Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Kültür Mirasının Korunması Sayın Şengör’ün başlattığı tartışma sadece Özgen Acar’ı hedef almıyor. Hepimizi ilgilendiren bir konu olduğu için bu tartışma üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Şengör geçen hafta da şöyle bir başlıkla ortaya çıktı "Tarihsel kalıntı anlaşıldığı yerde korunmalıdır". Prof.Dr. Reha Günay, Yeditepe Üniversitesi alıntı sözcüğünü uzmanlar, taşınmaz kültür varlığı olarak, yerleşme alanı ve bina yerine kullanır. Eğer Şengör de aynı şeyi kastediyorsa geçen haftaki yazımda kalıntı ile ilgili bütün dünyanın itibar ettiği, mutlaka bulunduğu yerde korunmaları gerektiği konusuna değindim. Eğer Şengör, taşınabilir küçük buluntuyu kastediyorsa, onun değerini anlayacak ve koruyabilecek ortamda korunmalıdır demek istiyor sonucu çıkıyor. "Karun hazinesini düşüncesiz bir şovenizmle geri getirenler" ifadesiyle de Türkiye, kendi kültür mirasından anlamıyor ve koruyamıyor o zaman onların yurtdışında saklanması daha doğru olurdu, demek istiyor. Bu anafikir, Türkiye’deki kültür mirasının korunmasında çalışan bütün kişi ve kurumların, yasa ve uygulamaların yok sayılması demek olur. Ülkemizde bulunan kültür varlığı bizimdir, korunmasından bütün dünyaya karşı biz sorumluyuz, dışarıya çıkışı da yasalarla önlenmiştir. Uluslararası tüzükler de zaten bu yöndedir. Osman Hamdi Bey’den beri ülkemizde devlet, koruma konusuna eğilmiş bulunuyor. Kendisinin de söylediği gibi Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu, kültür mirasının araştırılmasında ve korunmasında büyük hizmetler vermiştir. Şu anda Türkiye’de kültür varlıklarının korunması konusunda yüksekokul, lisans ve yüksek lisans seviyelerinde eğitim veren onlarca üniversitemiz var. Biz koruyamıyoruz, yabancı ülkeler dünya kültür mirasını daha iyi anlıyor ve koruyor o zaman onlara verelim korusunlar demek büyük haksızlık nedenle geri kalıyoruz. Müzelerimizde çalışan çok değerli uzmanlarımız var. Ancak eleman eksikliği, iş yoğunluğu, ödeneklerin yetersizliği bilimsel çalışmaları engelliyor. Dolayısıyla müzelere eğitim ve araştırma yapma fırsatı verilmiyor, koruma laboratuvarı, koruma uzmanı yok, eğitim uzmanları, teşhir tasarımcıları yok, hatta güvenlik görevlisi olmadığından kapatılan sergi salonları var. K olur, her şeyden önce Atatürk’ün kültür devrimine. Bu düşünce, ülkede kaçak kazıları ve kaçakçılığı arttıracağından ayrıca tehlikelidir. Kaçak kazılardan çıkan eserlerin yabancı bir müzede sergilenmeleri de hiçbir şey ifade etmez, geçen yazımda da belirttiğim gibi nerede, nasıl bulunduğu bilinmedikçe. Birçok ülkenin müzeleri artık bu kaçak eserleri satın bile almıyor, çünkü bunun bilimsel bir tahrip olduğunu herkes biliyor. Bütün bu nedenlerle kültür mirasının geri getirilmesine karşı çıkmak doğru görünmüyor. CİDDİ PLANLAMA GEREK Kültür varlıklarının korunması ve onarımında çalışan Türkiye’nin tek kurumu, İstanbul’daki Merkez Laboratuvarı, bilimsel bir misyonla ortaya çıkmasına rağmen bürokratik engeller, yanlış ve yetersiz atamalar, ödeneksizlikler yüzünden gelişip serpilemedi. Yine de 20 yıllık bir süreçte, büyük bir özveriyle çok küçük bir uzman grubunun, bütün yurt düzeyinde gerçekleştirdiği sayısız koruma çalışmaları takdire değer. Ne yazık ki konunun uzmanı olan müdür emekli olduktan sonra yapılan yanlış bir atama yüzünden kurum çalışamaz hale geldi, uzmanlar görevlerinden ayrılmayı düşünü OSMAN Hamdi Bey’in eserleri yor. Bu gibi örnekleri arttır kültür miraslarının korunması anlamında bir öncü mak mümkün. Politikacılar kendinden öncekinin yaptığını devam ettirmiyor, tersine yıkmaya uğraşıyor. Bu davranışla bir yere varamayacağımız açık. Özellikle Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ciddi bir yeniden planlanmasına ihtiyaç var gibi görünüyor. Lütfen görevlere konunun uzmanlarını seçerek alalım, onlara güvenelim, çalışmaları için ortam hazırlayalım. Kültür mirası bakımından çok zengin olan ülkemiz, Sayın Şengör’ün de değindiği gibi, kültürden anlamayan insanların elinde kalmasın. ŞENGÖR’ÜN DEMEK İSTEDİĞİ Şimdi de Sayın Şengör’ün aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım. Şengör, kültür mirasının değerinin iyi anlaşılmasına, doğru korunmasına ve belki de doğru onarımına dikkat çekiyor. Bütün çabalarımıza rağmen kültür değerlerini doğru koruyamadığımız açık. 80 yılda toplumumuzu kültür mirası konusunda eğitemediğimiz ortada. Bu konuda iyi yetişmiş uzmanlarımız olmasına rağmen. Onları yetiştiriyoruz ama kullanmıyoruz. Bu ülkemizin genel bir hastalığı. Devlet kurumlarının başına ne yazık ki çoğu kez o konunun uzmanı olmayan kişiler atanıyor. Politikacılar, bilen insandan hoşlanmıyor. Bu belki de kendi bilgisizliklerinden kaynaklanıyor. Halbuki bilgili insanı kullansalar doğru iş görecekler ve bunların semeresi de kendi iktidarlarını yüceltecek, başarının şerefi yine kendilerinde kalacak. Türkiye yıllardır bu kısır çelişkiyi yaşıyor, hem ülkeye hem de yetişmiş insana yazık oluyor, yarım yüzyıldır bu yaşam koşulları içerisinde varlığını devam ettirmeleri amacıyla kurulmuştur. Daha eskiye gidersek bu işi önceleri dinsel kurumlar yaptı. 17. yüzyılda kurulmaya başlayan ilk modern okullar "müfredat" denilen mucize buluşlardan birinin öncülüğünde bilgi tasnifini daha da bir özenle gerçekleştirdi. Okul, hataları düzeltme ve diğer sosyal kurumları felç eden sorunlar karşısında toplumların bağışıklık sistemi olarak görev yapar. Okullarındaki bilgi akışında sorunları olan toplumlar, kaygan bir zeminde yürür. Türkiye bu kaygan zemindedir. Eğer, yeni bir eğitim politikası ile topluma yeni bir yol açılmazsa, niçin ve nereye yürüdüğünü bilmeden yol almaya devam edecek toplum. Toplumun ilerlediği yolun sonunda ne olduğunu görmek için Ortaöğrenim Kurumlarına Giriş Sınavı’nda 400 bin çocuğun "sıfır" çektiğini düşünün. Geçen yıl Üniversite Giriş Sınavı’ndan alınan sıfırların sayısı bu yıl ÖSYM’de görev yapan yetkilileri ürkütmüş olmalı ki üniversite sınavında alınacak sıfırlara karşı önlem olsun diye çok basit sorular da soruldu Bir soru şöyleydi örneğin: 5(2+3). EN TEMEL SORUN Türk eğitiminin en temel sorunu, edebiyat, müzik, sanat ve spor derslerinin bir kenara itilmesidir, özellikle de felsefe ve bilim felsefesi… Oku CBT1013/21 18 Ağustos 2006 Eğitimi sadece "test çözme" olarak algılayan, topluma da bu doğrultuda bir anlayış sunan sistemin iflasıdır bu yılki sınavlar. Bu sınavlar da göstermektedir ki, Türkiye’de yapılan eğitim değil, çocukların ve gençlerin kafasını karanlıkta bırakmak politikasıdır. Oysa eğitimli olmak, bilginin ve bilgi sistemlerinin kökeninden ve gelişmesinden haberdar olmak; en güzel sözlerin ve düşüncelerin üretilmesini sağlayan zihinsel ve yaratıcı yöntemlere aşina olmaktır. Bu, tarihe, bilimsel düşünceye, dilin güzel kullanılmasına, sanatın ve sporun geniş kapsamlı bilgisine ve insani girişimlerin devamına vurgu yapan bir eğitimdir. Çiçero, "Siz doğmadan evvel olanlardan bihaber olmak çocuk kalmaktır" demiş. Bir ülkenin geleceğinde söz sahibi olacak insanları çocuk bırakmakta Türk eğitim politikaları kadar başarılı (!) bir başka ülke var mı bilemiyorum? tulan her dersin tarihi öğrenilmeden öğrencilerin "büyük sohbet"e katılma olasılığı elinden alınmaktadır. Demokritos’u öğretmeden atomu öğretmenin, Faraday’ı öğretmeden elektriği öğretmenin, Aristo’yu veya Machiavelli’yi öğretmeden siyaset bilimini öğretmenin, Mozart’ı öğretmeden müziği öğretmeye kalkmanın, öğrenimin bütünlüğü ve içselleştirilmesi açısından çok büyük yararı yoktur. Üniversitelere girebilme yarışı yüzünden resim dersleri de bir kenara itilmiştir. Oysa resim yazıdan tam üç kat daha eskidir. Yani doğanın en soylu yürüyüşünü gerçekleştirmek için iki ayağı üzerine kalkmış olan insanlığın 15 bin yıllık beşeri gelişiminde resmin rolü vardır. Madonna’nın müziğin zirvesine ulaştığına inanan bir genç, insanlığın yükselişini ve düşüşünü birbirinden ayırabilme duyarlılığından yoksundur. Gençlerimize, değerli şeylerin hepsinin derhal elde edilir şeyler olmadığını göstermek, öğretmek zorunluluğumuz vardır. Bugünkü eğitim anlayışı; gençlerimizi anlamsız, hayatta işe yaramayan, kullanılamayan, bilgi adı altında "sanı seli"ne kaptırmaktan başka bir işe yaramıyor. TARTIŞMAEDİTÖRE MEKTUP