Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
BİLİM VE TÜRBAN ah'ın takdiri (takdiri ilahi)” diyerek açıklıyorlar. Örneğin, deprem oluyor. Binlerce insanımız ölüyor. Yöneticilerimiz hemen olay yerine gidiyorlar ve “takdiri ilahi, fakat devletimiz güçlüdür, acılarınızı dindireceğiz” diyorlar. Daha da kötüsü, bazıları ki içlerinde prof. sanı taşıyanlar bile var, her şeyini kaybetmiş acılı insanlarımızı suçluyorlar: “Nasıl bir günah işlediniz ki Allah size böyle büyük bir ceza verdi…” Sel, fırtına gibi diğer doğal felaketlerde de aynı söylemleri dinliyoruz. 2600 yıl önce de bu topraklarda yaşayanlar aynı şekilde düşünüyorlardı. Yalnız o zaman tek tanrı değil, çok tanrı vardı. İnsanlar her olay için bir tanrı veya tanrıça yaratmışlardı. Örneğin, tanrıların tanrısı Zeus kızınca fırtınalar çıkarır, yıldırımlar yaratır insanları cezalandırırdı. Poseidon depremler oluşturur, evleri yıkar, insanları öldürürdü. Bunların dışında yeraltı/ölüm tanrısından şarap tanrısına, aşk tanrıçasından bereket tanrıçasına kadar daha birçok tanrı ve tanrıça vardı. diler. Sayın Başbakan, bilimsel düşüncenin üçüncü kuralı budur: Kaynağı ne olursa olsun, kimin düşüncesi olursa olsun, hiçbir görüş “kesin” doğru değildir, her görüş eleştiriye açıktır, gerçeğe ancak eleştiri yoluyla erişilir. Önyargılardan/peşin hükümlerden arınarak, olayları/olguları eleştirel akılcı düşünceyle irdeleyip, doğayı/doğal olayları, tanrılara havale etmeksizin anlamaya çalışan Thales ve onun yöntemini izleyenlere doğa felsefecileri denir. Einstein, “önyargıları yıkmak atomu parçalamaktan daha zordur” demiştir. Bunu ilk kez başaran Thales'dir. Bunun için, öncelikle insanın kendi aklını özgürleştirmesi gerekir. Yani, akılcı olmak için, akıl önce kendi “tabu”larını yıkmalıdır. İşte, bilimsel düşüncenin, yukarıda saydığım 3 kuralını da kapsayan ana kuralı aklın özgürleşmesidir, Sayın Başbakan. ler bu kez fesi kutsadılar. Bugün, marjinal gericilerin dışında kimse fesin kutsallığını öne sürmüyor. Gün gelecek, Hıristiyan rahibelerin başörtüsü türbanın da kutsal olmadığı anlaşılacaktır. “Böl ve Yönet” politikası uygulayan emperyalistlerin oyunundan kurtulursak bu süreci kısa zamanda, kolayca aşarız. Sayın Başbakan, bilimsel düşünce yalnız bilim insanları veya üniversiteler için gerekli bir şey değildir. Einstein, “bilimi küçük bir grubun tekeline bırakmak, toplumun düşün gücünü zayıflatır, onu manevi yoksulluğa sürükler; sömürüye açık, kolayca kullanılabilir sürüye dönüştürür” demiştir. HEPSİNİ BİZ ÜRETİRİZ Kuraklık nedeniyle ekinleri tarlalarda kuruyan insanlarımız, cehaletin verdiği zavallılıkla yağmur duasına çıkıyorlar. Eğer bilimsel düşünceyi özümseyecek olurlarsa, “kuraklığın bir doğal olay olduğunu, doğal olayların doğaüstü güçlere başvurarak değil, doğanın korunarak önlenebileceğini; bunun için ormanlarımızı korumamız, ağaç dikerek yeni ormanlar oluşturmamız” gerektiğini bilirler. Yurttaşlık bilinci de gelişeceği için, ormanları talan ederek kaçak evler, villalar yapmazlar; bunun “suç olmanın ötesinde ahlaksızlık olduğunu” düşünürler. Aynı şekilde, araçlarının üzerine “maşallah” yazmak yerine bakımlarını yaptırır ve trafik kurallarına uyarlarsa “trafik canavarı(!)” diye bir şeyin olmadığını da göreceklerdir. Daha da önemlisi Sayın Başbakan, insanlarımız bilimsel düşünceden yoksun oldukları için sahtekârlar, hırsızlar, ahlaksızlar tarafından başta din istismarı yoluyla aldatılıyorlar; özellikle gurbetçilerimiz, tüm birikimleri ellerinden alınacak kadar sömürülüyorlar. Sonuç olarak Sayın Başbakan, toplumca bilimsel düşünceyi benimseyecek, özümseyecek, içselleştirecek olursak Batı'dan bilim, sanat ya da ahlak almamıza gerek kalmaz. Bunların hepsini kendimiz üretiriz, yaratırız. TEMEL İLKE: DÜRÜST OLMAK Demecinizde söz ettiğiniz ahlak ile bilim iç içedir. Ahlaksız bilim olmaz. Toplumsal ahlakta olduğu gibi, bilimsel ahlakta da temel ilke dürüst olmaktır. Bilim insanları bilgiyi toplum için üretirler. Bu bilgiyi sıradan insanlar kullandığı gibi, diğer bilim insanları da kullanabilir. Ancak, üretene saygı gereği, bilginin alındığı kaynağın belirtilmesi gerekir. Kaynak göstermeyerek başkasının ürettiği bilgiyi sahiplenmek dürüstlük değildir. Buna Arapça “intihal” diyorlar. İntihal yapan kişilerin el üstünde, hatta baş üstünde tutulduğu bir toplumda ahlaksızlık özendirilmiş olur. Bugünlerde üniversite ve özgürlük sözcükleri, birlikte sık kullanılıyor. Üniversite için temel özgürlük, aklın özgürlüğüdür. Sayın Başbakan, giyside kutsallık aramak aklın özgürlükten yoksunluğu, sizin deyiminizle “aklın baliğ” olmamış olması demektir. 1820'lerde Padişah ll. Mahmut sarığı kaldırıp fesi getirdiğinde, gericiler sarığı kutsadılar; “fes gavur serpuşudur, din elden gidiyor” dediler, isyan ettiler. Gericiler, bugün hâlâ II. Mahmut'a “Gavur Padişah” demektedirler. 100 yıl sonra, 1920'lerde fes kaldırıldığında, gerici TANRIYA ADAK İnsanlar, tanrıların kızmamaları, kendilerini cezalandırmamaları, tersine yardım etmeleri, ürünlerinin bol olması vb dilekleri için adak adarlar, kurban keserler, tapınaklarda dualar Demecinizde söz etti eder, tapınır, yakarırlardı. Fakat gene de felaketlerğiniz ahlak ile bilim iç den kurtulamazlardı. içedir. Ahlaksız bilim Thales, yüzlerce yıldır olmaz. Toplumsal ah toplumda genel kabul gören lakta olduğu gibi, bi bu düşünceden kuşku duydu. bizim babalarımız. limsel ahlakta da te “Tanrılar Biz onlara tapınmakta, saymel ilke dürüst olmak gıda kusur etmiyoruz. Dualar tır... Sonuç olarak Sa ediyoruz, kurbanlar kesiyoyın Başbakan, toplum ruz, tüm kulluk görevlerimizi yerine getiriyoruz. Fakat geca bilimsel düşünceyi ne de felaketlerden kurtulabenimseyecek, özüm mıyoruz. Babalar hiç çocukseyecek, içselleştire larını öldürür mü? Doğal olayların, tanrılara bağlamacek olursak Batı'dan dan, akıl yoluyla anlaşılabibilim, sanat ya da ah lecek bir nedeni, açıklaması lak almamıza gerek olmalı…” diye düşündü. Sayın Başbakan, işte bikalmaz. Bunların hep limsel düşüncenin ilk kurasini kendimiz üretiriz, lı budur: Kuşku!.. Toplumda yüzlerce/binlerce yıldır yaratırız. genel kabul görmekte olsa, hatta kutsal bile olsa mevcut fikirlerin, düşüncelerin, görüşlerin doğruluğundan kuşku duymak; bunları sorgulamak… Thales, bu düşünceyle, tanrı Poseidon'u devreden çıkararak deprem oluşumuyla ilgili bir varsayım ortaya attı. Bu varsayımını öğrencisi Anaksimandros'a anlattı: “Bu benim düşüncem. İnanmak zorunda değilsin. Hatta inanmamak için nedenin varsa daha da iyi. Bu şekilde daha iyi bir açıklama bulabiliriz”(Bakınız: A.M.Celal Şengör. Akıl, Bilim, Deprem, İnsan. Cogito, Deprem Özel Sayısı Eki, Sayı 20, 1999.) Türbanda gelinen son nokta: Kime yarıyor? Türban sorunu aslında söz konusu partilerin ve parti yandaşlarının “hanımlarının” değil “beylerinin” sorunudur... Emperyalistler açısından Türkiye'nin bölünmesi, parçalanması, kendi evlatlarına laikantilaik, laikdinci bağlamında birbirlerini hırpalattırarak ve yedirerek bir iç kargaşaya doğru sürüklenmesinin en son ve bir başka perdesidir “türban sorunu”... Tahrik ve çatışma ortamı yaratma ve hazırlama ve 70 milyonu birbirine düşürme, bölme, parçalama üzerine planladıkları bu en son perde, amaçlarına yakınlaştıkları da en son perde ya da sonun başlangıcıdır. Prof. Dr. Cemal Tunoğlu Hacettepe Üniversitesi; tunay@hacettepe.edu.tr İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ KURALLAR Sayın Başbakan, bilimsel düşüncenin ikinci kuralı budur: İnsanın kendi düşüncesinin de doğru olmayabileceğini kabul etmesi. Başka bir deyişle kendi düşüncesinin doğruluğundan da kuşku duyması ve görüşlerini eleştiriye açması… Anaksimandros, “aman efendim estağfurullah, sizin düşünceniz yanlış olabilir mi? Sizi eleştirmek bizim haddimiz mi?” demedi. Hocasının tezini eleştirdi, geçerli olamayacağını bildirdi ve kendi varsayımını öne sürdü. Anaksimandros'un öğrencileri Ksenofanes ve Anaksimenes de onun varsayımını eleştirerek geliştir S CBT 1090/14 8 Şubat 2008 onunda türbanın bir siyasi simge olduğu “velev ki” sözcüğü ile kamufle edilmeye çalışılarak da olsa kabul edildi. Yaklaşık 40 yıldır gündemden düşürülmeyen ve son bir yıldır dozunu arttıran “Türban” olarak bildiğimiz ve ülkemizin Milli güvenliğinin ve ekonomisinin de önüne geçen bu tartışma, hedef kitleyi, yandaşları ve muhatapları çok daha fazla arttırmak ve Anadolu'da yüzyıllardır kullanılmakta olan ve siyasi bir kimlik dışında, masum bir şekilde yerine göre inanç, yerine göre geleneksel olarak kullanılan tüm örtünme tiplerini de kapsamına alacak şekilde (başta annelerimizin ninelerimi zin gıdık altından başlarına örttükleri eşarp, başörtüsü, Erzurum'un ehramı, Beypazarı ve Kastamonu'nun yazması, Anadolu'nun farklı yörelerinde kullanılan ve yaşmak, ferace, kadın fesi, felek tabancası, hotoz, maşlak, tandırbaş, yemeni, kundak yemeni, salma yemeni gibi isimlerle anılan, Doğu Karadeniz'de kullanılan tüm örtünme tipleri vs….) özellikle son bir yıldır, bilinçli olarak topluma “Başörtüsü” adı ile şırınga edilmeye çalışılmaktadır. Son günlerde bu konudaki terminolojide de ciddi ve bilinçli bazı değişiklikler yapılarak, sinsi ve tertipli bir planla TSK'yı da bir yerde işin içine katmaya ve/veya yumuşatmaya çalışarak yaygın eşarp ya da başörtüsü birden bire “GATA Fiyongu” oluverdi.