Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
BİLİM TARİHİ Bizde akademi lazım mı, değil mi? Doktor Osman Şerafeddin: “ Siyasi rüştünü isbat etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, ilmi rüştünü de ispata ve medeni milletler arasında kendisine layık olan mevkiyi almaya mecburdur. Bundan başka halka refah ve saadet bahşedecek, istikrar temin edecek bir hükümetin fenne ve tekniğe pek büyük bir ihtiyacı vardır.” Doktor Osman Şerafettin Bey’in bu yazısı, 15 Ekim 1927 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Kısaltılmış ve kısmen bugünkü dilimize uyarlanmıştır. Hazırlayan: Osman Bahadır. da Türk olan bir kitleye bir sanat öğrettiğini görmekteyiz. Tababet zaten eskiden beri Rum, Ermeni ve Museviler tarafından geçim aracı olarak memleketimizde tatbik edilen bir meslekti... İkinci devrede Türk etibbasının bir tepki verdiği görülmektedir. Bir Türk tababetinin teşkiline, derslerin Türkçe okutulmasına karar verilmiştir. Bunun için de elde bulunan esaslı tıp kitaplarını evvela Türkçeye nakletmek gerekiyordu. Klasik kitapların tercümesiyle bir temel atılacak ve gelecekte bu temel üzerinde tedricen çalışılacaktı. Bu fikir ve bu cereyan gayet doğru idi. Aksi takdirde iş Kudüs'teki Musevi Darülfünunu'na dönerdi. Halihazırda bu müessesede en muktedir muallim ve müderrisler bulunduğu halde derslerin bir kısmı Almanca, bir kısmı Fransızca ve bir kısmı İngilizce tedris edildiği cihetle bu müessesenin ibraniliğinden bir şey anlamak kabil değildir. İKİ ÖNEMLİ NOKTA Biri tefekkür (düşünme) tarzıydı. Tabiatı görmek, anlamak, her şeyin bir sıra sebep nedeniyle olduğunu bilmek, buna kanaat getirmek ve bu sebeplerin keşfinin mümkün olduğuna inanmaktı. Diğeri ise, çalışma tarzı idi. Çalışmak, çalışmaya vakıf olmak. İşte ancak düşünmek ve çalışmak sayesinde medeniyeti memleketimize ithal mümkündür. Bize fen ve malumat hamallığının lüzumu yoktur. Asıl hüner Avrupa'daki keşifleri ve araştırmaları yapacak makineyi memleketimize kurabilmektir. Sonra getirdiğimiz mütehassıslara gelince; biz mütehassıstan işimizi görecek bir adam bekliyoruz. Fakat şuna kâni olmalıyız ki, mütehassıs bizce belirli bir işi bize öğretecek bir şahıs olmalıdır. Ona bol para vermeliyiz. Fakat onu ne için getirdiğimizi bilmeliyiz. Bu zat, yanına verilecek faal gençlere hünerini 34 sene zarfında öğretecek ve sonra yine memleketine gidecektir. Asıl o işi yapacak ve ilerletecek biz olmalıyız. Kendi işini, fenni, idari, her ne olursa olsun göremeyen bir milletin hayat hakkı olmadığına kâni olmak lazımdır. İşte bir asırdan beri gelip giden mütehassıslardan hakkıyla istifade edemediğimizi itirafa mecburuz. Şuna da emin olmalıyız; biz öğrenmeyi arzu etmediğimiz takdirde gelen mütehassıs mutlaka bize öğretmek zahmetine katlanmaz. Bol bol parasını alır ve keyfine bakar. Fakat bu suretle memlekette teşekkül edecek müesseseler, fenni faaliyet merkezleri yalnız başına çalışamaz. Onların elde ettikleri neticeleri birbirlerine bildirmeleri lazımdır ve o halde bir muhit teşekkül eder ki, ancak ona fenni ve ilmi bir muhit tâbir olunur. İşte o zaman Türk fenni de bir varlık kazanır. Kendisine mahsus bir varlık. Ve yaşamak, bir medeni millet halinde yaşamak için böyle bir varlığa ihtiyaç vardır.... CBT 1074 / 16 19 Ekim 2007 akup Kadri (Karaosmanoğlu) Beyefendi, Milliyet gazetesinde memleketimizde bir akademinin lüzumuna dair bir seri makale neşrettiler... Bir akademinin lüzumu, fakat her türlü sıkıntıdan arınmış, tarafsız bir seçim ile teşkil edilecek ve vazifesine hakkıyla vakıf bir akademinin lüzumu, son zamanlarda kurak bir sahra gibi, ancak nahif fidanlar yekiştiren lisanımız için aşikârdır. Fakat böyle bir akademi teşekkül edince bizde geniş bir 19. yüzyılın sonlarında fikir cereyanı uyanaTürk tababetinde iki cağına, bol ve uluslabüyük adım atılmıştır. rarası eserler meydaBunlardan biri na geleceğine, doğrusunu söylemek lazım Bakteriyolojihane’nin, gelirse, pek inanamıdiğeri de Gülhane’nin yorum. kuruluşudur. Bu şüphe, olguların tetkikiyle oluşmuş bir kanaatin tezahürüdür ve milletin kabiliyeti ile katiyen ilişkili değildir. Bu kanaatin neden ibaret olduğunu burada biraz izaha çalışacağım. Şubemin haricinde olduğu için edebiyattan bahsetmek istemem. Biraz fenden, özellikle tıptan bahsederek dertlerimizi açmak arzusundayım. Bir asır evvel açılan ve bir asırdan beri çalışan bir tıp mektebine, bir tıp fakültesine malikiz. Ve hiçbir taraftan itirazla karşılaşmayacağımızdan emin olarak şunu da itiraf edebiliriz ki, tababet, diğer fen şubelerine nazaran bizde en ilerlemiş şubedir ve diğerlerine üstündür. Tıp mesleği memleketimize muktedir ve pek muktedir doktorlar yetiştirmiştir ve bunlar memleket için gayet faydalı birer unsur olmuş ve birçok zaman yüzümüzü ağartmıştır. Lakin bu hakikati kaydetmekle beraber takriben ancak kırk senelik bir geçmişi olan Japon fakülteleri derecesinde faaliyet gösteremediğimizi söylemeye mecburuz. Ne onlar kadar çalışabiliyoruz, ne onlar derecesinde emek mahsullerimizi uluslararası fen âleminde satmak yolunu biliyoruz. Bunun sebebi nedir? Tıp tarihimizi biraz karıştırmak bu meseleyi izaha yetecektir. Bizde tıp eğitimine ciddi bir surette Avrupa'dan mütehassıslar getirtilerek başlanmıştır. Bu zevat tababeti evvela Fransızca olarak, içinde Türk unsuru pek az olan bir kitleye öğretmişlerdir. Birinci devrede ecnebi mütehassıslarının dilimizden başka bir lisanla, Rum, Ermeni, Musevi ve biraz “Y DOKTOR KIRIMLI AZİZ’İN BÜYÜK ÖNCÜLÜĞÜ İşte Kırımlı Aziz ve arkadaşları tarafından atılan bu adım, Türkçe bir tıp sözlüğünün telifi ve tıbba ait en mühim kitapların tercümesiyle neticelenmiştir. Aynı zamanda Tıp Akademisi gibi bir cemiyet, Cemiyeti Tıbbiyei Osmaniye kurulmuştur. Diğer tarafta buna karşılık Beyoğlu'nda başka bir cemiyet vücuda getirmişler ve Fransızca olarak tartışmalara devam etmişlerdir. Fakat yeni açılan bu ilerleme çığırının maalesef bizde devam edemediği görülüyor. Sultan Hamid devri tababette de zararlı tesirini hissettirmiştir. Eskiden faal ve çalışkan müderrislere verilen önem bu defa saray gözdelerine geçmiştir. Önceleri çalışmakla, eser nakil veya tercüme veya telifi suretiyle elde edilen mevkiler, artık jurnalcilikle, intisab (bağlılık) ile elde edilmeye başlanmıştır... Fakat buna karşılık Sultan Hamid'in hususi tabibi Mavroyani Paşa sayesinde Beyoğlu Cemiyeti Tıbbiyei Şahanesi istediği gibi müzakerelerine devam ediyor ve bol bol tahsisata nail oluyordu. Yalnız şunu unutmamak lazımdır ki, bu devrede Türk tababetinde iki büyük adım atılmıştır. Bunlardan biri Bakteriyolojihane'nin ve diğeri de Gülhane'nin kuruluşudur. Türk tababeti halihazırda harp, mütareke vb. gibi sebeplerden dolayı henüz eski faaliyetini daha alamamıştır. Görülüyor ki, bizde ancak 1520 sene kadar ciddi olarak çalışılmıştır... Batı ile birçok vakitten beri temastayız. Birçok gençlerimizi Avrupa'ya gönderdik. Ve birçok mütehassısı da Avrupa'dan getirttik. Fakat şimdiye kadar memleketimizde fenni bir muhit vücuda getiremedik. Zira Avrupa'ya gidenlerimiz geniş malumatla mücehhez (donanmış) olarak döndüler. Bize getirdikleri yalnız bundan ibaretti. Fakat biz yalnız buna muhtaç değildik. Avrupa ile temastan elde edeceğimiz iki mühim şey vardı: BİLİM İNSANLARININ MEVKİLERİNİ VERMEK GEREKİR O halde memleketimizde evvela ciddi bir tetkik ile fen adamlarını ayırmalıyız. Bunlar Avrupa'da uzun müddet bulunmuş olmalıdırlar. Sonra memlekette faal müesseseler, ilmi müesseseler vücuda getirmek için ecnebi mütehassısları getirmeliyiz. Bunların yerine geçecek âlimlerimizle birlikte çalışacak olan mütehassıslar belirli bir müddet memleketimizde kalmalıdır. Sonra bütün bu müesseselerin idaresi yine kendimize geçmelidir. O zaman bizde de fenni faaliyet ocakları tesis eder ve aynı zamanda gazete, cemiyet, konferans, kongre suretiyle bir fen muhiti (bilim dünyası) oluşur. Siyasi rüştünü ispat etmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, ilmi rüştünü de ispata ve medeni milletler arasında kendisine layık olan mevkiyi almaya mecburdur. Bundan başka halka refah ve saadet bahşedecek, istikrar temin edecek bir hükümetin fenne ve tekniğe pek büyük bir ihtiyacı vardır. Bunları millete temin edecek, ancak birkaç yüz kişilik mümtaz (seçkin) bir sınıftır. Lakin bu adamları bulmak ve bunlara mevkilerini vermek gerekir. Ve ömrünü fenne, edebiyata ve sanata hasredenlere tahammülü mümkün bir hayat temini şarttır. Bunlar maişet derdinden azade olarak yaşayabilmelidirler. İşte o zaman acı acı şikâyet ettiğimiz fensizlikten ve sanatsızlıktan kurtulmuş oluruz.”