, topluma karşı ahlaki sorumluluğunu da basitçe piyasa güçlerinin despotizmine yani sermayenin tahakkümüne terk etmiş demektir. Ülkemiz uzun süren ve toplumsal etkileri giderek yoğunlaşan bir kriz sürecinden geçmektedir. IMF ve Dünya Bankası politikaları eşliğinde şekillenen iktisat politikaları toplumsal yapının her alanında kuralsızlaştırmalara yol açarak, toplumun bütününde yıkıma dönüştürücü etkiler yaratmaktadır. Kamusal politikaların daraltılması, özelleştirmeler, artan işsizlik ve yoksulluk bu dönüşümlerin toplumsal maliyetleri olarak karşımızda durmaktadır. Giderek derinleşen bu çelişkiler ise hayatın her alanında olduğu gibi meslekten iktisatçıların da kimlik farklılaşmalarını netleştirmekte ve “iktisat neyi sorun edinir, iktisatçı neyi anlatır” sorusuna haklı bir içerik hazırlamaktadır: Gündelik basında ve televizyonlarda her gün piyasaları ve piyasaların rasyonelliğini anlatan iktisatçılar, iktisadın düşünce geleneğindeki zenginlikleri unutmuş görünüyorlar. Bu açıdan, “Bağımsız Sosyal Bilimciler” olarak bizler, mesleğimize sosyal bilim geleneği içinden bakarak toplumumuza seslenmeyi sürdürüyoruz. Ekonominin toplumsal yapının içinde olduğunu, ondan bağımsız olmadığını unutmayarak, toplumumuzun karşılaştığı sorunları yorumlamaya çalışıyoruz. İki yılı aşkın bir süredir devam ettiğimiz ortak çabamızı, gelecek günlerde daha da yoğunlaştırarak sürdürmeyi hedefliyoruz. Bu amaçla, gurubumuz üyeleri ve grubumuza katkı sağlamayı kabul edecek kişilerle, dünyada ve toplumumuzda meydana gelen dönüşümleri on beş günlük düzenli aralıklarla tartıştığımız, yazılarımızı okurlarımızla paylaşacağımız bir düşünce platformu oluşturmayı amaçlıyoruz. ‘Tevhidi Tedrisat Kanunu’ ile ne ilgisi var? Ömer Demircan F CBT 1105 / 22 23 Mayıs 2008 orum İstanbul, 26 Nisan 2008 günü: “Türkiye bir ARGE merkezi olabilir mi?” konulu bir oturum düzenlemiş. Konuşmacılardan Sayın Prof. Dr. Abdullah Atalar “İlköğretimde ve ortaöğretimde yaratıcılığın önünün açılması, merkezi müfredat yerine okulların çeşitliliğine izin verilmesi gerektiğine değinerek, ‘Tevhidi Tedrisat Kanunu’ kaldırılmalı, yaratıcılık, deneysel çalışmalara yer verilmeli” demiş. Oysa, söz konusu devrim yasası o sıradan öneri önünde asla bir engel değil. Kaldı ki, Tevhidi Tedrisat Kanunu, tam tersine, ulusal eğitime bireysel yaratıma girişin amentüsüdür. Sayın profesör, acaba alanı dışında kalan Türk tarihini, eğitimöğretimde, Cumhuriyet dönemi uygulamalarını, devrim yasalarını bilmiyor mu? 12 Eylül Anayası’nın ilgili maddelerini doğru dürüst okumamış mı? Kendi üniversitesinde 3 Mart 1924 tarihli bu yasa acaba geçiyor mu? Kaldırılması gereken gerçek engel yabancı dilde öğretimdir. Yetenekli öğrenciler, yabancı dilde öğretim yapan kurumlara alınarak İngilizcede, Türkçeye göre onda bir okuma hızına koşuluyor, o öğrencilerin öğrenme süreci ezbere indirgenerek en az üçte ikisi harcanıyor, ancak üniversiteyi bitirirken öğrenebildikleri İngilizce ile avutuluyor. Dr. Şükran Gölbaşı “sömürgeci kurumlaşmanın Türkiye’de yeni anayasayı beklediği”ni yazıyor. Sözettiği dilsizlemeyi sağcı eğitim düzenlemeleri ile kitle iletişim araçları kotarmış durumda. Dikkat süresi üçbeş saniyeye inen kişi, yabancı dilde de öğrenim görse, ussal işlemleme yapamaz, verileni ezberlemek zorundadır. Sömürüleniletişimi öylece birkaç söze, en özgün olarak da markalara indirgenir: Newspeak! Üstün yetenekli değilsen, yabancı dil öğrensen ne olur, yabancı dilde öğrenime koşulsan ne yazar! Dil yok ki beyin çalışsın! Kemal Yeşilçimen, insanın Türkiyede “zi hinsel soykırım”a uğratılarak “bize ait ne varsa: Milli ve manevi değerler, vatan, bayrak, din, ahlâk, ... her şey gereksiz, modası geçmiş, ve çağdışı kaldığı için imha edilme” sürecine sokulduğunu belirtiyor. “Yabancı dille öğretimi üçüncü ülkelerde yaymak, Sistem'in kültürsüzleştirme politikasının önemli bir silahı" olarak görülüyor. Tevhidi Tedrisat Kanunu (öğretim birliği yasası) üzerine sayın profesörün söylediği söz, başkaca bir amaç güdülmüyorsa, bilmeden yakıştırmaya girer. Ne bilimsel ne eğitsel hiçbir değeri yoktur. Önce üniversite kendini düzeltmelidir. Çünkü, Yükseköğretim Kurulu (2006:135) ‘Taslak Rapor’una göre: Öğrencilerin % 62.8’i okudukları yükseköğretim kurumundaki eğitimi yeterli kalitede bulmamaktadırlar. Yine o rapora göre, lise bitirme çağına gelen her 100 gençten 50’si ÖSYM sınavına giriyor, onlardan 10’u bir bölüme yazılma hakkı kazanıyor, 7’si kayıt yaptırıyor, 3’ü üniversiteyi bitiriyor, 2’si iş buluyor . Ayrıca, iyi eğitim gören her 100 gençten 59’u dış ülkelere gidiyor; bu beyin göçünün ülkeye maliyeti yılda 22.5 milyar dolar. . Daha da acı olanı şu: yabancıdil hazırlık öğrenimi gören her dört genç, bir başka gencin lise ya da üniversite öğrenimi almasını engelliyor; bugünkü yabancı dil hazırlık uygulamasıyla her yıl 25.000 dolayında başka genç eğitim dışına atılıyor. Üniversite mezunu en fazla işsiz Türkiyede . Tevhidi Tedrisat Kanunu, çağdaş ulusal, laik eğitimi sağlayan başlıca devrim yasalarından birincisidir. Bu yasayı kaldırarak yaratıcı eğitime ulaşılacağını sayın profesör hangi bilimsel ön araştırmasına dayandırıyor? Yoksa, o öneri eğitim dışı bir kısadevre sayılmaz mı? KAYNAKLAR: 1CBT, 02.05.08 eki s. 7. 2 Saydampr> İstanbul Forum basın bülteni 26.04.08: 18:40. 3 CBT eki 02.05.08 s. 7. 4 Cumhuriyet Strateji eki 28.04.08. 5 A. İlhan, Cumhuriyet, 5.3.1997. 6 Yeldan, Erinç: Cumhuriyet 11.10.06, s.13. / 29.11.06. Yüzüak, Özlem: Cumhuriyet 11.10.06, s.13. 7 Beyin Göçü’nün Maliyeti:, CBT eki, 26.10.07, s14. 8 Sky TV: 02.11.07, OECD raporundan.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle